Sonsuz Ark/ Evrensel Çerçeveye Yolculuk
"Son çaylarımızı almış ve tekrar sundurmanın altındaki divana dönmüştük. Hava serindi Ağustos sıcağına rağmen, nem yoktu en azından."
‘Nasıl değiştireceksin bütün kemikleşmiş algıları, Aziz Kardeşim?’ diye sordu Mahir, endişeli bir sesle. ‘Beni ikna ettin diyelim, memleketteki bütün insanları nasıl ikna edeceksin?’
Bazı notlar almıştım ‘Sıkıntı’da kullanmak için, telefonumdan mail hesabımın bulut deposunu açmıştım ve Mahir’e:
'Türk Tarih Kurumu bir talimatla büyük bir işe girişebilir; her adımını şeffaf bir şekilde herkesin gözü önünde atarak gerçekleri açıklayabilir.’ demiştim. ‘Mesela, ‘Atatürk Filistin cephesinden kaçtı' diyorlar, bu büyük bir yalan. Son Padişah Vahdettin cepheden kaçan birine mi, 'Sen vatanı kurtarabilirsin' dedi, Vahdettin aptal mıydı? Aksine Mustafa Kemal’in mağlubiyetin ana sorumlusu olan Alman generallerin savaş stratejilerini her ayrıntıyı net bir şekilde eleştirerek reddettiğine şahit olmuştur. Tarihler çok nettir. Mustafa Kemal, 5 Temmuz 1917'de, Filistin'de yeni teşkil edilen ve Almanya Genelkurmay Başkanı Mareşal Falkenhayn’ın komutanlığını yaptığı Yıldırım Ordular Grubu’na bağlı 7. Ordu Komutanlığına atanmış, ancak Mareşal Falkenhayn ile savunma stratejilerindeki çarpıklıklar dolayısıyla anlaşamamış, 2 Ekim 1917'de istifa ederek, İstanbul'a gitmiştir. Kudüs ise, yine Alman subaylar tarafından yönetilen ve iki aydan fazla süren savaşlar sonunda 8-9 Aralık 1917'de düşmüştür. 11 Aralık 1917'de İngiliz General Allenby Kudüs'e girmiştir. Osmanlı Ordularına komuta eden Alman subaylarla birlikte muzaffer İngilizler dahil bütün hristiyanlar ve Siyonist Yahudiler Kudüs’ün düşüşünü kutlamıştır. Şimdi bu gerçek karşısında hangi vicdanlı Müslüman, ‘Atatürk Filistin cephesinden kaçtı' yalanına inanabilir? Vahşi İttihatçıları aklamak için uydurulan bu yalanın sahibi kimdir? Kudüs açık bir şekilde İttihatçılar tarafından Siyonistlere terk edilmiştir. Bu sinsi planı gören ve karşı çıkarak istifa eden de Mustafa Kemal’dir.’
‘ Vay, Azizim, neler bilmiyormuşuz biz böyle?’ demişti Mahir, esefle söylenerek.
‘Ayrıca, Hilafet sayıklayıp duranlar var!’ demiştim Halifeliğin kaldırılışına yönelik eleştirileri hatırlatarak. ‘Hilafet, uluhiyet iddiası - Allah'ın yeryüzündeki gölgesi- dolayısıyla şirk yatağıdır, beşerî ve siyasî bir makamdır, dinle alakası yoktur. Biliyorsun, Müslüman’ın dayanağı Kur’an’dır, Hilafet’e dair, bu konuda hiçbir âmir hüküm içermeyen Kur’an’da delil yok; aksine Şûrâ Suresinin 38. ayetinde istişareyi emreder Allah. Hilafet, babadan oğula geçen bir saltanat şeklidir. Müslümanlar üzerinde hiçbir hükmü kalmamış olan ve birkaç çapulcunun bir araya gelmesiyle ve Şeyhülislam kılıklı birinin verdiği fetva ile tahttan indirilen Halife’nin kurumsal hükmü de kalmamıştı? Bir başka husus da şu: 33. Osmanlı padişahı ve 112. Halife Beşinci Murad, yani haşa Allah’ın yeryüzündeki gölgesi, Fransa’daki mason üstadına bağlılık yemini etmiş bir masondu mesela; son halife Abdülmecid Efendi çıplak kadın resmi yapan bir ressamdı; kaç kişi biliyor bunu?’
‘Hiç böyle düşünmemiştim Azizim!’ demişti Mahir gözlük camlarının arkasından görünen gözlerini iri iri açarak.
