17 Şubat 2024 Cumartesi

SA10586/SD3016: Sıkıntı (Roman); 6. Bölüm-Ova 47

Sonsuz Ark/ Evrensel Çerçeveye Yolculuk

"Cevap vermemişti Mahir, bağımız kopmuştu ondan sonra. Aklı kullanmak çok zordu romantikler için; hemen sinirlenmiyorlardı, ancak hiç beklenmedik bir anda bütün biriktirdikleri ile ani kararlar alabiliyor ve öfkeyle davranabiliyorlardı. Bu benim ürettiğim bir kısır döngü değildi."

Çok sertti ve sohbeti kesip atacak kadar kararlıydı Mahir. Bana vahiy gelmişti, ama onun haberi yoktu; Allah, son elçisi Muhammed aracılığı ile göndermişti o vahyi; üzerinde düşüneyim diye, ama Mahir gibi, insanların yazdığı kitapların arasında boğulmuş insanlar o vahyi görecek gözlere sahip değillerdi. O yüzden ‘Mahir de kurbandı’ diyordum.

Mahir’in ‘vebal’ vurgusu, keşke, eşcinsel, dinsiz ve din düşmanı olduğu halde ‘iyi’ dediği bu türler için de işleseydi. Şu andaki satanist, Allah düşmanı kültürel hegemonyanın araçları değil miydi onlar? Onları okuyanların ve aldatılanların, ruhları tecavüze uğrayanların vebali ne olacaktı? Neredeydi baskın edebiyat ürünlerini okuyarak kendilerini ‘geliştiren’ entelektüellerin adalet duygusu? Gelişmek neydi?

‘Siz romantikler, önce söyler, sonra düşünürsünüz, çok sık pişman olur, vazgeçersiniz, ha bu iyi midir kötü müdür bilmem; siz böyle eğleniyorsunuz kendinizce!’ demiştim. ‘İşiniz budur; ama her şeyden önce, kişiselleştirme hususunda sizin elinizi öpecek rakibiniz yoktur. Hakkınızı teslim etmek gerek, edebiyat budur eninde sonunda. Gözünüzün önünde berrak bir şekilde bir heykel dursa mükemmel sanat eseri olarak, siz yine de etrafında döner söyleyecek çok şey bulursunuz, ben ‘güzel iş’ der geçer giderim. Oysa çok iyi biliyorsun ki ben bir şey söylemeden önce araştırır, düşünür, sonra söylerim. İsterim ki eğer bir çarpıklık varsa köküne inilsin, sebebi bulunsun, bir millet boşuna çökmez; sen de -ki bu sözüme alınma- ezberleri bozulanların tepkilerine benzer tepki veriyorsun. Kimse benim düşmanım değil, kimse de senin babanın oğlu değil. Şeriati mason veya değil diye ise bu tavrının sebebi, gerçekten değmezdi; bu bir teknik. Vebal dediğinde, belki bu aklına gelmemiştir, benim vebali düşünmeden yaşadığımı iddia ediyor oluyorsun, sen öyle düşün ya da düşünme... sence bu kadar çok ismi zikrettim analizlerimde, vebali düşünmemiş miyim?’

‘Dostluk ve Allah için birbirimize şahit olmak benim için çok önemli. Allah ikimize de zihin açıklığı sabır ve hak yolunda muhabbetler versin inşallah!’ demişti en son Mahir.

‘Sen, sana lâzım olanı gördüğünde alırsın!’ demiştim Mahir’e. ‘Gördüğünde lâzım değilse, için aç ve susuz değilse ona, gördüğünde almaya kalkanların uğradığına uğrarsın; aldığın, bıraktığın yerde çürür. Lüzuma için kanaat getirmediyse o demde, sadece müsrif olursun. Müsrif her muammada veyahut muayyende işaretlidir, ki bir tek okuyan için bu sıfatı kullanmak zordur. Sen sana lâzım olmayanı okuduğun vakit, gelecekte lâzım olacak olanların yolunu bellemiş olursun. Lâzım olacaklarına kanaat getireceklerini bilirsin. Lüzum üzerine zeminlere serdiğin her şey seni gideceğin yere dair fikir sahibi yapar. Gelecek eğer senle var olacaksa, zeminler mühimdir. Ve lakin lüzum saydığın her şey de lüzum değeri almış olmayabilir. Bu sebep okurken alacağın tavırla ilgilidir. Kötülüklere dair bilgi kötülüklerden uzak olunmasını mümkün kıldığı gibi, o kötülüklerden gelecek olan tehlikelerden kendini korumayı da öğretebilir, ama riske bak; kötülük dediğin seni kuşatabilir de. Zeminlerde bir gün onu lüzumlu saymayacağına dair nefsin sana teminat veremez… sen kötülüğü bilmemiş olsan o türüyle, belki o kötülüğe nefsin düçâr olmayabilecek. Bu ‘belki'nin derinliklerinde gizli olan muamma, işte bu sebeple 'müsrif' olduğunu söyler. Ve bu bir tek okuyan için geçerli olmadığını saydığımız şey okuyan için de geçerli olur. Dimağının zemini güzellik gülleriyle döşeliyse, bilmediğin kötülüklerden gelecek olan şerri daha kolay defedebilirsin; içinin saflığı ve ilahî inayet bunu mümkün kılar. İlahî olana yol ve sebep olan da içinin güzellikleridir; nefsine vurulan güzellik gözüdür. Bu gözü sakındırmak, israfa yöneltmemek gerek. Sen, sana lâzım olanı gördüğünde, almaya gücün varsa, alırsın; aldığın sende kalır ve çürümez, yenilenir diğer alacakların ve büyüteceklerinle...’

