8 Kasım 2025 Cumartesi

SA11697/SD3648: Sıkıntı (Roman); 13. Bölüm-Toprak 17

 Sonsuz Ark/ Evrensel Çerçeveye Yolculuk

"İstanbul’un o karmaşık ve kalabalık caddelerinden çıktığımızda neredeyse bir saat zaman kaybetmiştik, ama buna değmişti. O beton yığınları geride kalmıştı; geçtiğimiz her yer ağaçlarla doluydu.


Duygudurum bozukluklarını giderecek hangi ilacı keşfedebilirdi ki bilim insanları? Uyuşturucular ve alkol dışında insanlara sıkıntılı ruhlarını unutturacak neyi vardı, gelişmiş Batı’nın? Kaldı ki onlar da sıkıntılı ruhlarını geçici olarak unutmalarını sağlarken, her seferinde insanları biraz daha canavar ve biraz daha ‘insanlık dışı’ yapıyorlardı.

Sinirleri bozuktu, Batı kadar gelişmiş İstanbul’daki insanların ve en az bir Avrupalı, bir Amerikalı kadar çağdaşlardı; çünkü çoğu onlar kadar vahşileşmişler ve yapayalnız çığlıklar atacak kadar delirmişlerdi.

Şeytan'ın çocukları dünyanın her yerinde olduğu gibi burada da insanları böyle yapmışlardı; onların insanların içine ektikleri korkuları yeni tanrılar olarak ilan etmişlerdi insanlar ve duygudurum bozukluklarını giderecek yeni tanrılar aramaya devam ediyorlardı. Yıkıp geçiyorlardı her yeri ve her şeyi, delirtiyorlardı insanları; birazdan süklüm püklüm kıvranacakları yeri akıllarına bile getirmeden. Ve sonra utanmadan duygudurum bozuklukları için suçlu arıyorlardı, ne zaman duracaklarını bilmeden.

Belki durduklarında ve sustuklarında duygudurum bozuklukları kendiliğinden geçecekti. Eğer inandıkları bir Allah varsa...

Hiç umutlu değildim, çünkü insan kendi başına bir yol bulamamıştı yaratıldığından beri. Son beş yüz yıl boyunca da kendisinin bulduğuna inandırıldığı bir yola sapmıştı; yolun sonunda ise kendisinin bulduğunu sandığı yolun Şeytan’ın öğretilmiş eski ve değişmez yolu olduğunu kendi başına bulabilecek yetkinlikte de değildi.

Yazıyordum, yazmalıydım. Allah’ın yoluna oturarak insanları o yoldan saptıran Şeytan’ı ve yolunu herkese duyurmalıydım. Yirmi bir gündür zihnimde yankılanan şeyler değişmiyordu. Zihnimde bir yankı odası oluşturmuşlardı bekçiler; her şey dallanıyor, budaklanıyor ve sonra aynı kökten çıktığını saklama gereği bile duymayacak kadar pervasız bir şekilde katılaşarak, sanki doğal hayatın bir parçası imiş gibi, Şeytan’ın insanı mahkûm ettiği dünyadaki cehennemi sürdürmenin zorba bir parçası oluyordu.

Sık sık vurguluyordum bir sistem mühendisi olduğumu, bunun bir nedeni vardı; mesleğim gereği diğer insanlardan farklı bakmama rağmen insanın yaşadığı büyük cehennemin boyutlarının bu kadar güçlü, yaygın ve derin olduğunu fark edememiştim, sıradan insanlar bunu nasıl fark edeceklerdi ki? 

Bekçilerin kaygılarının derinliği, zihnimde oluşturdukları yankı odasına taşıdıkları tespitlerin gücünü de doğrudan etkiliyordu. Düşündükçe, yapışkan ve rahatsız edici kötülüğün ne kadar güçlü olduğunu da fark ediyordum.

Şirketteki toplantım bittiğinde öğle ezanı okunuyordu. Sıradan, rutin bir toplantıydı. Dikkate değer herhangi bir konu yoktu, ancak şirket yapay zeka alanında bir karar alma aşamasındaydı, benim görüşlerimi beklemişlerdi. İnsanın beden ve akıl gücüne bağımlı olan geleneksel sanayi, ticaret, tarım, bilim, felsefe, eğitim, sağlık, ulaşım artık bitmişti; öğrenen makineler çağı başlamıştı. Bu konuda bir dakikalık gecikme bir yıllık kayıp demekti. 

Onlara insan yapısı makinelerin asla insanın beden ve akıl gücünü yenemeyeceğini söylemiştim, ancak makineler kolektif olarak, bir tek insanın beden ve akıl gücünün kat kat üstünde performans gösterebildikleri için daha üstün görünebilirlerdi. 

Sonuçta, insana birçok açıdan yardımcı olabilecek bir faydaydı bu, aynı zamanda insanın felaketini de sağlayabilecek özelliklere sahip bir fayda. Tıpkı insanın yaratıldığı ândan bu yana beden ve akıl gücüyle elde ettiği diğer faydalar ve felaketler gibi.  

