17 Kasım 2024 Pazar

SA11092/SD3317: Sıkıntı (Roman); 9. Bölüm-Irmak 26

Sonsuz Ark/ Evrensel Çerçeveye Yolculuk

"O gece serin bir uyku bağışlamıştı bana Allah, saatin kaç olduğuna bakmamıştım hiç ve tan yeri ağarırken yumuşak bir yel dokunmuştu yüzüme."

‘Irmak Yazarı’ nefes kesici tespitlerde bulunuyor ve çıkarımlarını itiraz edilemez bir şekilde kanıtlara dayalı olarak ortaya koyuyordu. 

‘Mahir ve Gezgin bunları okumuş muydu acaba?’ diye düşünürken, bunun mümkün olmadığını da biliyordum. Çünkü bu metinleri Türkçe’ye çeviren ve yayınlayan herhangi bir yayınevi yoktu; satanist nihilizmin hükümranlığını sürdürdüğü bu çağda olamazdı da.

‘Bekçi’nin edebiyat eleştirmenlerini ve eleştirel düşünce sahiplerini şaşırtacak ve belki de onları bütün bildiklerini sorgulayabilir hale getirecek cümleleri sürüyordu:

“Çoğunluğu masonik satanizmin birer unsuru olan bu kitapların, başlangıcı Doğu Ortodoks Hristiyanlığı olsa da dinleri hedef aldığı artık kuşku götürmez biçimde ortadadır. Geldiğimiz üç yüz yıllık kanlı Amerikan-Avrupa kültürel ve emperyal egemenliğinin sonunda, edebî ve felsefî eserler Batı'da ve Batı'nın etkili olduğu bütün ülkelerde Robert Zaretsky’nin belirttiği gibi bir sonuç üretmiştir:

"Dostoyevski'nin Tanrı olmadan faydasız kabul ettiği ve Nietzsche'nin Tanrı ile birlikte ölü olduğunu ilan ettiği değerlerin bilincinde olmayan siyasi bir dünyaya tanıklık ediyoruz. Eğer şu andaki durumumuz birçoğunun inandığı kadar dehşet verici ise, Tanrı'nın statüsünü belirleme görevini başkalarına bırakabilir ve bunun yerine bir zamanlar olduğu gibi dünyanın değerleri için bahse girebiliriz." 

Türkiye'nin, insanlığı ve değerleri yok eden bu şeytanî etkinin karşısına dikeceği edebî ve felsefî eserleri üretmek için özel devlet politikası oluşturması zorunludur; özellikle Batı'yı ve Batı etkisindeki ülkeleri değersizleştiren bütün edebî ve felsefî eserler ciddî bir eleştiriye tabi tutulmadan okullarda okunmak üzere tavsiye edilmemelidir.”

‘Bekçi’nin notlarını akışa dahil ettikten sonra ayağa kalktım, pencereye doğru yürüdüm; evreni, evrenin küçük bir parçası olan dünyayı ve dünyada yaşamış olan, yaşayan ve yaşayacak olan milyarlarca insanı düşündüm.

Satanistlerin kurdukları düzende yaşamalarına izin verildiği kadar yaşayan, her türlü bilişsel ve fiziksel saldırıya maruz kalan ve kıskıvrak kuşatılan milyarlarca insan ne kadar zavallı görünüyordu. Allah’ın varlığına mümkün olduğu kadar saf bir şekilde iman eden Müslümanlar bile paramparça edilmişlerdi.

Müslüman ülkelerin tamamı, Amerikan, İngiliz, Fransız, İsrail, Alman, Rus istihbarat örgütlerinin kurduğu, kurdurttuğu ve yönettiği terör ve savaş ağlarında insan öğütüyorlardı. Türkiye'de Bürokrasi, Ordu, Emniyet, Yargı gibi hassas yapıları elegeçiren ve 2016’da darbe yapan FETÖ gibi Ilımlı İslam- Dinlerarası Diyalog örgütlerine karşıt olarak, El Kaide, IŞİD-DAEŞ, Hizbuttahrir gibi Selefi-Sünni örgütler ile Hizbullah, Haşdi Şabi gibi Şii silahlı örgütler kurarak müslümanların öldürülmesini sağlıyorlardı.  

“Benim meselem artık bu memleketin hiçbir evladının, PKK, Hizbulkontr, FETÖ, İBDA, IŞİD, Hizbuttahrir, DHKP-C ve diğer sağcı-solcu CIA-Pentagon üretimi örgütler yoluyla heder edilmemesi meselesidir... Artık aldanma devri bitmiştir, bunun en büyük sorumluları devlet, hükümetler, üniversiteler, yayınevleri ve gazeteciler olacaktır.” diyordu ‘Irmak Yazarı’.

İçimin karardığını hissediyordum. Gökyüzündeki yıldızlar karanlığa rağmen mi ışıldıyorlardı, karanlık mı onların ışıldamasını sağlıyordu? Ya da karanlık olmasaydı ışıldadıklarını göremezdik diye mi düşünecektik?

