Sonsuz Ark/ Evrensel Çerçeveye Yolculuk
“Sizden cehenneme varmayacak hiç kimse yoktur. Rabbin için bu, kesin olarak hükme bağlanmış bir iştir. Sonra Allah’a karşı gelmekten sakınanları kurtarırız da zalimleri orada diz üstü çökmüş hâlde bırakırız."
Kur'an, Meryem Suresi, 71-72. Ayetler
4. Bölüm/Cehennem
Çok susamıştım, toplantı salonundan çıktığımda aklımda bir tek şey vardı; The Jefferson Hotel’in kahve dükkanına uğrayıp su, çay ve kahve içmek. Sırası tam olarak böyleydi; su, çay ve kahve. Bu benim için zafer kutlaması niteliğini taşıyan daimî bir ritüel haline gelmişti neredeyse. Saat 10:20 idi; yaklaşık kırk beş dakika konuşmuştum. Sırtımdan tonlarca ağırlıkta ve çok geniş, dallı budaklı bir yük kalkmıştı. Kongre temsilcisinin sorusuna verdiğim cevabı hatırladıkça daha da keyifleniyordum.
O
ihtişamlı sütunların eşlik ettiği koridorda yürüyerek büyük merdivenden aşağıya,
Thomas Jefferson’ın heykelinin bulunduğu o ünlü lobiye inerken, her adımda, her
basamakta o zafer ânının tadını çıkarıyordum. Meslek hayatımın nâdir anlarından
biriydi. İşin tuhaf tarafı da Richmond’da yaptığım bu işin mesleğimle hiçbir
ilgisinin olmamasıydı. İş anlaşmamızda tanımlanmış böyle bir sorumluluğum
yoktu. Her şey Cevval’in hinliğiyle mümkün olmuştu.
Cevval
böyle bir konuşma beklemiyordu, emindim. Toplantı salonunda konuşurken yüzünün
halden hale girişini de izlemiştim, ama memnundu. Dananın kuyruğu kopacaktı ya
da kesin bir olumlu sonuç alacaktık. Kaybedeceğimiz bir şey yoktu zaten. Riski,
kelime anlamının uzandığı bütün alt ve üst katmanlarına, çeşitlerine kadar göze
almıştım. Kongre temsilcisinin sorduğu soru da bunun karşı tarafta çok iyi
anlaşıldığını gösteriyordu: ‘Bu cesaretinizi neye borçlusunuz?’
Ona
verdiğim cevap, yeterince yüksekten, bilgece, ezici ve meydan okuyucuydu. Akıllı
ve bilgili bir Kongre üyesiydi. Bir imparatorluk kültürünün, çöktükten yüz yıl
sonra bile ününü ve yüksek etkisini hissettiren bir torunu olarak konuştuğumu
biliyordu. O derin ve hâkim kültürün dil alışkanlıklarını kullanmış, Amerika’nın
zaaflarını anlatırken de bu seviyeden eleştiriler yapmıştım. O da bunu fark
ettiği için durumu kabullenmiş, gülümsemiş ve beni Kongre’ye davet etmişti.
Osmanlı
İmparatorluğu, Amerika Birleşik Devletleri’nin hatıralarında ‘büyük’ bir yer
ediniyordu. Altı yüz yıl süren bu imparatorluğun sırlarını öğrenmek ve aynı
şekilde uygulamak için çok çabalamışlardı. Thomas More’un ‘Ütopyası’nı
oluştururken ilham aldığı, yıkılacağı hayâl bile edilemeyen bir hayâl
dünyasıydı Osmanlı İmparatorluğu.
Amerikalılar,
1938’den bugüne dek o büyük mirasın temsilcisi olamayacak düzeyde kişilerle karşılaşmışlardı;
yüksek bir mirasın temsilcilerini karşılarında görmek isteyen Amerikalılar için
de bu bir hayâl kırıklığı idi. Kongre üyesinin yüzünde yüz yıllık derin hayâl
kırıklığının kalkışını izlemiştim. Bu yüzden gülümsediğini de biliyordum.
Sorduğu soru bu inceliği de içerdiği için verdiğim cevaptaki inceliği hemen
algılamıştı. Erdoğan’ın ‘Neo-Ottomanism’ ile suçlanmasının altında yatan temel
korkularının farkındaydım; atalarının sesine sahip olan Erdoğan’a saygı duymayı
öğrenmişlerdi. Herkes biliyordu. Osmanlı artık bir tarihti, diriltilmesi mümkün
değildi. ‘Yeni Osmanlıcılık’ diye bir sıkıntısı da hayâli de yoktu Erdoğan’ın.
Onlar, Türkiye’nin
yükselişini Batı kültürüne ‘Neo-Ottomanism’ diye tanıttıkları zaman, yüzlerce
yıllık ‘Haçlı Bilinci’nin, ne kadar birbirlerine düşman olsalar da bütün Batı
ülkelerini birleştireceğini biliyorlardı. Her şey propagandadan ve sahte
gerçeklerden ibaretti. Ortada Haç da kalmamıştı Hristiyanlık da. Ama ‘Osmanlı
Korkusu’ onları birleştirmeye yetiyordu. Çünkü Osmanlı, kavramsal olarak onlara
büyük bir imparatorluk karşısında yaşadıkları yenilgileri ve eziklik hissini
hatırlatıyordu.
