25 Ekim 2025 Cumartesi

SA11676/SD3636: Sıkıntı (Roman); 13. Bölüm-Toprak 13

 Sonsuz Ark/ Evrensel Çerçeveye Yolculuk

"Gerçeği arıyordu insan; içini huzura erdirecek ve kendisine ne yapması gerektiğini öğretecek.


Çalışmaya devam ettim; uçuş kısa sürecekti, toplantı da. Avukatla zaman kısıtsız bir şekilde İstanbul’u gezebilmek için bu kısa zamanları mümkün olduğu kadar genişletmeliydim. Bugün, 4 Ağustos 2019, Pazar günü diğer günlerden farklı bir şekilde başlamıştı, farklı bir şekilde de sürecek gibi görünüyordu.

Bekçilerin notları, benim için geçmişten gelen bir süreci daha somut bir şekilde ele almanın bir gerekçesi olmuştu. ‘İnsan'ı düşünmeye devam ediyordum; düşünmeye ve anlatmaya devam etmem gerektiğini düşünüyordum; bunu insanlığın kirlenmiş, kirletilmiş zihnine borçlu olduğumu düşündüğüm için yapıyordum. 

İnsanın zihnine doğduğu andan itibaren programlı bir şekilde yerleştirilen 'kir'in farkına vardığım için bildiğimi herkes bilmeliydi. İnsan, kendisi hakkında, kasıtlı olarak üretilmiş yanlış ve kötü bilgilere sahip olarak yetiştiriliyordu.

Okullar, her aşamada insana dair üretilmiş her türlü teoriyi, kanıtlanmış birer teorem formunda öğretiyorlardı; soruşturulamaz, doğruluğu denetlenemez dogmalarla yüklenmiş müfredatlar ve özellikle gelenekselleştirilmiş aileden-çevreden edinilmiş olan kirli bilgi ile bütün ülkeleri ve bütün insanları kötülüğün karşısında savunmasız bırakıyorlardı. 

Kendisini yoktan var eden Allah'ı ve onun iyiliğe dair emirlerini ve kötülüğe dair yasaklarını bile sorgulama cesareti ile donatılmış olan insan, insanların ürettiği kirli bilgiyi sorgulama cesaretinden yoksun olarak yetiştiriliyordu. 

Bu açıkça, kirli bilgi üreten insanların birer 'tanrı' olarak yasa ve kurallar koyabildiğinin ve bunların uygulanıp uygulanmadığını denetlediğinin kanıtıydı; dünyanın gelişmiş ülkelerinin tamamında 'tanrı' artık senatolarda ya da parlamentolarda toplanmış insanların yarıdan fazlasıydı, herkes onların aldığı kararlara uymak zorundaydı, gelişmemiş olan ülkelerde ise 'tanrı', gelişmiş ülkelerde üretilerek ellerine verilmiş olan silahları kullananlardı, diktatörlerdi. Allah'ın yasalarını reddeden insan 'özgür', tanrısal güçlerle donatılmış insanların çıkardıkları yasaları reddeden insan 'terörist' olarak tanımlanmaktaydı. 

İnsan, tanrısal komplekslerle donatılmış diğer insanlarca kuşatılmış durumdaydı ve bu kuşatılma insana uygarlık olarak dayatılmakta, bunun aksine bir hayat biçimi edinmek isteyen özgür insanlar 'barbar' olarak nitelendirilmekteydi. Tanrısız bir dünya mümkün değildi, Allah'ı 'tanrı' olarak kabul etmeyen insanlar, kendilerini 'tanrı' olarak diğer insanlara dayatmakta ve onları kurallarına uymaya zorlayarak buna demokrasi ve insan hakları demekteydiler. 

Bunların hangi dinden veya ideolojiden olduklarının bir önemi yoktu; Şeytan dışında herhangi bir tanrıya ya da Satanizm, Kabalizm, Sufizm dışında herhangi bir dine inananlar onlar için kâfirdi, müşrikti; kendi sapkın dinlerine uymayanlara da uygarlığın efendileri olarak ‘terörist’ demeyi tercih ediyorlardı.

Kuşatılmış olan insan, bu kuşatmayı kırmak üzere donatılmıştı, ancak insan kendisini düzeltmediği, kirli bilgiden kurtulamaya çalışmadığı sürece bu mümkün olmayacaktı. Bir tek tanrı olan Allah, Ra'd Suresinin 11. ayetinde bunu net bir şekilde belirtiyordu: 

‘İnsanı önünden ve ardından takip eden melekler vardır. Allah’ın emriyle onu korurlar. Şüphesiz ki, bir kavim kendi durumunu değiştirmedikçe Allah onların durumunu değiştirmez. Allah, bir kavme kötülük diledi mi, artık o geri çevrilemez. Onlar için Allah’tan başka hiçbir yardımcı da yoktur.’

Herkesin bu gerçeği anlama ve anlatma zorunluluğu vardı ve hepimiz şeytanın elinde bir şeytana dönüşen insanın bize dayattığı kuşatmadan kurtulmakla mükelleftik. Düşünmeliydik aralıksız ve yeniden bakmalıydık insana... 

