Sonsuz Ark/ Evrensel Çerçeveye Yolculuk
"Tarih’in yakın ya da uzak olmasının ânda yaşayanlar için bir anlamı yoktu; doğal olarak ‘yakın tarih’ dediğimiz ve bir kısmını tanık olarak yaşadığımız tarih aralığında yaşanılan her şey adım adım geriye gidildiğinde birer sonuç olarak nedenlerinin de açıkça görülebilir olmasını sağlıyordu."
Eleştiri kabiliyetini kaybetmiş bir toplumda, daha doğrusu bir dünyada yaşamak kolay değildi. Batı bütünüyle satanist diktatörlüğün emrine girmiş, özgür düşünce buharlaşmıştı. Türkiye’de yaşayanların küçük de olsa bir imkânı vardı; ABD-NATO’un ürettiği cehalet kasırgaları halkın direnişi ile durdurulmuştu.
2002’de başlayan başkaldırı süreci 15 Temmuz 2016’da NATO-FETÖ askerî darbesini durdurmuştu, ancak eleştiri kabiliyeti kolay tesis edilebilen bir şey değildi; hem kendimiz için hem de insanlık için almamız gereken daha çok yol vardı.
‘Irmak Yazarı’nın notları bir süreç analizi olarak eleştiri kabiliyetimizin oluşabilme ihtimaline dair açık ipuçları içeriyordu:
“Türkiye, kendi tarihsel varlığı süresince halk hakimiyeti esasına dayalı herhangi bir dönem yaşamış değildir, böyle bir dönem yaşama olasılığı da çok düşük gibi görünmektedir!’ diyordu. ‘Ancak halk hakimiyetinin mevcut düzeyinden biraz daha etkin bir düzeye gelebileceği düşünülebilir. Cumhuriyetin ilanından sonra, antik çağ site devletlerinden bu yana filozoflar tarafından hayalleri kurulan cumhuriyet rejimi, resmen var kılınmış olmasına karşılık, halkın egemenliği sadece halkın değiştirilerek yeni formlara sokulmasının bir aracı olmuştur; "Açsın ve özgür değilsin; ancak çok güzel elbiselerin var ve sen bu elbiselere sahip çıkmalısın", şeklindeki şartlanmalarla cumhuriyet elbisesi giydirilmiş egemenlik kayıtları halktan uzakta tutulmaya devam edilmiştir.”
Tarih’in yakın ya da uzak olmasının ânda yaşayanlar için bir anlamı yoktu; doğal olarak ‘yakın tarih’ dediğimiz ve bir kısmını tanık olarak yaşadığımız tarih aralığında yaşanılan her şey adım adım geriye gidildiğinde birer sonuç olarak nedenlerinin de açıkça görülebilir olmasını sağlıyordu.
Maalesef Tarih, ilk ve orta öğretimde olduğu gibi üniversitelerde de kasıtlı olarak yanlış öğretiliyordu. Tarih’e Matematiğin kazandırdığı analitik akılla bakmalıydık; ezberleyerek değil, ideolojik kısıtlamalarla değil. Tarih bir bütündü; gerektiği zaman parçaları mikro analiz yöntemiyle ele alınabilirdi. Hem tümevarım hem de tümdengelim tekniklerini kullanmalı ve her şeyi âna taşıyarak beyin fırtınaları yapmalıydık. Eğitim çok önemliydi.
‘Irmak Yazarı’ sistem eleştirisi yapıyordu, ancak karamsarlık üretecek kadar keskindi yorumları:
“Bugün hakimiyet esasının millete devri gibi görünen vekil ve hükümet seçme eylemi, mevcut hâkimlerin güçlerini yeniden kanıtlamak adına yeni sorunlar oluşturmaktan öteye gidememiştir. Hükümetler, halk tarafından kendilerine devredilen hâkimiyeti, ‘sürekli hâkimler’in sınırladığı alanlar dışında kullanamamışlardır ve kullanamayacaklardır. Dolayısıyla seçme eylemi, sınırlı hâkimiyet kaygılarının tatmin edilmesinden başka bir özellik taşımamaktadır.
Halkın ‘sürekli hâkimler’e karşı takındığı tavır, sadece ‘peşin kabul ve öğrenilmiş çaresizlik’ ile sınırlı olduğu sürece, seçilmiş hükümetler halkın bu tepkisine uygun adımlar atmaktan öteye gidemezler. Açık bir şekilde görülebilir ki halk, aslında seçimle kendi hâkimiyetine değil, peşin kabullerinin ve öğrenilmiş çaresizliklerinin yansıtılmasına vekalet vermektedir.
Kutsallaştırılmış devlet ve kutsallaştırılmış lider gibi peşin kabullerden kurtulamayan ve devlet kavramından ürken halkların, devlet idaresinde hükümetlere hâkimiyet devri yapamayacaklarını bilmek gerekir. İşte eğitimin gerçekten ‘istendik davranışlar oluşturan yapısı’ bu anlamda değerini bulmaktadır; sürekli hâkimlerin hâkimiyetlerini zaafa uğratmak istemedikleri en önemli alan eğitimdir.
