18 Şubat 2015 Çarşamba

SA1169/KY5-PT47: Tasavvuf; Bir Düşünce Virüsü/ A-Nazarî Tasavvuf - Tasavvuf'un İslam'da Yaptığı Tahrifat

 بسم الله الرحمن الرحيم
Bismillahirrahmanirrahim

“Tasavvuf” İslâm dünyasına hicri II. asırdan itibaren girmeye başlamış bir “düşünce virüsü"dür. 

***

 Tasavvuf,  Müslümanların Tevhid İnancını Bozmuştur

Bilindiği gibi tevhid islam'ın belkemiği ve özüdür. Zatı ve sıfatları bakımından yüce Allah'ın yaratıklarından tamamen ayrı ve farklı olması demektir. Uluhiyet, rububiyet ve hakimiyette ona başka bir şeyin ortak ve benzer olmaması demektir, ibadet ve itaatte ona ortak koşulmaması demektir. Yüce Allah'ın herhangi bir kişi yahut varlıkla ittihad etmekten ve herhangi bir varlığa hulul etmekten münezzeh olması demektir. Eş ve oğul edinmekten münezzeh olması demektir. Cahiliyye Araplarının, Hıristiyan ve Yahudilerin Allah'a isnad ettikleri her türlü evlat, eş ve ortaklıktan uzak olması demektir.


İslam'ın tarihin çöplüğüne gömdüğü bütün şirk anlayışlarını, hulul ve ittihad inançlarını tasavvufun tekrar dirilttiğini ve müslümanlara tevhidin özü ve zirvesi olarak sunduğunu görüyoruz. Tasavvuf; vahdeti vücut, vahdeti şuhud, hulul (Allah'ın eşya ile bütünleşmesi) ve ittihad (Allah ile eşyanın bir olması) inançlarını diriltip dini boya ile boyadıktan sonra orijinal bir inanç olarak müslümanlara sunmuştur.

Hint dinleri, Yahudilik, Hıristiyanlık, zerdüştlük ve yeni eflatunculuk inançlarına islami bir boya vurarak müslümanlara tevhidin zirvesi ve mükemmeli olarak takdim etmiştir. Bu inancın pazarlayıcıları da ibn el-Farıd, ibn Arabi, Hallaç, Ebu Yezid el-Bistami, Abdulkerim el-Cilli ve onların izinden gidenlerdir. Bazı örnekler görelim.

İbn el-Farıd şöyle diyor:

"Bana bakanlara tecelli ederek varlığını gösterdi. Görünen her varlıkta onu bir surette görürüm, ilahi zat açığa çıkıp göründüğü anda gaybim bana gösterildi ve kendimin ondan başka olmadığımı gördüm. Mahv'dan sonra sahv'da ondan başkası değildim. Zatım zatıma bürün-düğü zaman tecelli eden yine zatımdı. İkilik olmadığından, sıfatım onun sıfatı ve şekli benim şeklimdir, çünkü biz biriz. O çağrılınca cevap veren benim, ben çağrılırsak, beni çağırana o karşılık ve cevap verir. Aramızda muhatap tâ'sı (sen, ben) kaldırılmıştır, yüceliğim, fark ayrılığının kaldırılmasındadır. Hiç bir felek yoktur ki irademle hidayete eriştiren ve batınımın nurundan olan bir melek ihtiva etmesin. Ben olmasaydım ne varlık olur, ne şahit olur, ne de bir kimse söz ve ahit üstlenmiş olurdu. Hayatı hayatımdan olmayan hiç bir canlı yoktur, her nefis benim isteğimi ister. Yapılan hac, umre ve diğer ibadetlerle altı yön bana yönelmiştir, makamda kıldığım namaz onun içindir ve orada onun bana namaz kıldığına şehadet ederim. İkimiz de namaz kılıyoruz, her secdesinde birimiz cem' ile diğerinin hakikatine secde etmektedir. Başkası sana namaz kılmış değildir, her secde edişimde de başkasına namaz kılmış değilim." [ Bkz.: Ibn el-Farid, Divanu ibn el-Farıd, Talyye Kasidesi", Kahire, 1341 h.]

