26 Ekim 2025 Pazar

SA11677/SD3637: Sıkıntı (Roman); 13. Bölüm-Toprak 14

 Sonsuz Ark/ Evrensel Çerçeveye Yolculuk

"İnsanlar gerçeği yalandan ayırt edemeyecek kadar ahmak değildi. Neden, içlerine sızan Şeytan’ın ‘Bırak git, gerçek bu kadar belirsiz ve karışıkken nasıl onu düşünebilir ve başkalarıyla tartışabilirsin ki?’ şeklindeki fısıltılarına inanıyorlardı?


Sufizm’in ya da Kabalizm’in ya da mistik olarak pazarlanan bütün öğretilerin her birinin iddia ettiği şeytanî ifrazata ‘hakikat’, yani ‘gerçek’ demelerini de umursamamalıydı insanlar; materyalistlerin uydurdukları bütün yalanları da. ‘Onların hepsi sahte gerçek, şeytanî gerçek’ diyebilirlerdi, ama ‘gerçek’ sözcüğünü bu irinden oluşan külliyat için kullanmaktan utanmak gerektiğini düşünüyordum...

Gerçeğin sahtesi olmazdı, sahte ise gerçek değildi, o yüzden ‘sahte gerçek’ diye bir şey olamazdı ‘şeytanî gerçek’ diye de. Peki, ne diyebilirdi insan, gerçeği çarpıtarak onu istedikleri gibi soyanların ve giydirenlerin yalanlarından uzakta durabilmek için? 

‘Yalan’ çok basit ve insanlık tarihinde yerleşik kullanıma sahip olan bir sözcüktü, onu neden kullanmaya devam etmiyordu ki insanlar? ‘Yalan-Gerçek’, yahut ‘Yalan-Hakikat’ karşıtlığı sabitti; yalana ‘sahte gerçek’ demek aldatılmanın makul bir gerekçesi olamazdı.

Bir yalanı insanlara ‘gerçek’ ya da ‘hakikat’ diyerek kabul ettirmiş olmaları, insanların sahte gerçeğe ya da sahte hakikate inandıkları anlamına gelmiyordu; bu sadece bir tek anlama, ‘aldatıldıkları’ anlamına geliyordu.

İnsanların aldatılmaları da şeytanî yalana kanmalarından, aldanmaktan başka bir şey değildi; insanlar yalanı gerçek diye anlatsalar da ‘gerçek’ değişmiyordu.

Şeytan, Allah hakkında kuşku uyandırarak insanların Allah’ın gerçekliğinden kuşkuya düşmesini kalıcı bir şekilde sağlamışsa ve şeytanın müritleri de bunu sürdürmüşse olan biteni tanımlayacak tek sözcük 'aldatılmak' olmalıydı. Ve Allah’ın, gönderdiği elçiler ve kitaplar aracılığıyla insanlara bildirdiği ve içinde hiç kuşku bulunmayan gerçeği tartışılır hale getiren bu şeytanların insanlara kabul ettirdiği her şey yalandı.

İnsanlar gerçeği yalandan ayırt edemeyecek kadar ahmak değildi. Neden, içlerine sızan Şeytan’ın ‘Bırak git, gerçek bu kadar belirsiz ve karışıkken nasıl onu düşünebilir ve başkalarıyla tartışabilirsin ki?’ şeklindeki fısıltılarına inanıyorlardı?

Şeytan’ın ve onun inananlarının bir tek amacı vardı: insanın gerçek olan ve gerçeği yaratan Allah’tan kuşku duyması ve sonrasında onun emir ve yasaklarına karşı çıkması.

Bu hep böyleydi, halen de böyle. İnsan, ‘Bizi, Allah’ın varlığından uzaklaştıran her şey yalandır; gerisi gerçektir!’ diyerek cehaletle arasına mesafe koyduğu anda gerçekle ilgili tartışmaları çöpe atmış olacaktı. Ruhu çöp gibi kokmayacaktı.

