25 Eylül 2022 Pazar

SA9857/SD2544: Sıkıntı (Roman); 4. Bölüm-Cehennem 2

Sonsuz Ark/ Evrensel Çerçeveye Yolculuk

"Kongre üyesi, sahte Amerikan cennetinin bittiğini yine gerçek Amerikan cehennemine geçişin başladığını biliyordu. Kim bilir belki de, beni Kongre’ye davet edişinin temel sebebi de buydu, sistem mühendisi olarak ne önerebileceğimi merak ediyor olabilirdi."

İnsanın dünya hayatında cehenneme geçiş yaptığı anları ve sonrasını ayırt edemediğini ve o anda gerçekte olanları hissetmediğini ve algılayamadığını söylüyordu ‘Cehennem Yazarı’. ‘Bazen bir zafer ânında cennetin coşkularıyla dopdolu iken, kibrin içeriden ittiği bir cehenneme doğru zevkle düştüğünü göremez insan,’ diyordu. ‘Bazen de acıların sürüklediği selin içinde ruhunu kaybettiğini fark edemez. Bu yüzden cennetle cehennem katışık, iç içe, geçişken ve ayrımsız ve her biri ayrıcalıksız gibi görünür insana. Tıpkı acı biber yemeyi seven insanın, baklavayı da seviyor olması gibi iç içe geçmiştir, belirsizliğin aynı anda hem cenneti hem de cehennemi tasvir etmesi. En derin günahın tam ortasında hâzla inleyen bir insanın cehenneme sürüklenişini bile bile göze alması gibi.’

Kongre üyesi, sahte Amerikan cennetinin bittiğini yine gerçek Amerikan cehennemine geçişin başladığını biliyordu. Kim bilir belki de, beni Kongre’ye davet edişinin temel sebebi de buydu, sistem mühendisi olarak ne önerebileceğimi merak ediyor olabilirdi. Burada bu kadar şeyi katman katman işleyerek anlatan biri Kongre’de de aynısını yapabilirdi. Gayr-i ihtiyarî gülümsedim. O kadar da olmazdı herhalde. Zafer sarhoşluğu böyle bir şey olsa gerekti, ama mantıksız da değildi aklıma gelenler.

Kahve dükkanında oturmuş suyumu içerken, çayımı söylerken gerçekten neşem yerindeydi. 29 Temmuz 2019 günü, öncesindeki günlerden çok daha zor bir gün değildi, önceki günlerin zorluklarının doğurduğu güzel bir gündü.

Bu ânın bana zafer sarhoşluğu yaşatacak kadar etkili olması zihnimdeki aşırı işlem yoğunluğunun ve her açıdan tepeme binen biyolojik ve fiziksel yorgunluğun birdenbire ortadan kalmasını sağlamasından da kaynaklanıyordu. Ben bunu ilk kez fark ediyordum.

Gerginlikleri kontrol altına alıp bana zarar veremeyecek duruma getirme alışkanlığım yüzünden neyin gerilim neyin gerilim değil olduğuna karar verme fırsatım olmuyordu hiç; bana göre her şey kendi gerilimini taşıyordu ve tedirgin yaşamaya gerek yoktu: ‘O halde yaratılmış bütün şeyleri gerilim üreteci olarak algıla ve kontrol altında tut, gerilime kapılma, sinirlerinin yıpranmasına izin verme!’

Bu çok yorucu bir tutumdu oysa. Fakat işimdeki başarıyı bu soğukkanlılığın kazandırdığı gerilimlerden uzak, serin ve seri düşünebilme özgürlüğüme borçluydum. Mümkün olduğu kadar, hiçbir şeyi ihmal etmiyor, ertelemiyor, çözümsüzlüğe asıp bir bombaya dönüşmesine izin vermiyordum. Bir şeyi daha yapıyordum bunlarla birlikte; her şeyi kendi sınırlarının içinde tutup o şeylerin başka şeylere bulaşmalarına izin vermiyordum. Şimdi, burada yaşadığım şey de bunun için ilkti; hiçbir iş görüşmemin sonucu beni zafer ya da yenilgi hissi ile ilgili bir duygu durumuna sokamazdı.

Cevval’in senaryonun geri kalanını eksiksiz uygulayacağına şüphem yoktu. O, bir kaşını kaldırıp konuşmaya başladığı zaman, elindeki verileri birer mermi gibi kullanır, rakiplerinin bütün kusurlarını itiraz edilemeyecek bir şekilde önlerine koyarak pazarlık yapardı. Zaten benim bu senaryodaki ‘Kıskaç Teorisi’ni onun bu karakteri üzerine kurduğumu o da biliyordu. Muhtemelen benden sonra eline ‘tedarik zincirlerinden oluşan’ ışın kılıcını almış, Amerikalıları Güney Amerika’dan başlayarak, Güney Asya’ya, oradan da Uzak Doğu’ya, Çin’e ve Rusya’ya kadar kovalamış; ABD-İngiltere, ABD-Avrupa Birliği, İngiltere-Avrupa Birliği rekabetini, Amerikan merkezli Big Defence, Big Parma, Big Tech ve Big Energy’i işleyerek ‘bağımlılık’ kılıcıyla ve ‘boyun eğme’ kemendiyle köşeye sıkıştırmıştı. Geriye Türkiye kalıyordu müttefik olarak.

