19 Ekim 2025 Pazar

SA11666/SD3631: Sıkıntı (Roman); 13. Bölüm-Toprak 12

 Sonsuz Ark/ Evrensel Çerçeveye Yolculuk

"İnsanların nelere dikkat edebileceğini bütünüyle bilmek mümkün değildi işte. Kadın insanın genetiğini asla anlayabileceğimi sanmıyordum artık. Kadınların, gözlerinden konuştuklarıyla dillerinden çıkanlar arasında bazen milyonlarca yıl uzaklık olabiliyordu, bazen de sımsıkı bir eş seslilik.


İnsanın ‘zihninden ibaret olduğunu’ düşündüğüm zamanlar çoktu, gerçekten de öyle değil miydi? Her şeyi zihninde yaşıyordu insan ve dışarısı sadece uygulama alanıydı; kendi bedeni, diğer insan, doğa, şeytan ya da Allah dışarıdaydı. Çünkü hepsine içinden, zihninden bakıyor ve düşünüyordu. 

Allah dışında kendisini kuşatabilecek herhangi bir güç yoktu, ancak şeytana da insanın zihnine girme şansı vermişti Allah. Ve insan, bu yüzden büyük bir sorumluluk yükü ile doğmakta ve ölene dek bu yükle yaşamaktaydı.

İnsanın etkilendiği şeyler o kadar çoktu ki... genetiği, hormonları zihnine baskı uyguluyordu, bu yetmezmiş gibi diğer insanların genetiği ve hormonları da her an saldırı halindeydi, şeytan bu hengamede epeyce özgürdü ve Allah bu yüzden yardım dilenilmesi gereken tek güçtü, yani tek Tanrı'ydı. 

İnsanın işi çok zordu ve insan ne yazık ki bunun farkında bile değildi; doğuyor, büyüyor ve ölüyordu... İçinde bulunduğu şartları sorgulama hakkını pek kullanmıyordu, aslında yaşadığı hayatı hak ediyor da diyebilirdik. Nihayetinde insan her şeyi kontrol altında tuttuğunu zannederken de özgür olduğunu sanıyordu.

Uçağa bindiğimde telefonum titremişti yine. İD soruyordu: ‘Ucakta misin iyi adam? Cevval’in kiz arkadasi sana bayilmis. Cok tesekkur etti bana. Cevval de cok mutlu.’

Cevap yazdım: ‘Cevval’i bacaklarından bayrak direğine asmak gerek; o mu söyledi uçakta olduğumu?’ 

‘Evet, kaba adam. Hem ne olmus? Kotu bir sey mi yaptıgı?’ diye yazdı hemen.

Bu kızın saflığı, ruhundaki dokunulmamış iyilikten kaynaklanıyordu; her ne kadar içinde büyüdüğü kültür, ahlak ve insanlık dışı şeyler yüklemişse de ona, hep narin ve kırılgan bir tarafı vardı çocukluğundan kalan. Babasının sonsuz güvenini kırdığı o gün içine çekilmiş ve hayatı boyunca da iyi ve kötü davranışlarını ayırt ederek yaklaşmıştı insanlara.

‘Kötü değil, ancak gündemini sürekli benimle meşgul etmek üzere seni bilgilendirmesi her şeyden önce sana haksızlık!’ diye yazdım.

‘Degil. Ben sordum o da söyledi. Bunda benim icin gündem olusturacak bir sey yok ki. Senden haber almak hosuma gidiyor!’

Uyarılar gelmeye başlamıştı, cep telefonlarını uçak moduna alacaktık ya da kapatacaktık.

‘Uçak modu, az sonra. Hoşça kal!’ diye yazdım.

Çok hızlı yazıyordu, cevap verdi hemen: ‘Hosca kal, uzayli!’

Kalkış çok sakindi, hiç sarsılmadan yükseldik. Çok cesur olduğunu düşündüğüm İD’den uzaklaşan zihnim insanları cesaretleri dolayısıyla yargılamaya dalmıştı. Ben de bilgisayarımı açtım ve düşündüklerimi ‘sıkıntı’nın sayfalarına yazmaya başladım. Politik-psikolojik bir romandı ‘sıkıntı’; analitik süreçleri birbirine bağlamak zorundaydı.

Fırtına’nın karısı da İD gibi gözü kara bir gidişle gidiyordu yoluna, ancak derdi İD’ninki gibi değildi. Mahir’in Mahmuresi mesela; bu cesareti neye borçlu olabilirdi ki? Mahir onun kadar cesur değildi oysa, ama Mahmure’nin ölümüyle çok sarsılmıştı. Cevval cesaretinin arkasında onlarca kusuru bulunduğunu bilen bir adamdı, ama o kendisi gibi kusurları çok olan insanlarla denk olduğunu düşünerek cesur davranabiliyordu. Kendi sınırlarını koruyabilen, kusurları az olan Sabır Taşı’nın cesareti ise onu sarsmıştı.

İnsan kusurlarının az ya da çok olduğunu bilirdi. İD beni nasıl sarsmıştı peki?

Düşünüyordum: günahlardan ve beşerî zaaflardan dikkatle uzakta durmaya çalışan benim gibi insanların zayıf yaratılmış insanın erkek yarısı olarak başka ne kusuru olabilirdi ki? Herkes gibi ben de kendimi tanıyordum. Birçok kusuru olan insanın, kendisi hakkında kesin, saf ve temiz bilgilere sahip olmadığı halde nasıl bu kadar cesur olabildiğini de anlayamıyordum.