Zifiri karanlıkta yıldızlar görünemezlerdi ki. İnsanlık, zifiri, Şeytanî bir karanlıktaydı; kimin yıldız olup olmadığını bilemezdi, yıldız gibi parlayan her şeyin gerçekten yıldız olup olmadığından da emin değildi. 

Oysa insanların koşturarak takip ettiği ve adım adım karanlığa gömüldükleri halde farkına varamadıkları için vazgeçemedikleri o kadar çok yıldız vardı ki Samirîler tarafından parlatılan..

Allah’a sesleniyordu içim, A’râf Suresinin 54-56. ayetlerini okuyarak karanlıklardan çok daha ötelere doğru yol alırken:

“Şüphesiz ki Rabbiniz, gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra Arş'a istivâ eden, geceyi, durmadan kendisini kovalayan gündüze bürüyüp örten; güneşi, ayı ve yıldızları emrine boyun eğmiş durumda yaratan Allah'tır. Bilesiniz ki, yaratmak da emretmek de O'na mahsustur. Âlemlerin Rabbi Allah ne yücedir! Rabbinize yalvararak ve gizlice dua edin. Bilesiniz ki O, haddi aşanları sevmez. Islah edildikten sonra yeryüzünde bozgunculuk yapmayın. Allah’a korkarak ve umarak dua edin. Şüphesiz, Allah’ın rahmeti iyilik edenlere çok yakındır.”

Kim okuyacaktı bu romanı? Kim her şeyi birbirinden ayırarak seçtiği şeylerden başka şeylerin, diğer şeylerin önemli ya da önemsiz olduğuna karar verecekti?

Ben bunu düşünerek ilerleyemezdim. Bu bir yolculuktu; yaşadığımız hayatı mikroskopla inceleyemez, içinden seçtiklerimizi cımbızla çekip alarak ve onları evirip çevirip süsleyip sanat diyerek pazarlayanlarla aynı yolda yürüyemezdik.

Bekçilerin bu tür kaygıları yoktu, benim hiç yoktu. Yaşadığı hayatın anlamını sorgulayanlara bir yol açıyorduk; anlam tartışmalarının yürütüldüğü zeminlerden çok daha başka ve çok daha gerçek bir zemin oluşsun diye çabalıyorduk.

Bilgisayarımı kapatıp çalışma odamdan çıktığımda, ‘Allah büyüktür!’ diyordu içimi serinleten bir ses... ‘Allah büyüktür!’

On dokuzuncu günü de önceki günler gibi yatağa girerek kapatacaktım yine, sonraki yirmi bir günü kapatacağım gibi.

Ve sabah olduğunda yeniden başlayacaktı her şey; tıpkı her yeni doğan bebek için olduğu gibi yeniden karılacaktı şeyler, yeniden düzene gireceklerdi. Yapabileceklerimiz sınırlıydı, ancak üstümüze düşeni de hak ettiği şekilde saygı ile karşılayacak ve çalışacaktık. Başka seçeneğimiz yoktu. Zaten en büyük eksiğimiz de buydu.

O gece serin bir uyku bağışlamıştı bana Allah, saatin kaç olduğuna bakmamıştım hiç ve tan yeri ağarırken yumuşak bir yel dokunmuştu yüzüme.

Sabah namazının içimizi ve evimizi aydınlatan huzuru, geceden önceki gündüzün ve daha önceki gündüzlerin yüklerini çekip almıştı alnımızdan... 

Büyük oğlum sessizce kalkmış ve  yarı uykulu bir halde abdest almak için banyoya girmişti, sabah namazını kılarak hemen yatağına girecek ve kaldığı yerden uykusuna devam edecekti. Onu öyle görünce içimi büyük bir sevinç dalgası sarmıştı. Bu aslında büyük bir zaferdi, nefsin namaza ve bütün ibadetlere karşı arsızca direnen bitmez tükenmez tembelliğine ve Şeytan'a karşı.

Karım, annem ve babam henüz uyanmış değillerdi. Birazdan onlar da kalkacaklardı, biyolojik saatlerine sabah namazı vaktini öğrettikleri için. Herkes sessizce namazını kılacak ve sabahın huzur verici dinginliğini derinden hissederek güne başlayacaktı.

Ben de abdestimi aldım ve balkona serdiğim namazlığın sarıp sarmalayan yumuşak halı yüzünde namazımı kıldım. Annemin ve babamın da odalarından çıktıklarını, abdest aldıklarını duyuyordum. Karım namazını kıldıktan sonra odasından çıkacaktı ve güne başlayacaktı. 


<<Önceki                      Sonraki>>


[16.11.2024, (9/53 (781))]


Seçkin Deniz, 17.11.2024, Sonsuz Ark, Sıkıntı, Roman

Sıkıntı





Sonsuz Ark'tan

  1. Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur. 
  2. Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
  3. Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark manifestosuna aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz.
  4. Sonsuz Ark Yayınlarının Kullanımına İlişkin Önemli Duyuru için lütfen tıklayınız.

 

     

Seçkin Deniz Twitter Akışı