Ve sürekli hâkimler halktan bekledikleri davranışları planlarlar ve bu davranışları eğitim yoluyla geleceğin yetişkinleri ve oy verenleri olan bütün gençlere kazandırırlar; böylece istendik davranışlar kazandırılan yetişkinlerden oluşan halk da aynı eş değerli tepkiyle sürekli hâkimlerin hâkimiyetlerini kendisi adına sınırsız olarak kullanmalarına izin verir. Sonuç olarak insanlar, ‘cumhuriyet ve demokrasi’ gibi süslü elbiselerinden mahrum kalmamak için aç kalırlar ve özgürlüklerinden bahsetmezler. Bu bir paradokstur.”
‘Irmak Yazarı’ haksız değildi. Sürekli ‘Türkiye bir NATO karakoludur!’ derdi Babam. ‘NATO bırakmaz ki insan doysun, herkesin doğru dürüst işi olsun, insanlar inandığı gibi yaşasın, düşündüğünü rahat bir şekilde söylesin. Kendine köle yetiştirmek için herkesi zorla okula gönderir. Bunu değiştirmek lazım!’
“Türk siyasî hayatı, siyasetçiler ile sürekli hâkimlerin ‘danışıklı ve rolleri dağıtılmış’ iktidar mücadelesinin tahrip ettiği bir alandır; siyasetçiler partiler kurarak ve seçimlere girerek sürdürdükleri bu hâkimiyet savaşından sürekli kaybederek ve yıpranarak çıkarlar. Bu nedenle seçilebilir kalitede olan siyasetçiler siyasetle ilgilenemez hâle getirilirler; siyaset ve siyasetçiler güvenilirlikten uzaklaştırılır ve sürekli hâkimlerin gözetiminde, onların seçtiği yeni insanlar siyasî arenaya dahil edilirler!” diyordu ‘Bekçi’. “Halk, seçimlerde önceki tercihlerini değiştirir gibi görünse de, sık sık yaşadığı pişmanlıkların etkisiyle sürekli hâkimlerin kontrol ettiği sözde hâkimiyetini tekrar elde etmeye çalışır. Ancak her seferinde geri adım atar, antik çağ döneminden gelen cumhuriyet ve halk egemenliği hayalleri hayâl olarak kalmaya devam eder; insanlar aç kalmayı göze alırlar ve özgürlüklerini süslü elbiselerine tercih edemezler.”
Kuşkusuz bir NATO karakolunda hiçbir şey NATO’nun kontrolü olmadan gerçekleşemezdi; siyaset de öyleydi seçimler de. Ekonomi ve özgürlükler siyaseti ve seçimlerin sonuçlarını belirliyor, siyaset ve seçim sonuçları ekonominin ve özgürlüklerin sınırlarını çiziyordu. Biz 2002 seçimleri ile bu döngüyü bozmuştuk.
Yolculuğumuz kısa sürmüştü. Bân’ın dış kapısına vardığımızda karım arabanın yavaşladığını hissederek uyanmıştı.
‘Biliyor musun rüya gördüm?’ dedi heyecanla.
‘Hayr’olsun inşallah!’ dedim gülümseyerek. ‘Ne gördün rüyanda?’
‘Çok güzeldi, heyecanlandım!’ dedi neşesini sesine yükleyerek. ‘Sıkıntı bitmiş, sen bin adet deri ciltli, gümüş yaldızlı, mat kuşe kağıtlı özel baskı yaptırmışsın, dostlarına göndereceksin, şirkette senin odandayız, kitapları tek tek ailecek kargo için hazırlıyoruz. Sen birer birer telefonla arıyorsun dostlarını; adres istiyorsun!’
‘Derinin rengi neydi?’ diye sordum merakla. Çünkü tam tasarladığım gibiydi anlattığı kitap.
‘Silik bir griydi, buz grisi, gümüş yaldızlar da mattı!’ dedi parıldayan gözlerini heyecanla açarak. ‘Biz de aynı renk paket malzemeleri almıştık!’
‘Geleceği rüyanda görüyorsun Hanımefendi!’ dedim neşesine katılarak. ‘Sıkıntı için tasarladığım kapak, baskı, kağıt tam olarak böyle; inanılmaz bu!’
‘Ben basıldıktan sonra okumak istiyorum Sıkıntı’yı!’ dedi Karım. ‘Çok hoştu; ama çok kalındı, sana ‘keşke iki ayrı kitap olarak bastırsaydık’ diyorum, sen ‘böyle daha iyi’ diyorsun!’
‘Bu iş olmuş bitmiş artık!’ dedim arabayı park ederken. ‘Kaldı tamamını yazmak!’
‘O da olur inşallah!’ dedi Karım.
‘İnşaallah!’ dedim sesim fısıltıya dönerken. Dikkatim dağılmıştı, çocuklar ortalıkta görünmüyorlardı. Endişelenmiştim. Arabanın sesini duyar duymaz dış kapıya koşarlardı çünkü.
‘Çocuklar nerede?’ dedim arabadan inen karıma dönerek. ‘İlk defa karşılamıyorlar beni!’
Sıkıntı
Takip et: @SonsuzArk
- Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur.
- Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
- Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark manifestosuna aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz.
- Sonsuz Ark Yayınlarının Kullanımına İlişkin Önemli Duyuru için lütfen tıklayınız.