İnsan kusurlarından rahatsız olmalıydı; üstelik kendisine batıracağı iğneleri çuvaldız şiddetinde etkili olmalıydı. Çünkü şimdiki, sonraki ve daha sonraki ânlarının tamamında geçmiş ardıl kusurlarının azlığı veya çokluğu, insandaki duygusal ve zihinsel değişimleri etkiliyor, değiştiriyor ve yeniden oluşturuyordu. İnsanın huzursuzlukları ve dinginlikleri de bundan besleniyordu sürekli...

Birileri ‘öz eleştiri’ diyerek, babaannelerinin sandıklarındaki çeyizlerine davrandıkları kadar 'hafifçe ve merhametle' dokunuyorlardı kendi kusurlarına; hedefleri gereğince, kusurlarına maruz kalanların hoşgörü kıyısına sığınarak anlayış bekliyorlardı. Ve kendilerini aldatıyorlardı. Oysa bilmiyorlardı ki hoşgörülerine sığındıkları kişiler, anlayış dolu yaklaşımlarını gelecekte kusurlarının aleyhinde birer delil olarak kullanacaklardı. 

Bunu her insan biliyordu; lâkin yine de kusurlarından duyduğu rahatsızlığı kusurlarından kaçmadan sırtından atmak istiyordu. Ama atamıyordu, atamadıkça da içine bükülüyordu. İçine büküldükçe merhamet bekliyor; merhamet bekledikçe küçülüyor ve nihayetinde kişiliği bir nokta olana kadar büzüşüyordu. Cesaret ise bir maske oluyordu o zaman.

İnsanın kendi kusurları doğuştan getirdikleri değildi; bedeninde yahut ruhunda kendisinin yaptıklarının sonucu olmayan insana dair kusurlar değildi. Onun iradesiyle belirlediği, yaptığı ve yapamadığı şeylerde aranmalıydı kusur; burnundaki iz sürçmesinde yahut kulaklardaki çap-eğim açısı sorunlarında değil. Gözlerinden uzağa, uzaktan içine ışıyan kusur çizgisinde, gördüklerinde yaptığıydı kusur. Ellerinden beline, dilinden zihnine ve dahi nice kanunsuzlukta kanuna uymamasıydı kusur. 

Kanun ki ‘değişmeyen’di; tevbe eden insanın kusurlarını aleyhinde delil olarak kullanmayan tek güç, sonsuz merhametiyle kendisine çağıran en büyük güç ise Allah'tı. İnsan, kusurlarıyla büzüşüp yok olmak yerine değişmeyen kanunları koyan Allah’tan af dilemeliydi.

Karımı düşündüm, çocuklarımı, annemi ve babamı, kardeşlerimi, akrabalarımı, çocukluk arkadaşlarımı... sonra iş arkadaşlarımı, iş ortaklarımı ve bütün insanları. Adem’den bu yana yaşayan insanların yaşadıklarını düşünmeye çalıştım. Allah’ın gönderdiği elçileri, onların hayatlarını ve ölümlerini. Kendim ve herkes adına Allah’tan af diledim bağışlanmayı umarak.

Biraz sonra gelen hostese kahve ve su istediğimi söylemiştim. Hostes gözlerinin içiyle gülerek not etmişti isteklerimi. Hayır, onu tanımıyordum. Hosteslerin bana neden böyle davrandıklarını da anlayamıyordum. 

Tekrar geldiğinde ise, ‘Çalışırken kahve içme alışkanlığınız var, sanırım!’ demişti hostes, açık bilgisayarımı göstererek.

O ân dikkatle yolculara baktım; anlamıştım. Tek çalışan bendim ve bu da onlar için dikkat çekiciydi. Bütün uçuşlarımda bilgisayarımda çalıştığım için hosteslerin dikkatini çekiyormuşum. Güldüm, ister istemez.

Hostese, ‘Sanırım çok dikkat çekiyorum çalışırken?’ diye sordum gülümseyerek.

‘Evet!’ dedi hostes. ‘Sizden başka çalışan yok; biz de çalıştığımız için çalışan insanlara daha dikkatli yaklaşıyoruz!’

‘Anladım!’ dedim. ‘Teşekkür ederim, inceliğiniz için!’

O da, ‘Ben teşekkür ederim, Efendim!’ diyerek hafifçe eğildi ve gülümseyerek uzaklaştı.

İnsanların nelere dikkat edebileceğini bütünüyle bilmek mümkün değildi işte. Kadın insanın genetiğini asla anlayabileceğimi sanmıyordum artık. Kadınların, gözlerinden konuştuklarıyla dillerinden çıkanlar arasında bazen milyonlarca yıl uzaklık olabiliyordu, bazen de sımsıkı bir eş seslilik. 

Güldüm yine; biz erkekler buna mahkûm olarak yaratılmıştık. 


<<Önceki                      Sonraki>>


[18.10.2025, 13/25 (979))]


Seçkin Deniz, 19.10.2025, Sonsuz Ark, Sıkıntı, Roman

Sıkıntı




Takip et: Next Sosyal @seckin_deniz

Takip et: Next Sosyal @sonsuzark



Sonsuz Ark'tan

  1. Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur. 
  2. Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
  3. Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark manifestosuna aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz.
  4. Sonsuz Ark Yayınlarının Kullanımına İlişkin Önemli Duyuru için lütfen tıklayınız.

 

Seçkin Deniz Twitter Akışı