18 Şubat 2024 Pazar

SA10587/SD3017: Sıkıntı (Roman); 6. Bölüm-Ova 48

Sonsuz Ark/ Evrensel Çerçeveye Yolculuk

"Akıllı insanlar da artık dayanma noktalarında acı çekiyorlardı, akılları serbest düşüşle göğe yükseliyordu. Aklın kaçışını durduramayacağımızdan korkuyordum, durduramayacağımızdan ve aklın insanın bedeninden çekip gideceğinden."

Mangalla uğraşmaktan nefret ederdi, ama kebaba bayılırdı; tabi başkası pişirecekti, o yiyecekti. O başkası da nedense hep ben oluyordum ya da bana gülümseyerek ‘Hoş geldin Abi!’ diyen benim ‘Gelin’ dediğim karısı.

Mangalın sıcaklığından bunalan kardeşimin yüzü ter içindeydi, döndü, babama seslendi:

‘Baba, oğlun dalga geçiyor bak!’ dedi alnından akan ter selini elinin tersiyle silmeye çalışırken. ‘’Mangalın ustası’ diyor ya!’

Babam ve annem gülümsüyorlardı. ‘Eti nereden aldın?’ diye sordum kardeşime. ‘Senin Kasap’tan aldım, yine söylenirsin diye!’ dedi kardeşim.

Kardeşimin karısına ‘sen mutfağa geç’ diye işaret ettim. Kardeşimi mangal başına geçtiğinde hizmetkâr kullanmamaya alıştıramamıştım. Annem hemen fırladı yerinden, kıyamazdı küçük oğluna.

'Tı şô rôşı piyerdêkho hat, ez pewcanâ- Sen babanın yanına geç otur, ben pişiririm!’ dedi elinde peçeteyle kardeşimin terini silerken.

‘Yatsı’yı kıldık oğlum!’ dedi Babam sakin sakin. ‘Sahur niyetine de yiyebiliriz, sen şu terini sil hele!’

Kardeşim inatçıydı da, mangaldan ayrılmadı, annemi masaya geri gönderdi; kırk yılda bir mangalın başına geçmişti, işini yarım bırakmayı sevmezdi.

‘İstersen ben devam edeyim Bıraymı?’ dedim gülümseyerek (Bıraymı, ‘erkek kardeşim’ demekti Zazaca). ‘Sen şimdi iki lokma kebap yiyeceğim diye bu kadar eziyete katlanma!’

‘Dalga geçme Abi!’ dedi her zamanki gibi ters ters. ‘Sen git kendini yemeğe hazırla. Aç gezmişsindir gavur memleketinde. Nasılsa iş işten geçti, ama bir daha kimse beni bu mangalın başına oturtamaz!’

Babam neşeli bir şekilde onu izliyordu. Annem ise sanki işkence çekiyor gibi seyrediyordu. Hiç dayanamazdı kardeşimin nazlarına.

‘Baba niye aç bıraktınız kendinizi?’ diye sordum babama. ‘Biliyorsun, benim iş saatlerim belli olmuyor.’

‘İki şiş yedim, Babam!’ dedi babam. ‘Sen bir elini yüzünü yıka gel hele, devam ederiz inşaallah!’

İçeri geçtim, karım ve kardeşimin karısı mutfaktalardı, salataları ve içecekleri hazırlıyorlardı. Salata malzemeleri bahçemizdendi, Şalgam ve ayran kendi ellerimizle yaptığımız mükemmel içeceklerdi. ‘Çocuklar yediler mi?’ diye sordum karıma. ‘Yediler merak etme!’ dedi karım uçlarını boynunda topladığı açık gri başörtüsünün çevrelediği gülümseyen yüzüyle.

‘Amcayla teyzeye de haklarını gönderdiniz mi?’ diye sordum. Salata yapan karım yine gülümseyerek başını salladı, onları hiç unutmazdı.

‘Pideler ne durumda, Gelin?’ diye sordum kardeşimin karısına.

‘Mangala götürdüm, Abi!’ dedi Gelin, gülmemek için kendini zor tutarak. ‘Kardeşin hazırlayacak!’

‘Bir hafta anlatır artık mangal macerasını!’ dedim keyifle gülerek. ‘Yemesini çok iyi bilir, hazırlamasını da bilsin artık!’

‘Çok iyi yapıyorsun, Abi!’ dedi Gelin. ‘Annene kalsa prens gibi elini hiçbir şeye değdirmeyecek!’

‘Her evin bir nazlısı olur, Gelin!’ dedim gülümseyerek. ‘Bizdeki de senin kocan!’

Lavaboya geçtim. Elimi ve yüzümü yıkarken dönüşen zamanı ve değişen mekânları düşünüyordum. Ailesi insan için bir nimetti. Bunu kaybetmeden anlamalıydı insanlık. Allah’ın koyduğu kurallar daima insanın iyiliği ve huzuru içindi. Aile kavramını bilerek ve isteyerek öldüren Batı, artık geri dönülmez noktayı geçmişti, biz ise tam sınırdaydık.

Yaratılmışlar canhıraş bir döngüde asılı kalmış gibi, ne yapacaklarını bilmez bir haldeydi.

