19 Mayıs 2024 Pazar

SA10756/SD3117: Sıkıntı (Roman); 7. Bölüm-Vadi 24

         Sonsuz Ark/ Evrensel Çerçeveye Yolculuk

"Neyi seçersek seçelim, günahkarlardan farkımızı kalın çizgilerle çizmeye çalışsak da, neyin günah neyin günahtan uzak olduğunu bile bile kaçamayacaklarımızla baş başaydık; günahların içine serpiştirilmiş keyiflerden aldığımız hâzlar, sevapların içindeki kederlerden aldığımız hâzlarla birbirine benzemişti."


Karım ellerini birbirine kenetledi ve hüzünle cevap verdi: ‘Kabullendiğimizi üçümüz de biliyoruz artık!’ 

Soğuk mühendis aklım hiç durmaksızın işliyordu şimdi, biraz da çıkış bulmuş olmanın getirdiği rahatlık vardı artık sesimde:

‘Benim kabullendiğim bir şey yok; çünkü aşk diye bir şey yok! O sizin kuruntunuz, siz ikiniz bunu da biliyorsunuz artık’ dedim.’ O kolyenin bir müze hatırası olmak dışında bir özelliği yok. Benim karıma başından beri verdiğim şey de aşk değil, sevgi ve merhamettir ve bu da aşktan öte bir şeydir!’

Karımın gözbebeklerindeki ışığın yüzüne yayıldığını görünce ben de rahatlamıştım. Onun o yorgun halini, içtenliğini, geniş yüreğini ve beni kıskanmasını insanın en normal halleri olarak görüyordum.

Aşçı Sultan bu kez elinde iki bardakla soğuk ayran getirmişti hiç üşenmeden, onları masaya bırakıp giderken karımın ona teşekkür edişini izledim, sonra keyifle ayran bardağını eline alışını ve küçük yudumlarla içişini.

‘Ne düşüneceğimi bilmiyorum!’ dedi karım. ‘Hayırlısı olur inşallah!’

Ben de ayrandan bir yudum alıp bardağı masaya bıraktım ve yavaş yavaş konuşmaya başladım:

“İnsan ömrünün içindekilerle beraber kat kat katlanmış bir yatak gibi dürülüp insanın sırtına yüklendiğini düşünüyorum şimdiki gibi hayattan esen soğuk rüzgarların ortasında üşürken. Kelimelerle süslenip dalgalanan insan ruhundaki yorgunluk tek tek sayar böylesi her vakitte üzerinden geçen fırtınaları, meltemleri, kasırgaları, yağmurları ve güneşin bin bir rengi ile ayın gülümseyen tüm evrelerini. İnsan ânda yaşar gibi gelir insana her ân yaşanıp giderken acımaksızın. Neden buradayım dersin, ben bu yaşayan canlı, neden buradayım?’

Karım her zamanki gibi, gözlerini uzaklara dikmişti ve beni sessizce dinliyordu.

Çınarın yaprakları yeniden sallanmaya başlamıştı. İkimiz de gözümüzü gölün mavi ruhuna dikmiştik, devam ettim:

‘Belki vaktin bizi sarıp sarmaladığını fark etmemişizdir, belki vakti aklımızdan itip ânda kalakalmışızdır, ânın her türlü kerahet vaktine neşe çaldığını görmeyip. Biraz soğuk evet; ama üşümem hayattan esen soğuktan değil. Biraz daha eskiyor sırtımdakiler, biraz daha kopuyorum dünyanın akıntılarından. Bu göl, belki bu gökyüzü kaçılıp gidilesi bir kurtuluş olmadığını yüzlerce kez anlatmıştır bana, ama işte hepimizin içinden geçip giden o deli rüzgâr hiç dinmiyor ömrümüzün her yokuşunda.’

‘Bir yokuştayız evet!’ dedi Karım. ‘Ama bu yokuş diğer yokuşlara benzemiyor!’

‘Yokuş!’ dedim. ‘Hiçbir yokuş bir başka yokuşa benzemez. Hayatın kendisi yokuştur, hayatın bizatihi içinde var olmak yokuşta olmaktır. Yokuş yukarı çıkmak gençlik, yokuş aşağı inmek yaşlılık değildir, kim dediyse. Belki de tam tersidir hakikat. Gençlik yokuş aşağı iniştir, yaşlılık yokuş yukarı tırmanış. O yüzden çok hatırlamayız o hızlı inişleri. Birdenbire kendimizi orta yaşlarda bulduğumuzda, aslında indiğimiz yokuşun dibine gelmişizdir olan bitenden habersiz; daha da zor olan ağır aksak adımlarımız ve ağırlaşan yüklerimizle bir türlü geçmeyen sonraki günlerimiz karşımızda belirdiğinde, işte o mahzun sorularımız diklenirler dudaklarımıza; neden buradayım, sen neden buradasın, biz hepimiz neden buradayız?’

‘Her sınama bir yokuştur o hâlde, şimdiki gibi!’ dedi Karım dalgın sesiyle. ‘Ne gençlikte ne orta yaşta ne de yaşlılıkta kurtulacak gibi görünmüyoruz. Hepimiz Allah istediği için buradayız. Bunun başka cevabı yok!’