Cevap vermemişti Mahir, bağımız kopmuştu ondan sonra. Aklı kullanmak çok zordu romantikler için; hemen sinirlenmiyorlardı, ancak hiç beklenmedik bir anda bütün biriktirdikleri ile ani kararlar alabiliyor ve öfkeyle davranabiliyorlardı. Bu benim ürettiğim bir kısır döngü değildi.

Bân’a gelmek üzereydim. Bir sesli mesaj gönderdim Mahir’e: ‘Selamlar, bir roman yazıyorum Ağa, adı da ‘Sıkıntı’, haberin olsun dedim!’

Işıklar içindeydi Bân. Bahçe kapısının açıldığını ve iki oğlumuzla birlikte karımın kapıda beklediğini görüyordum. Zihnim dağların, kayalıkların, çamurlu vadilerin, hırçın çalılıkların arasından zaferle çıkıp Ova’ya ulaştığında sevinçle çırpınan ve sakinleşen bir ırmağın suyu gibi durulanmaya başlamıştı o ân. Dünya çok ağır bir yüktü ve ben Âdem’le gelen bu yükün bütün varlığıyla sırtıma bindiğini artık çok daha fazla hissediyordum.

Çocukların arabaya doğru koşuşturduklarını görüyordum; farların ışığında dans eden kelebekler gibiydiler. Karım bahçe kapısının açık kapısına yaslanmış ve kollarını göğsünde birleştirmişti. Arabayı durdurmuştum çocuklar binsin diye. Küçük oğlumuz ‘Ben de araba süreceğim’ diyerek kucağıma tırmanmıştı açtığım kapıdan içeri süzülerek. Büyük oğlumuz ise sağ ön kapıyı açmış ve binmişti hemen.

Bir zaman kapanıyordu karanlık gündüzlerin yüzüne, geceyi yumuşak bir şekilde kucaklayarak. Bir çılgınlık denizi geride kalıyordu insanlığın ürettiği vahşi medeniyetin çırpınarak gömüldüğünü izlerken. İç aydınlatan bir umut yükseliyordu masum çocuklardan, bir serinlik esiyordu kapıya yaslanmış o sabırlı ve gözünü budaktan sakınmayan kadından. ‘Bân’ insanlığın kaybettiğini henüz fark etmediği bir huzurdu.

Babam ve annem ben arabayı park ederken balkondan bakıyorlardı. Balkondaki mangalın başında oflayıp puflayarak kebap yapan erkek kardeşimin küçük oğlumuzla yaşıt kızı ve ondan birkaç yaş küçük henüz koşmaya başlayan oğlu ‘Amca’ diyerek koşturup geldiler. Hostesin verdiği çikolataları çocuklara dağıttım. Küçük yeğenimi omuzlarıma aldım ve hep birlikte merdivenleri tırmanarak eve çıktık.

‘Hiç gelmeyeydin Abi!’ diyordu kardeşim balkonun uzak köşesindeki mangalın dumanları arasından görünen sıkıntılı yüzüyle. ‘Açlıktan öldük!’

Saat 21:56’ydı. Akşam yemeği iki saat gecikmişti, haklıydı. Yeğenimi omuzumdan indirirken selam verdim herkese. ‘Hoş geldin’ dediler neredeyse hep bir ağızdan. Masada her zamanki yerlerine oturan annemin ve babamın elini öptüm. Karısını asker gibi yanına diken kardeşimin yanına gittim, omuzuna dokundum ve kulağına eğilerek, ‘Kebapçıların kralı, mangalın ustası, yiyeydin açlıktan öleceğine!’ diye fısıldadım.


<< Önceki                      Sonraki>>


 [10.02.2024, (6/95 (620))]

Lütfen gitmek istediğiniz bölümü tıklayınız:


Seçkin Deniz, 17.02.2024, Sonsuz Ark, Sıkıntı, Roman

Sıkıntı





Sonsuz Ark'tan

  1. Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur. 
  2. Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
  3. Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark manifestosuna aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz.
  4. Sonsuz Ark Yayınlarının Kullanımına İlişkin Önemli Duyuru için lütfen tıklayınız.

 

    

Seçkin Deniz Twitter Akışı