İnsanlar ve hayvanlar ve cinler ve melekler ve şeytan, iç içe geçmiş karmakarışık bir resim gibi evrenin içine doluşmuşlardı. Gündüz ya da gece fark etmiyordu; duvarların her bir noktasında direnen ruhların çığlık seslerini duyuyordum. Duvarlar vardı yaratılmışların tırmaladığı, şikâyet ettiği; esirdi bütün varlıklar kendi ruhlarındaki sınırlarla...

Akıllı insanlar da artık dayanma noktalarında acı çekiyorlardı, akılları serbest düşüşle göğe yükseliyordu. Aklın kaçışını durduramayacağımızdan korkuyordum, durduramayacağımızdan ve aklın insanın bedeninden çekip gideceğinden.

İnsan evinin nazlısı akıl değildi, nefsti; ancak nefsin ölene dek çekip gitmek gibi bir huyu yoktu. Gitse gitse evin bütün yükünü çeken akıl giderdi.

Evrende birçok şeyi keşfeden insan aklı o kadar özgürdü ki, kim bilir çekip gitseydi sonsuzluğun hangi formunda kaybolup gidecekti. 'Deli' diyeceklerdi muhtemelen akıllı insanların bedenindeki artakalan şey için.

Çokça kez kendi aklımı avuçlarımla tutmuştum ve onu teskin etmiştim öfkelendiği yeryüzünden çıkmasına ramak kala. Belki de zihnimin bütünüydü yakaladığım, emin değildim. Bir geçiş ânı ya da aralığı gerekiyordu benim için, her yoğun zihinsel zamandan sonra.

Bir vızıltı, sinir bozucu bir vızıltı yayılıyordu avuçlarımdaki şeyden... yüzümü yıkadığım suya sinmişti, onu can kulağımla dinliyordum, şimdi lavaboda zaman yine durmuştu.

Avuçlarımdaki o şeyin sesi beni üşütecek kadar serin ve umarsızdı:

"Düşünüyorsun, düşündüklerinin yükseldiği ya da uzaklaştığı yerlerden gerideki her şeyle bağlarını kopardığını görüyorsun... ve sonra sonsuzluğun içindeki sonsuz etkileşimin farkına varıyorsun; bir sıçrama, bir kıvılcım, bir sebep açıyor, kıstırıyor ve kastırıyor dikkatini. Bir müzik duyuyorsun sessiz sonsuzlukta; o da sessizliğin sesi. Diğer sesler kuru gürültü. Zihnin bağlarını koparıyor maddeden, bağlarını çekip atıyor şeylerin şeylerle ilişkisinden. Bir anlatı koşuyor oradan buraya; deli divane güpegündüz, aklın akılların üstünden gülümsüyor karanlığa. Susuyor musun, o ânın sesini dinleyip düşünüyor musun? Yürüyor evet; dağınık bir süregitmede... nasıl ama niçin ama nereye ama; belirsiz. Zaman, mekân kendilerinden bağımsızlaşıyor... sesler, görüntüler... ve daha birçok insana dair olan, insanın sürüklediği, kirlettiği, karıştırdığı bir akıştan kaçıyor akıl. Şahit oluyorsun aklın gidip gezdiği yerlere, ama harita yok, ama kılavuz yok, ama coğrafya yok, ama zaman yok. Deliriyor musun? Muhtemelen hayır, ama yolculuğun akılla bağlarını kopardığı yerde insanı görüyorsun, çok aptal, çok basit ve çok iğrenç. Suçluyu bulup asmak; olana, olması gerekene uymayan bir çıkıntı sarsmış dikkatini... belki masum, belki çılgınca bir zorunluluk, belki de gereğinden fazla kelebek etkisi. Yorgun savaşçılar gibi zihnin; gerilmiş, gerilmekten bitap düşmüş... yapayalnız bir sonsuzlukta, çok dolu bir uzay kadar garip..."

'Yapayalnız bir sonsuzlukta, çok dolu bir uzay kadar garip.' demişti en son...

Son cümlesinden sonrasını duymak bile istemiyordum. Çünkü; başka bir yerden başka şeyler anlatıyordu. Bu anlatının bitmesini istemiyordum. Büyük bir üzüntüyle avuçlarımdaki şeyin, bedenime doğru akışını izledim. Anlattıklarının devamını içimden dinlemek için bekliyordum, ama nafile hikâye bitmişti ve o gideceği yere gitmekten bir şekilde vazgeçmişti.

Aklıma, "Deliriyor musun?" diye soramadım da; çünkü gidememişti, belki de Allah gitmesine izin vermemişti. 


<< Önceki                      Sonraki>>


[10.02.2024, (6/97 (622))]

Lütfen gitmek istediğiniz bölümü tıklayınız:


Seçkin Deniz, 18.02.2024, Sonsuz Ark, Sıkıntı, Roman

Sıkıntı





Sonsuz Ark'tan

  1. Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur. 
  2. Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
  3. Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark manifestosuna aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz.
  4. Sonsuz Ark Yayınlarının Kullanımına İlişkin Önemli Duyuru için lütfen tıklayınız.

 

    

Seçkin Deniz Twitter Akışı