Sonsuz Ark/ Evrensel Çerçeveye Yolculuk
"CHP’yi konu edinmiştik o akşam Seyranbağları’nda. Mahir okudukça berraklığını yitiren gözlerini yine savunmacı bir açıdan bakmaya zorluyordu. Gençliği CHP ile mücadele içinde geçmişti Mahir’in."
Tanzimat sonrası hızla artan Batılı aydınlanma kaygısı, gözlerini kör etmişti okur yazar kesimin. Matbaalar onların fikirlerinin yayılması için kurulmuştu; Batılıların sonsuz ışık kaynağı olduğunu düşünen ahmakların Batı’dan gelen her fikre yeni keşfedilmiş bir Tanrı’nın buyruğu gibi iman etmeleri ve bundan güç alarak Allah’ın sarsılmaz buyruklarına karşı çıkmaları hazin bir aşağılanmaydı. Varlığını medreseleri yok eden dergahlara borçlu olan bu şeytanî aşağılanmaya dur diyecek bir beşerî güç yoktu.
‘Çöl Yazarı’, sadeleştirici, berraklaştırıcı ve elle tutulur-gözle görülür hale getirici müdahaleleriyle bu hakarete karşı duruşunu ortaya koyuyordu:
“O kadar çok yasaklanmış ağaçtan tüketiyor ve güya aydınlanıyor ki insanlar, artık edep yerlerinin açık olduğunun farkında bile değiller, Allah’ı bilmedikleri için edepten de habersizler, bu nedenle örtünmek için cennet yaprağı aramak akıllarına gelmiyor...”
Sonra bütün oklarını sorumlu olması gereken en büyük hedefe yöneltiyordu:
“Üniversiteler ne iş yaparlar, bu aşırı aydınlığın ürettiği karanlıkta? Üniversiteler soru sorarlar, eğer geçmişte insan için iyi olanı yapmışlarsa, şimdi yapıyorlarsa, gelecekte de yapacaklarsa! Ama ya geçmişte de insan için iyi olanı yapmamışlarsa, şimdi ya da gelecekte iyi olanı yapmalarını bekleyebilir miyiz, üniversitelerden? Şu anda, kötülüklerin bütün hepsinin aynı anda yükselerek insanın ruhunu ve bedenini paramparça ettiği anda ‘iyi’ bir şey yapmadıklarını görüyorsa insanlık, nasıl inanabilir onların geçmişte ‘iyi’ olan için çalıştıklarına?
Bugün, geçmişin sonucu değil midir? Üniversiteler neden bugünün gelmesini sorgulamadılar? Bugün yükselen kötülüğü, yükselirken, yükselmeye doğru hızla ilerlerken neden aydınlattıkları insanlara anlatmadılar?”
Akademiye ya da yazı-düşünce dünyasındaki birkaç isme yönelik savunmacı yaklaşımına karşı çıktığım Mahir’e de bahsettiğim, -ki Mahir’in de bana yönelik ‘Sana vahiy mi geliyor?’ şeklindeki sert sözlerini duymama neden olan- eleştirilerimle özdeş cümleler kuruyordu Bekçi’nin aklı:
“Bütün peygamberler geldiler ve gittiler, bıraktıkları mesajlar yeryüzünde dolaşıyor, filozof, düşünür ya da din-bilim adamı olarak yüceltilen bütün akıllı insanların sözleri üniversitelerde ‘tanrı buyruğu’ okutulur gibi birer birer okutuldu milyonlarca kez, insanlar sınavlara tabi tutuldular bu buyruklardan, insanların aydınlandıklarını belgeledi üniversiteler, geçtikleri sınavlardan sonra onlara verdikleri diplomalarla.
Sonra ne oldu? Yükselen kötülük, üniversitelerde aydınlanmış insanların eliyle hâkim oldu yeryüzüne.
Tanrı buyrukları da okutuldu üniversitelerde, bozulmuş ya da korunmuş Tanrı buyruklarından da sınava girdiler ilahiyatçılar, geçtiler ve diplomalarını aldılar. Şimdi hangi kötülük, kendisinden utanılacak kadar ayrık, cennet yaprağı aratacak kadar utanma vesilesi olabiliyor?
Aydınlanma, insanın doğasında var kılınan arlanmayı, daha doğrusu utanmayı kaldırmak için miydi? İnsanların apış arasına ışık tuttuğunda üniversiteler, insanı aydınlatmış mı oluyorlardı? Şimdi bunu sorgulamayacağız da ne zaman sorgulayacağız?”
‘Haklısın, Azizim!’ demişti Mahir, yine hakkı sahibine teslim eden yaklaşımıyla. ‘Tasavvufa yönelik eleştirel dili nedeniyle bir akademisyen dostumu sürgün ettiler çalıştığı üniversiteden!’ demişti sonra. ‘Hayat hakkı tanımıyorlar; çünkü Allah’tan utanmayanlar çok güçlü!’