Ateist Yahudilerin üretilmiş en kirli bilgi alanı olarak psikanaliz gibi bir günahları, Hristiyanların insanı doğuştan günahkâr saymak gibi bir gafleti vardı ve insan, tertemiz doğmuş insana yüklenmiş bu iki gerçek dışı haksız yükün ve yanlış bilginin kurbanı olarak bırakılmamalıydı, dünya buna karşı çıkmalıydı ve insanın masumiyetinin başlangıç değeri olarak mümkün olduğunu yeniden anlamalı ve anlatmalıydı. 

İnsanlık büyük tehdit altındaydı; kötülükle kuşatılmış olmaktan ve kötülüğün iyilik olarak tanıtılmasından daha büyük bir tehdit yoktu; hepimiz bunun için çalışmalıydık. Bu kuşatmadan kurtulmanın yolu, insanın içinde 'tanrı' arayan, Yahudilikten, Hristiyanlıktan ve putperestlikten beslenen ve ne yazık ki ülkemizde ve dünyada siyasî iktidarlar tarafından desteklenen Tasavvuf da değildi.

Hakikat, sadece Maide Suresinin 104. ayetinde belirtildiği gibiydi: ‘Onlara 'Allah’ın indirdiğine ve elçiye gelin' dendiğinde, 'Atalarımızı üzerinde bulduğumuz (yol) bize yeter' derler. Ataları bir şey bilmeyen ve doğru yolda gitmeyen kimseler olsa da mı?'

İnsan artık geri dönülmesi imkânsız bir yola girmişti ve bunu kendisinin istediğini zannediyordu, özgür iradesiyle böyle bir karar aldığını düşünüyordu. Bundan daha büyük yanılgı yoktu.

Acınılacak derecede bilişsel güç kaybeden insanlar, huzur bulmak için ‘ilaç’ denilerek ellerine tutuşturulan anti-depresanları kullanıyor ya da ‘Kutsal Kitap’ muamelesi yaptıkları ve baş uçlarında tuttukları insan elinden çıkma kitapları sorgulamadan okuyorlardı. Onların yaptığı bu şeyler bariz olan bir kuşatmadan kurtulma mücadelesinin birer parçası değil miydi? İlaçlar ve insan eseri kitaplar insanı hangi kuşatmadan kurtaracaktı ki? İnsanları kuşatmaya alan Samirîler bu iki temel şeyi kullanarak alçakça planlarını gerçekleştirmiyorlar mıydı?

Gerçeği arıyordu insan; içini huzura erdirecek ve kendisine ne yapması gerektiğini öğretecek. 

Gerçek neydi ki? Hangi ‘gerçek’ten bahsettiğinde insan, gerçekten ‘gerçek’ten bahsettiğini iddia edebilirdi ki?

İnsana karışık geliyordu gerçekle ilişkisi, ‘Bırakıp gitmek lazım’ diyordu içindeki ses, ‘Bırak git, gerçek bu kadar belirsiz ve karışıkken nasıl onu düşünebilir ve başkalarıyla tartışabilirsin ki?’ Korkuyordu insan; korkutuyorlardı içindeki sese kadar sızarak.

İçindeki sese -sesin insana ait olduğunu zannederek- kulak veriyor ve çekip gidiyordu insan ve başkalarının 'gerçek' tartışmalarının sonuçlarına mahkûm oluyordu; başkaları ona da dayatıyorlardı kendi 'gerçek' algılarını... Yani; 'gerçek'ten kaçamıyordu insan, çekip gitse bile.

Çekip gidemezdi öyle, kalmak ve mücadele etmek ve anlamak zorundaydı insan. ‘İnsanların ‘gerçek’ dedikleri şey ne olabilir?’ diyerek düşünmek zorundaydı.

Gerçek neydi ki? Ya da ‘hakikat’?

Bu soruyu cevaplamak o kadar kolaydı ki, ama karışık işler bendinde yer açıp oraya oturtuyorlardı insanların aklını... Çelişkiler, şüpheler, sahte tanımlar, falan... Herkes kendisinin ‘gerçek’ olduğunu biliyordu, kendisi gerçek ise, kendisini var kılan her şey gerçekti. Dağ gerçekti, yağmur gerçekti, dolu gerçekti, kar gerçekti. 

İnsanlar, Platon denen sahtekarın ve onu yücelten ahmakların gerçek-gölge saçmalıklarına artık aldanmamalıydılar. Herkesin anne-babası gerçekti; eşi, çocukları, kardeşleri, akrabaları, arkadaşları, yedikleri, içtikleri, duydukları, gördükleri, dokundukları, kokladıkları, tattıkları gerçekti.

Aldığı hava da yaktığı ateş de içtiği su da ekip biçtiği toprak da gerçekti insanın. Yaşadığı her şey gerçekti. Gerçek varsa gölgesi de vardı ve o da gerçekti. Bunun nesini tartışıyorlardı ki? 

<<Önceki                      Sonraki>>


[19.10.2025, 13/27 (981))]


Seçkin Deniz, 12.10.2025, Sonsuz Ark, Sıkıntı, Roman

Sıkıntı




Takip et: Next Sosyal @seckin_deniz

Takip et: Next Sosyal @sonsuzark



Sonsuz Ark'tan

  1. Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur. 
  2. Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
  3. Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark manifestosuna aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz.
  4. Sonsuz Ark Yayınlarının Kullanımına İlişkin Önemli Duyuru için lütfen tıklayınız.

 

Seçkin Deniz Twitter Akışı