İnsanların gerçekle ilgili tartışmalara girmekten korkmasına gerek yoktu; aksine gerçeğe güven duymalılardı. Gerçekle ilgili yaptığım bu akıl yürütme de gerçekti; üstelik hiç kimsenin de asla kuşku duymayacağı bir gerçek. Ve bu, hakikatin ta kendisiydi.

‘Toprak Yazarı’ insanın kendisini korumak ve gerçekle ilişkisini doğru kurmak için nereden başlaması gerektiğini söylüyordu.

“İnsan türünü, 'önyargılı türcülük' periferisinde dolaşan ve bu periferiden ayrılamayan hümanistik yargıların ve kriterlerin sunduğu kurtuluş reçetelerine muhtaç kılan itici etkilerin yetersizliğinden bahsedebilmek için, insan türünün özgeçmişine dair çoğunlukçu ya da çoğulcu bir perspektif oluşturmak gerekmiyor; insan, kendisine ait hayat alanında, diğer türlerle de ilişkisini belirleyen her türlü dönüşüm paradigmalarını oluşturan tek dünyalı varlık olarak, iradesini etkileyen bütün olumlu/olumsuz iç ve dış etkenleri nesnel bir şekilde incelemek zorundadır. Bunun için baş kaldırması gereken ilk ve tek şey tanrısal bir güç değil, içinde biriktirilen çoğunlukçu ya da çoğulcu önyargılardır.” diyordu, insanın zihnine giydirilmiş ahmaklığa dokunarak.

Ve insanın insana yönelik şiddet içerikli yaklaşımlarına dikkatle bakıyor, sade katmanlarla döşediği akıl yürütmelerine devam ediyordu 'Bekçi':

“İnsanın öldürme duygusu, öğrenilmiş duygular grubundandır ve bu duygu geleneksel çoğunlukçu ya da çoğulcu önyargıların kurduğu sistematik baskı ile oluşur. Öldürme eylemini mümkün kılan da bu baskıya karşı duramayan insan iradesinin diyalektik çıkarımlar sonucu verdiği kararlardır. Öldürme duygusu ve sonrasında oluşan eylem, iradenin yenilgisini tarif eder ve gerçek yerine oturtur. Bu klasörde öldürme duygusunu terkip eden karşı durulmaz güç Tanrısal Güç değildir; aksine tanrısal güce sahip olduğunu düşünen ve bu gücü gerçekleşebilir olgularda birer olaya dönüştüren insan hırsıdır.”

Yalanın nasıl gerçekmiş gibi anlatıldığını görüyorduk, ‘'Toprak Yazarı'nın anlatısında:

“Hümanizm, ateizm ve agnostisizm ile bütünleşerek, 'nasyonalizmin tam tersi olan ve sadece bir ırkın insanını sevmek değil, tüm insanları ayrım gözetmeksizin sevmektir' iddiasına sahip, doğaüstü güçlerin varlığıyla ilgilenmeyen etik tabanlı bir görüş olarak, seküler bir hayat duruşu ve her otorite karşısında insanı özgürleştirme çabasına sığınır. Bilimsel şüphecilikle ve bilimsel yöntemlerle gerçeğin renklerine ulaşmayı hedefler ve paganist ya da dayatmacı her türlü dogmatik kalıplarla nakledilegelen kaderci yaklaşımları reddeder; doğrunun ve yanlışın bilgisine kişisel ve çoğulcu bir ortak bilinçle, çoğunlukçuluğa karşıt olarak en doğru biçimde ulaşmak gerektiğini savunur. Bunu yaparken de birlikte yaşadığı diğer canlı türlerine karşı doğru bir tutum geliştirdiğini zanneder; yaşamak için öldürmeyecektir. Bu durumda besin zincirinin doğal formuna karşı çıkarak âmir bir tanrısal güce ya da idârî bir komplekse başkaldırır.”