İnsan için zamanı ve enerjiyi daha değerli kılan hızlı bir öğrenme modeliydi Yapay Zeka. En büyük riskleri de düşünmekten nefret eden insanı daha da tembelleştirmek ve değersiz, inançsız derin bir sefahate sürüklemekti. Yapay Zeka’nın öldürmeyi kolaylaştırması bir şeyi değiştirmeyecekti; insan her çağda, her araçla öldürmeyi başarmıştı çünkü.

Avukat, beni siyah arabasıyla aldığında saat 13.45’ti. Arabasından indiğinde ona şöyle bir baktım. Bütün kıyafetleri ve ayakkabıları arabası gibi siyahtı. Tepesindeki saçları daha da seyrelmişti.

‘Siyah seni genç mi gösteriyor, Avukat?’ diye sordum tokalaşıp sarılırken. ‘Ama saçların ahengi bozuyor, bakır rengi ve seyrek!’

‘Sen kendine bak, Mühendis!’ dedi neredeyse zorla gülerek. ‘Gözlerim de bozuyor o ahenk dediğin şeyi!’

Koyu kahverengi göz rengi vardı. ‘Haklısın!’ dedim, bagaj kapağını açmasını beklerken. ‘Ama ruhundaki karanlık yüzüne yansımış, neredeyse görünmez bir kerpeten her iki yanağından çekip zorla güldürüyor seni! Ne oldu sana?’

‘Arkadaş, ne kadar acelecisin ya!’ dedi karanlıklarına dönen yüzüyle. ‘Acıkmadın mı sen?’

Arabaya bindik hızlıca. ‘Acıktım!’ dedim gülümseyerek. ‘Ama senin gibi gece-gündüz, yirmi dört saat açlık-tokluk düşünmüyorum. Ne yiyeceğiz?’

Yola çıkarken canlandı dili. ‘Bir kere gece-gündüz, yirmi dört saat açlık-tokluk düşünmüyorum. Ben bekâr bir adamım, nerede acıkırsam orada yerim. Sen herkesi kendin gibi mi sanıyorsun Adanalı?’ dedi bir nefeste. ‘Seni uzak bir yere götüreceğim, yeni açılmış, ‘kendin pişir-kendin ye’ türünden bir yer!’

O da Adanalı’ydı. Ömrü İstanbul’da Adana kebabının tadını alabileceği kebapçı aramakla geçmişti, ama bir türlü bulamamıştı.

‘Oraya hiç gittin mi daha önce, İstanbullu?’ diye sordum endişeyle. ‘Çünkü İstanbul lezzet yerine gösteri sunar insana!’

‘Yok, gitmedim!’ dedi umursamaz bir şekilde. ‘Yeni açılmış, beğenmezsek yemeyiz, ama övdüler, ‘eti güzel’ diye!’

Seçiciydi, her yer de her şeyi yemezdi, belli başlı mekânları vardı. Dostlarını oralara götürürdü. Bana sık sık sorardı, ‘Senle şuraya gittik mi?’ 

Çoğunlukla kimi nereye götürdüğünü hatırlamadığı için bana sorduğu yerlerin çoğuna gitmemiş olduğumu anlıyordum gittiğimizde.

‘Kim bilir kimi getirdin de ben sanıyorsun?’ derdim ben de onu kışkırtarak. O da ‘Hangi sevgilimi, nereye götürdüğümü ben bile bilmiyorum!’ derdi cevap olarak. ‘Dostlarımı tek tek nereye götürdüğümü nasıl hatırlayacağım, Arkadaş?’

Hiç sevgilisi yoktu. Evlenmiş ve iki çocuğu doğduktan ve büyüdükten çok sonra boşanmıştı. Tam bir iş bağımlısıydı. Karısının bu durumu sürekli eleştirmesine dayanamamıştı sonrasında; resmen boşanmasına rağmen ailesine kol-kanat germeye devam ediyordu. ‘Hanım’ diyordu hâlâ eski karısına.

İstanbul’un o karmaşık ve kalabalık caddelerinden çıktığımızda neredeyse bir saat zaman kaybetmiştik, ama buna değmişti. O beton yığınları geride kalmıştı; geçtiğimiz her yer ağaçlarla doluydu. 


<<Önceki                      Sonraki>>


[01.11.2025, 13/35 (989))]


Seçkin Deniz, 26.10.2025, Sonsuz Ark, Sıkıntı, Roman

Sıkıntı




Takip et: Next Sosyal @seckin_deniz

Takip et: Next Sosyal @sonsuzark



Sonsuz Ark'tan

  1. Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur. 
  2. Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
  3. Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark manifestosuna aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz.
  4. Sonsuz Ark Yayınlarının Kullanımına İlişkin Önemli Duyuru için lütfen tıklayınız.

 

Seçkin Deniz Twitter Akışı