7 Ocak 2024 Pazar

SA10522/SD2976: Sıkıntı (Roman); 6. Bölüm-Ova 36

    Sonsuz Ark/ Evrensel Çerçeveye Yolculuk

"Toprağa dönmek, ölmek demekti; toprağın bir tur dönüşüydü yaşamak."

Hostes’in sorusu düşüncelerime ara vermeme neden olmuştu. Hafifçe eğilerek sormuştu. O kadar dalmıştım ki gülümseyen gözlerinin biraz altında, çizgileri belirsiz burnunu da görünmezleştiren, yavaş kasılmalarla kıpırdayarak dikkatimi çeken kırmızıya çalan mor bir rujla kaplı dudaklarından dökülen kelimelerden hiçbir şey anlamamıştım.

Anlamadığımı fark edince söylediklerini tekrarladı Hostes, herhangi bir içecek isteyip istemediğimi soruyordu. Başka ne sorabilirdi ki? Gülümsedim ve ona, çalıştığımı, bu yüzden sorusunu algılayamadığımı söyledim. O da fark ettiğini, bu durumlara alışkın olduğunu fısıldadı nezaketle. Kahve istemiştim; İstanbul Havaalanı’nda içemediğim, Cevval’in ‘uçakta içersin’ dediği kahve.

Ve bir de su.

Bir şey dikkatimi çekmişti o anda. Hostes’in gözlerinin aralıksız bir şekilde her iki elimin parmaklarına kaydığını fark etmiştim; uzun kirpiklerinin altından o kadar hızlı bir şekilde göz atmıştı ki parmaklarıma, öylece kalakalmıştım.

Etek giymemişti, bayrak kırmızısı ceketi ve antrasit gri pantolonu, gömleği, kırmızı fuları ve THY armalı kırmızı kepi ile açık kahverengi bakıyordu. Gençti ve güzeldi; kumral bir teni vardı, keple şekillendirdiği saçları da kumraldı. İlk kez karşılaşıyorduk.

Çok uçuyordum, uçuş görevlileri ile çok sık muhatap oluyordum, ama kimi zaman bazıları ile aynı uçuşta karşılaşsam da çok sık denk gelmiyordu zamanlarımız. Cevval’in hosteslere olan arsız ilgisini de çok sık eleştiriyordum, ‘Cevval’in ahı mı tuttu?’ diye düşünürken Hostes kahve ve suyla birlikte geldi, ikram olarak küçük, zarif ambalajlı çikolatalar da getirmişti.

Gülümseyerek teşekkür ettim ve ‘çocukların küçük çikolataları çok sevdiğini, onlar için alacağımı’ söyledim. Yüzüne buruk bir tebessüm yayıldı, mesajı almıştı.

Bir Yahudi geleneği olarak kültürümüze giren nişan ya da evlilik yüzüğünü takmıyordum, yüzük takmanın bir gereklilik olduğunu da düşünmüyordum. Kadınlar için belki, ama erkekler için evlilik veya nişan işareti olarak yüzüğün bir anlam taşımadığını görmüştüm. Son dönemlerde kadınların parmaklarında taşıdıkları yüzüklerin de anlamsızlaştığını görmeye başlamıştım.

Parmaklarımda herhangi bir aksesuarla tanımlanmak tuhaf geliyordu; yüzüklerle çevredeki insanlara mesaj iletilmesinin kişisel olarak yeterlilik sorunlarını yansıttığına dair düşüncelerim vardı. Altın yüzük bir başka hayat biçimini, gümüş yüzük karşı anlam zeminini temsil ediyordu.

Erkeklerin altın aksesuar takmalarının haram olduğunu iddia edenlerin ayetlerden kesin bir kanıtı yoktu, gümüş takmalarının sünnet olduğuna işaret eden deliller de çok zayıftı. Mühür amacıyla hazırlanmış gümüş yüzükler gerekçe olarak sunulamazdı. Çok anlamsız işlerle uğraşmıştı geçmişte fâkihler ve insanların en çok ihtiyaç duyduğu bugün ortalıkta görünmüyorlardı.

İnsan doğasının yarım olduğuna, tamamlanmak için karşı cinsten bir başkasını aramak üzere programlandığına artık emindim. Erkek ya da kadın, insan yalnız olamazdı, yalnız olduğu zaman hep yarım ve hasta kalıyordu. ‘Ova Yazarı’nın alaycı bir dille yaklaştığı kadar zayıftık ve çok çabuk etkileniyorduk.

Bir kadın ilk kez gördüğü bir erkeği nasıl beğenirdi, onda ne arardı da o anda onda onu gördüğünü düşünürdü? Ne bulmuştu bende Hostes? Bu hiçbir zaman çözemeyeceğim bir muammaydı ve herhangi bir standardı yoktu. Yine de sistematik çözümlemelerimin sonucunda somut olarak söyleyebileceğim birkaç şey tespit etmiştim.

Kadınlar kendi kişilikleri, beklentileri ve çevrelerinden gördüklerinden elde ettikleri tecrübelerle doğru orantılı olarak gözlemliyorlardı erkekleri. Kendilerine göre bir kıstas belirliyorlardı; bu ya erkeklerin kadın avcısı olup olmadıkları ile ilgiliydi ya da fiziksel özelliklerle ve maddî durumla. İnanç gittikçe azalan bir ilginin parçasıydı.