‘Hilafet’i ve kendisini Allah’ın yeryüzündeki gölgesi olarak gören Halifeyi yüceltenlerle hakaret edenler ve Atatürk'ü tanrısal bir yüceliğe taşıyanlarla ona hakaret edenler eşit derecede ahmaktır, cahildir, Ağa!’ demiştim biraz nefeslenerek. ‘Politikanın değişen kurallarına ve bağlamlarına göre kurulan ve kaldırılan kurumlar üzerinden yürütülen ayrışma kasıtlıdır, kötü niyetlidir. ABD’nin, eğer 15 Temmuz askerî darbesi başarılı olsaydı, CIA’in kontrolündeki hemen hemen bütün tarikat şeyhlerinin gizli veya açık bir şekilde desteklediği FETÖ lideri Fetullah Gülen’e kurdurmak istediği Sünni Hilafeti, İran’da Şii Velayet-i Fakih olarak 1979’da Humeyni’ye kurdurduğunu kim inkâr edebilir? 1979’dan beri İran sadece Sünni Müslüman öldürüyor. Nasıl açıklayacaksın bunu?’
‘Vaktin daralıyor, bir çay daha içelim, Azizim!’ demişti Mahir, derin ve kahırlı bir nefes alarak ayağa kalkarken.
Ben de bardağımı alarak ayağa kalkmıştım, “Nesiller arasında büyük uçurumlar oluşuyor, farkında mısın bilmiyorum, Ağa?’ demiştim zihnimdeki çerçeveyi ona aktarırken. “Ama değişmeyen bir tek şey var; ihanet milyonlarca yıl öncesi gibi her daim kendi neslini seçiyor ve işlerini yürütüyor... insanın mayasında olan bu maalesef; Allah sınamak için böyle yaratmış. Bizler çok önemli bir yüzyıl geçişinin tanıklarıyız; yazılı metinler aracılığı ile geçmiş yirmi yüzyılı ve içinde yaşadığımız yirmi birinci yüzyılı ölçebiliyoruz, ama yeni nesiller bu ölçümü yapacak bir bilinç düzeyinde değil. Bu sorunun çözümü basit, ama bunun bir sorun olduğunu anlaması gerek Erdoğan'ın... ve riyakar Masonik Sufizm asla çözüm değil... ve yine anası babası belirsiz Masonik İslamcılığın da çözüm olmadığı apaçık. Düşünce dünyamızı çölleştiren bu kıskaçtan çıkmak zorundayız, ‘Siber Uzay’ ve ‘Yapay Zeka’ çağındayız!’
Son çaylarımızı almış ve tekrar sundurmanın altındaki divana dönmüştük. Hava serindi Ağustos sıcağına rağmen, nem yoktu en azından.
‘Sen nasıl bir strateji önerirsin Mustafa Kemal konusunun aydınlığa kavuşması için?’ diye sormuştu Mahir, zihninde oluşan olguyu somutlaştırmak için. ‘Bir sistem mühendisi ne önerir bize?’
‘Atatürk olgusunun geniş kapsamlı ve objektif bir bakış açısıyla, özellikle kronolojik olarak politik, sosyoloji, ideolojik, jeopolitik ve dinî karşılaştırmalar yapılarak, hatıralar ve belgeler eşliğinde yeniden incelenmesi şarttır!’ demiştim hiç düşünmeden. ‘Şu ana kadar yaptığım araştırmalarda ve bağlı olarak yaptığım analizlerde ulaştığım sonuç nettir; Atatürk, Sufizm ve İslamcılık tarafından temsil edilen ve tanımlanan, erozyona uğramış, tanınmaz haldeki geleneksel hurafelerden oluşan ve ‘İslam Dini’ olarak görünen kültüre karşı açık bir tutum almakta haklıdır; ancak üzerinde ısrarla durulması gereken şey, içinde yaşadığı çağda, her tarikattan sufi şeyhinin, İslamcıların, hatta dinin en yüksek temsilcisi olan halifenin (V. Murad) ve şeyhülislamların bile mason olduğu çağda deforme edilmiş olan İslam elbette câri olarak bilinen din değildir, burada asıl olan Sufizm’in ve İslamcıların üstünü örttüğü 'Kur'an'daki Din olan İslam' ile ilgili arınma faaliyetlerinin yapılması yerine ‘Laiklik’ gibi bir aracın kullanılmış olmasıdır. Bunun en önemli sebeplerinden biri de İslamcıların ortaya ‘Kur’an merkezli’ bir alternatif koyamamasıdır; hepsi masonların güdümünde kekelemiş ve neredeyse dilsiz olmuşlardır. Günümüze ulaşan metinlerin hemen hepsi slogan düzeyinde. Birgivi, İslamcılardan neredeyse dört yüz yıl önce yaşamış, Numan Bin Sabit, bin yüz yıl önce. Onların metinlerini bilen biri, samimi bir Müslüman’ın nasıl düşünmesi ve yol belirlemesi gerektiğini açık bir şekilde görür. Sen hiç insanın temel meselelerine dair İslamcı bir bakış açısıyla yazılmış bir metin okudun mu, Ağa? Mesela Erdoğan’ın elinde ne gibi bir çerçeve var?’