‘Bu doğru!’ dedim. ‘Ama ben neden burada olduğumuzu, bu ağır yükü yüklendiğimizi bilmiyorum. Sırtımızda kat kat günahlarımız ve onların aralarına sıkışmış sevaplarımız karışmış birbirine. Hangisi az, hangisi çok hiçbirimiz bilmiyoruz. Bu ağır yükü yüklenmek için gelmedim buraya ben, hiç kimsenin de geldiğini sanmıyorum yeni doğanların yüzlerindeki o yabancı şaşkınlığını izlerken. İki çocuğumuz doğdu. Görmüşsündür; doğumun o sersemletici sarsıntılarından sıyrılıp kendilerine geldiklerinde bakmışsındır bebeklerimizin gözlerine. Görmüşsündür o yabancı şaşkınlığını; her bebeğin geldiği yerden bir şeyler bildiğini anlamışsındır, tıpkı bizim birdenbire girdiğimiz ve beklemediğimiz kalabalık bir ortamda yaşadığınız yabancı şaşkınlıkla bakmaktadır o sana ve çevresine!’

Karım durdu bana baktı gözlerini gölden alıp, ‘Bunu sadece anneler fark eder sanmıştım ben, bana da hiç anlatmadın ama!’ dedi şaşkınlıkla. ‘Tam söylediğin gibi oluyor her şey; biz anneler de telaşla bebeğimizin o yabancı şaşkınlığını üzerinden atması için çabalarız!’

Sözlerim henüz bitmemişti:

‘Her geçen gün daha fazla tanıştığımız bu dünya ile ve içindekilerle kurduğumuz ilişkilerin hiçbiri bizim kendi özgür irademizle seçip kurduğumuz türden değildi; başımıza gelenlerin hepsi, bizim seçmediğimiz ilişkilerden doğmuştu, seçip ayırt edebilecek yaşa geldiğimizde de iş işten geçmişti; ya içindeydik seçilmeyeceklerin ya da bedenimize, ruhumuza giydirilmiş olan duygularla ve düşüncelerle kuşatılmıştık. Neyi seçersek seçelim, günahkarlardan farkımızı kalın çizgilerle çizmeye çalışsak da, neyin günah neyin günahtan uzak olduğunu bile bile kaçamayacaklarımızla baş başaydık; günahların içine serpiştirilmiş keyiflerden aldığımız hâzlar, sevapların içindeki kederlerden aldığımız hâzlarla birbirine benzemişti. Günahların o esir edici serkeşliği ile yürüyüp gittiğimiz yolların kıyısında durup düştüğümüzde, sırtımızdaki kat kat yüklerden bitap düştüğümüzü hep nefes nefes bildik, kelime kelime süzdük. Biz neden buradaydık?’

Karım tedirgin bakışlarla bakıyordu bana. İnancımı sorguladığımı düşünüyor olmalıydı. Farkındaydım, ama anlatmaya devam ettim içimdekileri:

‘Biz bildik, ben de bildim; “Biz neden buradayız, ben neden buradayım?” diye sorabilecek akla erişmek üzere buradaydık. Ama hiçbir zaman, ‘eğer burada olmasaydık bu soruyu da sormazdık’ gerçeğinden uzağa gidemedik. Bu soruyu sorabilecek kadar yaşamaktı esas olan; ayırt etmek iyi ile kötüyü ve iyiyi Allah’ın emrettiği üzere yapmak, kötüyü Allah’ın emrettiği üzere yapmamak için. Neden iyiydi iyi, neden kötüydü kötü? Biz bunu aklımızla gördüğümüzde, irademizle seçtiğimizde belki de hoşlanmadığımız yüklerimiz yüzünden sorduk hep aynı soruları: “Ben neden buradayım? Bu yabancı diyarda ne işim var, bu gördüğüm varlıklar neden bana benziyor?”'

'İnsanın farkında olmadığı, soru soran bir aklı daha var gibi!' dedi Karım. 'Sanki ezelden beri varmış gibi; bebeklerin gözlerinde, dünyaya bakarken tuhaf ve yadırgayıcı, belki de küçümseyici bir bilgeliğin izlerini görüyorum ben hep!'

Ona katıldığımı belli ederek başımı salladım, ayranımdan son yudumu aldım ve,

'Hangimiz sevdik ki ilk geldiğimizde buraları? Sevmek, beğenmek neydi biliyor muyduk?' dedim. 'Hepimizin gözlerinden dışarıya bakan pencerelerimizde o ilk günlerde gördüklerimiz var, hepsini satır satır hatırlamasak da, onların hepsi bizim pencerelerimizden içeri girdiler, bizi inşa ettiler, biz dışarıdan gelenlerle içimizdekileri birleştirdik kendimizden habersiz… Hem iyi doldu içeriye hem de kötü. Şimdi boynumuz bükük serin dalgaların arasından tek tek her ayrıntısı ile gördüğümüz ağır yüklerimizle dolaşır olduk, kıza kıza, terslene terslene sormaktan bıkmadık: “Ben neden buradayım?”’ 



<< Önceki                      Sonraki>>


[17.05.2024, (7/49 (675))]

Lütfen gitmek istediğiniz bölümü tıklayınız:


Seçkin Deniz, 19.05.2024, Sonsuz Ark, Sıkıntı, Roman

Sıkıntı





Sonsuz Ark'tan

  1. Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur. 
  2. Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
  3. Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark manifestosuna aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz.
  4. Sonsuz Ark Yayınlarının Kullanımına İlişkin Önemli Duyuru için lütfen tıklayınız.

 

    

Seçkin Deniz Twitter Akışı