Bu dördünü de beklentilerinin çerçevesini çizerken önemseyen kadınlar gerçekçi bir çerçeve üretmediklerinin farkında oluyorlardı genellikle. Zamanla kıstaslarının sayısını azaltarak en önem verdikleri özelliğe odaklanıyorlardı. Bu da genellikle ya fiziksel özellikler ya da maddî durum veya meslekî sıfatlarla ilgili oluyordu.

Suyumdan içtim önce birkaç yudum, kahve soğumamalıydı. Kahvemden de bir yudum aldım. Kız istemeye gidildiğinde gelin adayının misafirlere ve damat adayına ikram ettiği kahve gelmişti aklıma. Damat adayının kahvesine konan tuz, ‘hoş geldiniz’ derken damat adayını ilk kez gören gelin adayının bu işe razı olduğuna dair ona kahve ikram ederken gönderdiği gizli bir mesajdı.

Bu, bugün sadece basit bir ritüel olarak kalsa da çok ince, çok anlamlı ve sessiz, sağlam bir iletişim biçimiydi. Atalarımız imalarla ve bu tip davranışlarla mesaj iletme ustalarıydı; Marshall planıyla birlikte ruhumuzu ele geçiren Amerikan etkisi yavaş yavaş kaba bir toplum haline getirmişti bizi, neredeyse her şeyi bağıra çağıra anlatmamıza rağmen mesajlarımızı birbirimize iletemez hale gelmiştik.

Kendi özgün iletişim sistemimizi aşağılayarak yok etmiştik; kör, sağır ve dilsiz olmuştuk ‘Küçük Amerika’ olmaya çabalarken. Amerika gibi, iletişim kuramadıklarımızı yok etmeye çalışıyorduk farkında olmadan; ya fiziksel olarak ya da değer olarak.

Batılılaşmıştık evet; ancak Batılılaştığımız için vahşileşmiştik. Hostes bu vahşiliğin içinde muhtemelen, bulacağını umarak, vahşi olmayan şeyler arıyordu; avcı olmadığımı görmüş olabilirdi.

Kahvemi bitirdim, yolculuk da bitmek üzereydi. Bulutlarla sarmaş dolaş olan Toroslar’a tepeden bakıyorduk. ‘Toroslar’ demek ‘Adana’ demekti. Bu uçsuz bucaksız sıradağların haşin soğuğu, aşılmaz heybetinden daha şiddetliydi.

Şu anda yoktu, ama eskiden Temmuz ortasına kadar tepelerinde pamuk beyazıyla ışıldayan karlar olurdu. Güneşin kavurucu yakın sıcaklığıyla cayır cayır yanan Çukurova, yağışların azaldığı, çoğu zaman durduğu mayıs ayından sonra doyasıya beslenirdi bu suyla.

Seviyordum bu toprakları; benim doğduğum topraklardı bu topraklar, ben bu topraklardan evrilerek insan olup çıkmıştım. Birbirimize ‘toprak’ derdik biz; ‘toprağım’. İnsan bu yüzden doğduğu ve büyüdüğü yeri severdi; çünkü kanı-eti-kemiği ilk kez o topraklarla vücut bulmuştu.

Toprağa dönmek, ölmek demekti; toprağın bir tur dönüşüydü yaşamak.

Ve hep toprağa bağımlı olarak sürülen bir ömür; insan toprak kadar zengin ya da fakirdi işte. Bu kadar basitti insanın bedeninin o kuşkonmaz, şeytandan ödünç alınan kibrinin kökeni. Ama emekti toprak; ateş gibi değildi. İnsan yemeliydi, içmeliydi; çalışmalı ve üretmeliydi bunun için. Oysa ateş, Güneş’ten geldiği gibi, Şeytan’ın kendisini insandan üstün göreceği kadar sterildi emekten.

Biz Çukurova’da hem topraktan hem de ateşten gelenlerin içine doğardık; toprakla ve ateşle büyürdük. Duygularımız ya toprak kadar çeşitli ve besleyici ya da güneş kadar yakıcı ve eritici olurdu, ama en çok içten içe erir ve kendimizi yakardık.

Allah’ın beni dünyada gönderdiği koordinatlar bu yüzden belki Çukurova’yı gösteriyordu. Uçaktan tıpkı öyle görünüyordu bana Adana. Her seferinde yeniden doğuyormuş gibi iniyordum uçaktan. Şimdi de öyleydi; içim ferahlamıştı, yangın yerine serin rüzgarlar esiyordu. 


<< Önceki                      Sonraki>>


[05.01.2024, (6/73 (598))]

Lütfen gitmek istediğiniz bölümü tıklayınız:


Seçkin Deniz, 07.01.2024, Sonsuz Ark, Sıkıntı, Roman

Sıkıntı





Sonsuz Ark'tan

  1. Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur. 
  2. Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
  3. Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark manifestosuna aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz.
  4. Sonsuz Ark Yayınlarının Kullanımına İlişkin Önemli Duyuru için lütfen tıklayınız.

 

    

Seçkin Deniz Twitter Akışı