‘Şeriatî, Mevdudî diyeceğim ama... yok Azizim, yok!’ demişti Mahir. ‘Ne desen haklısın; elimizde Marksist metinlerden ve onun yerli diyebileceğimiz taklitlerinden başka bir şey yok. Kapitalizmin elinde heder olmuşuz; itiraz eden de yok!’
‘Ben itiraz ediyorum işte!’ demiştim gülümseyerek. ‘Bak bu bardaktaki çay da ediyor, ‘beni daha güzel demleyebilirdiniz’ diyor!’
Canı sıkılmıştı birden Mahir’in, ‘Keşke soğuk demleseydim de, ‘çay nerede kaldı Ağa’ diye her dakika çay sesleneydin!’ demişti. ‘Çaysız kalma diye yarı-soğuk demledik işte!’
‘Hah işte!’ demiştim.. Biz bugün yarı soğuk yazılmış her şeyi yarı soğuk demli öğreniyoruz ve konuşuyoruz. Atatürk konusu da öyle!’
‘Mustafa Kemal’in kökeni konusundaki tartışmalara ne diyeceksin, Azizim!’ demişti Mahir yine merakla. Aklına sokuşturulmuş kılçıklar işlerini görüyordu. ‘Sabetayist diyenler var, ben pek katılmasam da bu düşünceye!’
‘Bu iddianın çok zayıf tek kaynağı var, Ağa!’ demiştim yeniden notlarıma bakarak. ‘İtalyanların Trablusgarb’ı işgali sonrası Kudüs-Mısır yoluyla Trablusgarb’a giden Yüzbaşı Mustafa Kemal’in 30 Eylül 1911’de ya da aynı yılın geç kış günlerinde Kudüs Kamenitz Oteli’nde yahudi Eliezer Ben Yehuda’nın oğlu gazeteci Itamar Ben-Avi ile görüştüğüne ve ‘Shema Yisra’el’ ya da “Duy ey İsrail” duasının İbranice açılış sözlerini ezberden okuyarak Ben-Avi’ye Yahudi (dönme) olduğu sırrını verdiğine dairdir bu iddia. Başka hiçbir yerde ve kaynakta yer almayan bu iddianın birkaç küçük ayrıntı ile ne kadar zayıf olduğunu görmek kolaydır. İddiadaki tarihler yanlıştır ve en önemlisi ne İsrail devletinin ne de diğer Yahudilerin buna dair bir bilgisi ve belgesi vardır. Mustafa Kemal’in 27 Eylül 1911 tarihinde İstanbul'da Genelkurmay Başkanlığında bir göreve tayin edildiği, bunun üzerine İstanbul'a gelerek bir süre Genelkurmay Başkanlığında çalıştığı sabittir. 5 Ekim 1911'de İtalyanların Trablusgarb'a hücum ederek istilâ hareketlerine başlamaları sonrası, Mustafa Kemal, bu bölgede görev almak üzere 15 Ekim 1911'de İstanbul'dan ayrılmıştır; Libya’da İtalyanlara karşı yürüttüğü mücadele sırasında, 27 Kasım 1911 tarihinde binbaşılığa terfi etmiştir. Balkan Harbi başladığı için, 24 Ekim 1912'de Trablusgarb'tan hareket ederek İstanbul'a gelmiştir. Ayrıca asıl adı Simon Zvi olan Şemsi Efendi gibi bir dönmenin okuluna giden bir öğrencinin, Yahudi olan dönmelerin gizli dualarının açılış sözlerine şahit olması kadar doğal bir şey olamaz!’
Sıkıntı
Takip et: @SonsuzArk
- Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur.
- Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
- Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark manifestosuna aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz.
- Sonsuz Ark Yayınlarının Kullanımına İlişkin Önemli Duyuru için lütfen tıklayınız.