Gerçekte, utanma duygusunun kalkmasından, cehaletin yaygınlaşmasından ve kötülüğün istisna değil esas haline gelmesinden hepimiz sorumluyduk, ama yük daha çok işi düşünmek olan, araştıran, yazan ve daha iyisini ortaya koymak zorunda olan insanların sırtındaydı; siyasetçinin, tüccarın, esnafın, çiftçinin, meslek erbabının değil. Çünkü onlar, taşıdıkları sıfatlarla böbürleniyor ve bu işten elde ettikleri gelir ve itibarla siyasetçinin, esnafın, tüccarın, çiftçinin, meslek erbabının sırtından geçinerek ayrıcalıklı hayatlarını idame ettiriyorlardı.
“Kötülük, doğmamış çocuklarımızı bile kuşatmışken, hangi filozof onların iyiliği ve kötülüğü bilme, ayırt etme hakkını savunacak? Hangi din adamı, insan olgusunu aşağılayan kötülüğe meydan okuyacak? Hangi bilim adamı kötülük döngüsünü teorilerine dahil edecek, evrenin içine doğru yaptığı bilimsel yolculuk kendisini zirveye taşırken?” diye soruyordu ‘Çöl Yazarı’, koltuklarına kurulu semirmiş domuzlarla dolu büyük resmi kurcalarken.
“Üniversiteler neden bugünü sağlayan geçmişte iyilik için çalışmadılar? İnsanlar geleceği kendi iyilikleri için nasıl üniversitelere emanet edebilirler? Arlanmayı, utanmayı muhafaza eden, üniversitelerden uzak ‘cehalet’ mutluluk verici değil midir, bu aşağılık aydınlanma çağında?
Utanmayan bir insan mutlu olabilir mi? Cennet yaprakları bize cehaletimizin, ilk hatamızın, utancımızın hatırlattığı ve örtünmek için arattığı şeylerdi. Hangisini seçecek bundan sonra insanlık? Utanmayı, mutlu olmayı bilmeyen bir aydınlanmayı mı, yoksa insanın doğasına 'hayat veren' cehaleti mi?”
CHP’yi konu edinmiştik o akşam Seyranbağları’nda. Mahir okudukça berraklığını yitiren gözlerini yine savunmacı bir açıdan bakmaya zorluyordu. Gençliği, CHP ile mücadele içinde geçmişti Mahir’in. Ona Demokrat Parti’nin, MHP’nin, MSP’nin, Adalet Partisi’nin de aynı güçler tarafından kurulup kurulmadığını sorduğumda duraklamış ve MHP’nin ilk genel başkanı ile ilgili herkesin bilmediği şeylerden bahsetmişti.
Yalanlar dünyasında yaşıyordu insanlık. Batı’ya paralel olarak kararan topraklarımızda ilk tohumları tanzimatçı masonlar atmıştı. Sonra Jöntürklerin, İttihatçıların ve hepsinin -Atatürk’ü öldürmeleri sonrası- devletin bütün kademelerinde gizlice kurumsallaştığı ilk süreç sonunda bugün Cumhuriyet Halk Partisi olarak varlığını sürdüren yapının içinde ve etrafında dolaşan masonlar bu tohumları yeşertmiş ve bir ağ gibi Türkiye’nin her karış toprağında hakimiyet kurmuşlardı.
FETÖ’nün üzüm salkımı şeklindeki örgüt yapısı, bu şeytanî ağın küçük, somut ve etkili bir örneğiydi. FETÖ üyesi teröristlerin CHP ile işbirliği yapmamaları bu yüzden anlaşılır olmazdı zaten.
Mahir, Cumhurbaşkanı Erdoğan liderliğindeki Ak Parti’ye yönelik sert eleştirilerle ve üstelik gerçekten kızgın yüz ifadesiyle konuşmaya başladığında, ona bir soru sormuştum:
‘Ne zaman CHP'nin düşüncelerini vantuz gibi emen karanlığından kurtulup, iyiliğe, güzelliğe, dine, düşünceye ve sanata zaman ayıracaksın, Ağa?’ demiştim. ‘Çölleştiğini fark etmiyor musun?’
CHP’nin baktığı yerden baktığının farkında değildi gördüğüm kadarıyla.
‘Bunları her yerde konuşmuyorum, Azizim!’ demişti heyecanla. ‘Sözlerim kimin sözlerine karışır diye titizleniyorum. Bugün Erdoğan bu memlekete liderlik ediyor, eksiği var, fazlası var, o ayrı mevzu; söylediklerim kimin sözlerine karışıyor ve benziyor diye bakıyorum ben; bakıyorum olmuyor, sonra susuyorum!’
Eleştirdiği noktalarda kesinlikle haklı olduğunu düşündüğümü biliyordu; ama mesele bu eleştirinin nasıl algılanacağı ve oy veren insanları nasıl etkileyeceği meselesiydi.
Milletine bu kadar geniş bir yelpazede ve bu kadar kaliteli hizmet sunan bir başka lider ve iktidar görmemişti bu topraklar; bu hizmet süreci devam edecek miydi, asıl mesele buydu. Masonlar buna engel olmak için çok çalışıyorlardı, biz onlara fırsat vermemeliydik, ahmaklığın atalarımızdan gelen izlerine kapılmamalıydık.
Sıkıntı
Takip et: @SonsuzArk
- Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur.
- Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
- Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark manifestosuna aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz.
- Sonsuz Ark Yayınlarının Kullanımına İlişkin Önemli Duyuru için lütfen tıklayınız.