Osmanlı, başarısızlıkları
yüzünden çökmüştü; Allah’a güvenmekten vazgeçip masonlara güvenmeye başladığı
için çökmüştü. Dünya hızla değişmiyordu, aksine çok yavaş değişiyordu. Aklın ve
Kur’an’ın rehberliğini terk edip Sufizm’in sefil ruhuna sığınan ve yaptırdıktan
üç yıl sonra 1580'de Kaptan-ı Deryâ Kılıç Ali Paşa’ya emir verip Tophane’deki toplarla
Galata sırtlarındaki Takiyüddin’in rasathanesini yıktıran III. Murad döneminde çökmeye
başlayan Osmanlı 1918'de tarihe karışmıştı, çöküş 338 yıl sürmüştü.
1776’da masonlar
tarafından milyonlarca insanın kanıyla ve zulümle kurulan, 1861’de başlayıp 1865'te
biten, yine masonların çıkardığı iç savaş sonrası dünyaya alttan alta yayılan,
birinci ve ikinci dünya savaşlarını çıkararak geleneksel imparatorlukları yıkan
ve 1952'de NATO ile egemenliğinin zirvesine ulaşan ABD'nin çöküşü Bretton Woods
sistemini reddettiği yılda, 1971'de başlamıştı; yarı ömrü 53 yıldı, tıpkı
Osmanlı'nın yarı ömrü olan 300 yıl gibi; o yüzden ABD şimdi ölmekteydi, parasına
‘Tanrı’ya güveniyoruz’ yazmasına rağmen o da masonların egemenliğine girerek Osmanlı
gibi başarısız olmuştu, yıkılmak zorundaydı.
Kongre
üyesi yaptığım vurguları, Asknotlar ve Bobolar arasındaki derin çatışmaya yönelik
analizimi dikkatle dinlemişti. Birçok Amerikalının bile bu derin çatışmadan
haberi yoktu. Osmanlı’nın da böyle yıkıldığını biliyorduk. ‘Bu cesaretinizi
neye borçlusunuz?’ sorusuna verdiğim cevap onun için yeterince açıklayıcıydı: ‘Allah’a
ve sizin başarısızlıklarınıza!’
‘Cehennem Yazarı’nın
bana Amerika yolculuğumda rehberlik eden notlarına göre, biz imparatorluğumuz
parçalanırken cehennemi yaşamıştık, paramparça olmuştuk; masonlar tarafından
kirletilmiş devlet kültürümüzle, Sufizm tarafından tahrif edilmiş inancımızla
ezilmiş, öldürülmüş, tecavüze uğramış, yurtlarından sürülenlerden olmuştuk, Allah, tıpkı binlerce yıl önce Yahudiler’in azgınlığını cezalandırdığı gibi
bizim de azgınlıklarımızı cezalandırmıştı. Samirîler Yahudileri de azdırdıkları
gibi bizi de azdırmışlardı. Dinimize sızmışlardı; Sufizm’in dergahları,
tekkeleri ve zâviyeleri aracılığı ile devleti ele geçirmişler, ruhunu iğfal
etmişler, zulmü yaymışlar ve böylece çökertmişlerdi. ABD de aynı süreci aynı
şekilde yaşıyordu. Allah her daim her şeyi görüyordu ve onun cezası da vaadi de
kaçınılmazdı.
Meryem
Suresi 65-76. ayetlerde apaçık bir şekilde anlatılıyordu, Dünya’daki ve Kıyamet
sonrası ‘Cehennem’:
“(Allah)
göklerin, yerin ve bu ikisi arasındakilerin Rabbidir. Şu hâlde, O’na ibadet et
ve O’na ibadet etmede sabırlı ol. Hiç, O’nun adını taşıyan bir başkasını
biliyor musun? İnsan, “Öldüğümde gerçekten diri olarak (topraktan) çıkarılacak
mıyım?” der. İnsan, daha önce hiçbir şey değil iken kendisini yarattığımızı düşünmez
mi? Rabbine andolsun, onları şeytanlarla beraber mutlaka haşredeceğiz. Sonra
onları kesinlikle cehennemin çevresinde diz üstü hazır edeceğiz. Sonra her bir
topluluktan, Rahman’a karşı en isyankâr olanları mutlaka çekip çıkaracağız.
Sonra, oraya girmeye en lâyık olanları muhakkak ki en iyi biz biliriz. Sizden
cehenneme varmayacak hiç kimse yoktur. Rabbin için bu, kesin olarak hükme
bağlanmış bir iştir. Sonra Allah’a karşı gelmekten sakınanları kurtarırız da
zalimleri orada diz üstü çökmüş hâlde bırakırız. Âyetlerimiz kendilerine apaçık
bir şekilde okunduğu zaman, inkâr edenler, inananlara, “İki topluluktan
hangisinin bulunduğu yer daha hayırlı meclis ve mahfili daha güzeldir?”
dediler. Biz onlardan önce, mal-mülk ve görünümü daha güzel olan nice nesilleri
helâk ettik. De ki: “Kim sapıklık içinde ise Rahmân onlara, istenildiği kadar
süre versin! Nihayet kendilerine vaad olunan azabı, ya da kıyameti
gördüklerinde kimin yeri daha kötüymüş, kimin taraftarları daha zayıfmış
bilecekler. Allah doğru yolda olanların doğruluğunu arttırır. Baki kalacak
yararlı işler Rabbinin katında sevap olarak da daha iyidir, sonuç olarak da
daha iyidir."
Osmanlı gibi
ABD’nin de süresi bitmişti, sahte cennetlerde yaşayan elit Amerikalılar için ‘Cehennem’
yeni başlıyordu.
Sıkıntı
Takip et: @SonsuzArk
- Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur.
- Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
- Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark manifestosuna aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz.
- Sonsuz Ark Yayınlarının Kullanımına İlişkin Önemli Duyuru için lütfen tıklayınız.