İyi düşünüyordu, iyi anlatıyordu ‘Bekçi’; onu keyifle okuyordum:

“Ne var ki; Hümanizm, iyimserliğini geçmiş kötümser duygulardan ve kötücül sonuçlardan beslenerek üretmiştir ve onlardan bağımsız olması beklenemez. Güzel şeyler yapmaya, şimdi ve burada iyi yaşamaya ve geleceğe daha iyi bir dünya bırakmaya yoğunlaştığında, ürettiği kavramların hepsini her bir kavramın mevcut kapsamı ve sınırları ile kabul ederek ilerler. Bu da Hümanizm'i sınırlı ve mevcut bilgiye zorunluluktan dolayı bağımlı hâle getirir. 

'Güzel şey', 'iyi yaşamak', 'iyi bir dünya' tanım aralıkları tanrısal bir güce dayalı olmasa da insan iradesinin ürettiği hırsa bağlıdır; bağımlıdır ve bu anlamda görelilikler zincirinden bağımsız değildir. İnsan hırsı çoğulcu bir kanı sonucu üretilmiş değildir çünkü ve her bir kişisel hırs bu çerçevede çoğulcu hırsa dönüşme imkânına sahip değildir. Uzlaşmazlık, tanrısal olsun ya da olmasın her bir güce karşı insan hırsının öne çıkan en belirgin özelliğidir...”

Hırs, şeytanın sürekli dürttüğü insanın en zayıf özelliğiydi, Hümanizmin yol aldığı yer de burasıydı:

“Hümanizm bir yerde, insan müdahalesi ile binlerce yıl yeniden ve farklı formlarda teşekkül ettirilen kurgusalcı modernizme karşı ürettiği reflekslerle hatalı bir şekilde sorumlu atlayarak Tanrısal Gücü suçlayan dışavurumcu post-modernizmin bir başka türüdür. Dışavurumcu post-modernizm'den ayrılan tek yönü, bilimsel çerçeveye duyduğu ihtiyaçtır... Hümanizm bu kulvarda en çok kurgusalcı modernizmin araçlarını kullanır ve insan temelli bir kurgu düşü ile ilerler.

Ancak Hümanistlerin bilginin kaynağına dair temel sorunsalı göz ardı ederek ilerlemiş olmaları, onları şüpheciliklerini görmezden gelmeye sürüklemiş ve böylece içtenliklerini yitirmelerine neden olmuştur. ‘Bilimsel Bilgi'nin teoremlere ve onların öncülleri olan aksiyomlara olan bağımlılıkları, aksiyomların kanıtlanmadan kabul edilen önermeler olmaları dolayısıyla ilk darbe, kümülatif bilginin çözümlenmesinde uygulanan epistomolojik ve ontolojik analizlerde de başlangıç bilgisine doğru gidildikçe bilginin hacimsel olarak sıfıra inmesi gerekliliği, ikinci ve ölümcül darbe olarak indiğinde hümanistlerin insan ve evren merkezli bütün tezleri kuşkusuz olarak tarihe gömülmüş ve ilk hümanistler insanlar için iyimser olmalarının salt insanî nedenlerini yitirmişlerdi. 

Doğal olarak hümanistler çıkış yolu bulmak için mistisizmin kapısında isteksiz ve örtülü görünse de bir iyilik dilenmek zorunda kaldıklarında, evrilen düşüncelerindeki zaafları ilkelerine aykırı olarak saklamışlardı.” 


<<Önceki                      Sonraki>>


[19.10.2025, 13/29 (983))]


Seçkin Deniz, 26.10.2025, Sonsuz Ark, Sıkıntı, Roman

Sıkıntı




Takip et: Next Sosyal @seckin_deniz

Takip et: Next Sosyal @sonsuzark



Sonsuz Ark'tan

  1. Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur. 
  2. Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
  3. Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark manifestosuna aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz.
  4. Sonsuz Ark Yayınlarının Kullanımına İlişkin Önemli Duyuru için lütfen tıklayınız.

 

Seçkin Deniz Twitter Akışı