Tevhid inancı bozulmamış ve dini, kişilerin hatırı için feda etmeyen mümin bir insan acaba bu sözlerden İbn el-Farıd'ın Allah ile bir olduğu, onunla bütünleştiği ve görünen ibn el-Farıd'ın Allah'tan başka bir şey olmadığından başka acaba ne anlar?

Şimdi de Muhyiddin ibn-i Arabi'ye bakalım.

"Onlar kendisi olduğu halde, eşyayı açığa çıkaran münezzeh olsun." [Muhyiddin Ibn Arabi, Fütuhatı Mekkiyye, 2/604.]

"Arif, hakkı (Allah'ı) her şeyde gören, belki her şeyin kendisi olarak görendir." [Muhyiddin Ibn Arabi, Fususu'l-Hikem, Bali Şerhi, 374, Kaşani Şerhi, 1/192, thk. Dr. Ebu'l-Ala Afifi.]

"Her şeyin haddi (tarifi) aynı zamanda Hakkın tarifidir. Yaratıkların ve eserlerin müsemmalarında sirayet etmiştir. Gören de, görülen de odur. Alem onun suretidir. Alemin ruhu ve yöneticisi de odur. O, büyük insandır." [Fususu'l-Hikem, 111, el-Halebi baskısı]

"O ortaya çıkanların kendisidir. Ortaya çıktığı durumda gizli olanların da kendisidir. Ortada başkasının gördüğü başka bir şey yoktur. Kendisinden bâtın olacak bir şey de yoktur. O kendisine zahir ve kendisinden gizlidir. Ebu Said el-Harraz diye adlandırılan da odur. Görülen ve isimlendirilen başka varlıklar da odur."[Fususu'l-Hikem, 77, el-Halebi baskısı.]

"Hakkın, yaratıkların sıfatlarıyla ortaya çıktığını görmüyor musun? Bunu kendisi belirtmiştir. Noksanlık ve kötülük sıfatlarıyla ortaya çıktığını da kendisi ifade etmiştir. Yaratıkların da başından sonuna kadar hakkın sıfatlarıyla ortaya çıktığını görmüyor musun? Yaratıkların sıfatları onun için hak olduğu gibi, onun sıfatları da yaratıklar için haktır."[Fısusu'l-Hikem, 80, el-Halebi baskısı.]

"Kâmil arif, tapılan her şeyin hakkın açığa çıktığı ve kendisinde hakka ibadet edildiğini görendir. Onun için tapılan bu tanrılara taş, ağaç, hayvan, insan, yıldız, melek gibi özel ismi yanında tapanlar onlara ilah adını vermişlerdir."[Fususu'l-Hikem, 1/195, Afifi neşri. Ibn Arabi'nin islam dışı bilgi kaynakları hakkında bilgi için bkz.: Dr. Ebu'l-Ala Afifi, Muhyiddin Arabi'nin Tasavvuf Felsefesi, Çev. Dr. Mehmed Dağ, AÜlF Yay., No. 127.]

"Varlığımız onun varlığıdır. Varlığımız açısından biz ona muhtaç, nefsinde zuhuru için o bize muhtaçtır... Sen ahkamla onun gıdası, o da varlıkla senin gıdandır. Senin özelliğin ne ise onun özelliği odur. Emir ondan sana olduğu gibi, senden de onadır. Ne var ki sen mükellef diye adlandırılıyorsun. Gerçi halinle sen ona 'Beni mükellef kıl' dediğin için seni mükellef kılmıştır. Ama o mükellef diye isimlendirilmez. O bana hamleder, ben ona hamlederim, o bana ibadet eder, ben ona ibadet ederim." [Fususu'l-Hikem, 1/83.]

İbn Arabi'nin bu sözlerini tevhid inancı ile bağdaştığını herhalde hiç bir muvahhid söyleyemez.