Kahvem geldiğinde saate baktım: 10:40’tı. On dakika sonra Cevval mesajla durumu bana bildirecekti, planlamamız böyleydi. Mesaj geldiğinde The Jefferson Hotel’de olmamalıydım. Kahvemi hızlıca içtim ve hesabı ödeyerek otelden çıktım.

Dışarısı alev alevdi ve James Nehri’nin buharlaşarak göğü nem muhasarasına aldığını görüyordum. The Poe Museum, The Jefferson Hotel’in de üzerinde bulunduğu Main Street’in güneydoğu yönünde yaklaşık yedi blok ötedeydi.

Taksiye binmeyi düşündüm. Yürümek istiyordum aslında. Ama Adana’dan bildiğim bu havada yürümek eğer sonrasında güzel bir duş alacaksam akıllıcaydı. Aksi halde sırılsıklam terleyecektim. Mecburen taksiye bindim ve siyah taksi şoförüne ‘Poe Müzesi, lütfen!’ dedim. Adam aynadan bana baktı tuhaf tuhaf. ‘Lütfen’ dememe şaşırmış olmalıydı. Burası, ırkçı beyazların başkenti Richmond’du, emir verilirdi, kölelere ‘lütfen’ denmezdi.

Taksi otelin önünden ayrılırken, siyah şoför aynadan bana bakmaya devam ediyordu, ama bu kez gülümsüyordu. ‘'Can I ask a question?' - Bir soru sorabilir miyim?’ dedi tedirgin bir ses tonuyla. ‘Of course!’- Elbette!’ dedim gülümseyerek. ‘'You're not American, are you? - Amerikalı değilsiniz, değil mi?’

Zaza’ydım, ama burada ya da başka yerde ‘Türk’tüm, pasaportumun üzerinde ‘Türkiye Cumhuriyeti’ yazıyordu ve dünyanın her yerinde ‘Turkish citizen- Türk vatandaşı’ olarak tanımlanıyordum.Do you know Turkey or Türkiye?’ diye sordum. ‘Yeah!’ diye haykırdı birden, ‘Erdogan is a great man’ dedi heyecanla. ‘'Lütfen' dediğinizde şaşırdım; Burada taksiye bindiklerinde, onlar 'Poe Müzesi, çabuk!' derler.’

O kısacık süre içerisinde taksi şoförünün benle sohbet ederken ne kadar coşku dolu olduğunu anlatamam. Ona atalarının ne zaman, nereden kaçırıldığını sordum. Birden sesi düştü ve kahır dolu bir sesle, anlatmaya başladı, “1800’lü yılların başlarında Orta Senegal Nehri Vadisi'nde, Senegal Nehri boyunca uzanan yarı kurak bir bölge olan Futa Toro'da doğmuş büyük dedem; Amerika'da bir kölenin ilk otobiyografisini Arapça yazan köleleştirilmiş Müslüman Ömer ibn Said el-Futi’nin arkadaşlarından biri.’ dedi ve sustu; gözlerinin dolduğunu görüyordum.

Ona ‘Tarihin değiştiği anlardayız,’ dedim. ‘Bu toprakların patronu siz olacaksınız, üzülme! Dedelerinin, ninelerinin çektiği acılar, senin torunlarının saltanatının ödenmiş bedeli olacak!’

Bembeyaz, inci gibi dişleri göründü aynadan, ‘Insha Allah, Insha Allah!’ dedi. Beni Poe Müzesinin önünde indirdiğinde de ‘Taksiden inip sizinle kucaklaşmak istiyorum, ama…’ dedi. ‘Hiç de iyi karşılanmaz buralarda!’

‘Seni sözlerimle kucaklıyorum, büyük kalpli adam!’ dedim. El salladı ve radyoda açtığı rap şarkı yavaş yavaş uzaklaştı kulaklarımdan. Bir acıdan başka bir acıya geçiş yapıyordum, Poe en az siyahlar kadar acı çeken beyazların hikayesiydi, hatta daha ağır bir hikayeydi bu. 

<< Önceki                      Sonraki>>


[24.09.2022, (4/5 (329))]

Lütfen gitmek istediğiniz bölümü tıklayınız:


Seçkin Deniz, 25.09.2022, Sonsuz Ark, Sıkıntı, Roman

Sıkıntı





Sonsuz Ark'tan

  1. Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur. 
  2. Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
  3. Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark manifestosuna aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz.
  4. Sonsuz Ark Yayınlarının Kullanımına İlişkin Önemli Duyuru için lütfen tıklayınız.

 

   

Seçkin Deniz Twitter Akışı