Bunun örnekleri burada sayılayamayacak kadar çoktur, isterseniz onun değerlendirmesini de tasavvuf felsefesi uzmanlarından Dr. Abdulkadir Mahmud'dan dinleyelim:

"Bu şekilde vahdeti vücut nazariyesi bizi dünyadan yok olma, diriliş ve amellerin karşılığı konularında İslam'ın kesin prensiplerini inkar etmeğe götürür"[Dr. Abdulkadir Mahmud, el-Felsefetu'l-Sufiyye fi'l-islam, 511, Daru'l-Fikri'l-Arabi, Kahire.]

Şüphe yok ki vahdeti vücut nazariyesinin mantığı İslam dinini tümden yıktığı gibi, semavi bütün dinleri ve uluhiyetin ayırıcı özelliklerini de yıkmaktadır. Bu bakımdan Dr. Ebu'l-Ala Afifi'nin “ibn Arabi, şeriatın zahirinin enkazı üzerine ruhaniyette daha derin ve daha çok tatmin eden bir din bina etmek için yıkmaktadır” (Fususi'l-Hikem, 'Giriş', s. 43) sözlerine katılmıyoruz."[Dr. Abdulkadir Mahmud, a. g. e., s. 515.]

İbn-i Arabi'nin sarihlerinden olup vahdeti vücut nazariyesinin felsefesini yaparak şirk bataklığına daha çok batıran Abdulkerim el-Cili'den de örnekler verelim:

"Zatı itibariyye yüce olan Hak'kın açığa çıktığı her varlığa tapmak gerekir. O, âlemin zerrelerinde açığa çıkmış(zahir olmuş)tur."[ Abdulkerim el-Cîlî, el-lnsanu'l-Kamil fi Marifeti'l-Evahir ve'l-Evail, 2/83, hicri 1293.]

"İki alemde de mülk benimdir. İkisinde de benden başkasını görmedim. Onun ya iyiliğini umarım yahut ondan korkarım. Kemalin her türlüsüne sahibim ve Küllün büyüklüğünün cemaliyim, ben ondan başkası değilim."[Abdulkerim el-Cîlî, a. g. e., 1/22.]

"Gördüğün ne kadar maden, bitki, hayvan ve seciyeleriyle insan, gördüğün ne kadar deniz, çöl, ağaç veya yüksek bina, gördüğün ne kadar manevi suret ve göze hoş gelen güzel manzara, gördüğün ne kadar melek şekli ve manası iblis olan görünüm, gördüğün ne kadar beşeri bir şehvet ve elde edilen birhak, gördüğün ne kadar arş, kuşatıcısı, kürsüsü, yüce refref, işte onlar hepsi benim, hepsi benim manzaram (görünüşüm)dür. Onun hakikatinde teceli eden benim, o değildir. Halkın rabbi ve efendisi benim. Bütün alem isim, zatım ise müsemmasıdır."[ A. g. e., 1/22]

"Allah, Muhammed'in nefsini kendi zatından yarattığı -ki Allah'ın zatı iki zıttı bulundurmaktadır- zaman hidayet, nur ve güzellik, sıfatları bakımında melekleri Muhammed'in nefsinden yarattığı gibi, zulmet ve celal sıfatlarıy bakımından iblis ve tabilerini de Muhammed'in nefsinden yarattı."[ A. g. e., 2/41. ]

"Bil ki varlık ve yokluk iki karşıttır ve uluhiyet feleği ikisini kuşatır. Çünkü uluhiyet eski-yeni, hak-halk, varlık-yokluk gibi iki zıttı birlikte bulundurur..."[ A. g. e., 3/27.]

Bir de Bayezid (Ebu Yezid) el-Bistami'den bazı örnekler verelim:

"Allah'tan Allah'a çıktım. Nihayet bende 'Ey ben sen olan' diye seslendi."[ Dr. Abdurrahman Bedevi, Şatahatu's-Sufiyye, 28-32; Feriduddin Attar, Tezkiretu'l-Evliya, 1/160, Neşr. Nicholson, 1905-1907.]

"Sübhani (noksanlık sıfatlarından münezzehim), mâ a'zame şe'nî (şanım ne yücedir)!" [Dr. Abdurrahman Bedevi, a. g. e., s. 30.]

"Çadırımı Arş'ın yanına kurdum."[ A. g. e., 29.]

"Allah'ım! Senin bana itaatin benim sana itaatimden daha büyüktür."[ A. g. e., 30.]

"Allah'a yemin ederim ki sancağım Muhammed'in sancağından daha büyüktür. Nurdan olan sancağamın altında cinler, insanlar ve peygamberler bulunmaktadır."[ A. g. e., 30.]

"Beni bir defa görmen, rabbini bin defa görmenden hayırlıdır."[A. g. e., 30.]

"Öyle bir denize daldım ki, peygamberler onun sahilinde kalmışlardı." [A. g. e., 31. "Bunlar 'safahattır, dolayısıyla sahipleri sorumlu olmaz." gibi bir savunma geçerli değildir. Çünkü her şeyden önce din insanlara akıllı olmayı ve akıllarını kullanmayı öğretmektedir, deli olmayı değil. Diğer taraftan bu şatahat sahiplerinin güya akılları başlarına geldikten sonra da şatahatları üzerinde ısrar ettikleri ve o sözlerden vazgeçmedikleri bir gerçektir. Safahatından tevbe edip söylediği din dışı şeylerden istiğfar eden hiç bir tasavvufçu gösterilmemektedir. Aksine, şatahatları üzerine ısrar ettiklerini kendi kaynaklan söylemektedir. "Kemal ehlinin en basit hali şathdır. Çünkü onlatın hangi manalar içerdiğini biliyorlar." Bkz.: ibn Haldun, Mukaddime, 333; Şifau's-Sail H Tehzibi'l-Mesail, 84-86; Kadı lyaz, eş-Şifa, 4/538-544; ez-Zebidi, Şerhu Ihyai Ulumid-din, 8/139; Ebu Talib el-Mekki, Kutu'l-Kulub, 1/267; Ebu Nasr es-Serrac et-Tusi, el-Luma, 454-461]

Aynı inançları bu meşhurların izleyicileri olarak Sadreddin Konevi, Celaleddin er-Rumi, Yunus Emre, Şair Cami, Nazmi Efendi, ibn Sebîn, Tilimsani, Şebusteri, Zinnun el-Mısrî, Kaygusuz Abdal, Seyyid Hüseyin Nasr ve Rene Guenon gibi muhtediler devam ettirmişlerdir. [Bunlardan alıntılar ve örnekler için bkz.: Celaleddin Vatandaş, Tevhid ve Değişim, 227-242, Pınar Yay., İst.-1992; Zubeyr Yetik, insanlığın Yüceliği ve Guenoniyon Batınîlik, değişik bölümler, Fikir Yay,, lst-1992]


Yüce Allah, geçerli ve Allah tarafından makbul olan dinin ancak İslam olduğunu, insanların ancak müslüman olmakla Allah'ın azabından kurtulabileceklerini buyurmuştur. Şöyle buyuruyor:

 "Allah katında hak din İslam'dır." [1]

"Kim İslam'dan başka bir din ararsa, bilsin ki aradığı o din kendisinden asla kabul edilmeyecektir ve ahirette zarar edenlerden olacaktır." [2]

Allah'ın yanında makbul ve geçerli olan İslam'ın da bütün temel ve boyutları Kur'an-ı Kerim'de ve Rasulullah'ın sahih sünnetinde belirlenmiştir.

Böyle iken tasavvuf, Allah'ın dinini şeriat, tarikat ve hakikat diye parsellemiş, şeriata dinin kabuğu ve zahiri adını vererek kurtuluş için kişinin mutlaka tarikat yolu ile marifete ve hakikate ulaşması gerektiğini söylemiştir. Şeriatın hükümleri üzerinde hassasiyet gösteren ve ondan meydana gelen sapmaları eleştiren din alimleri de zahir ehli molla kasım, sevgiden yoksun kaba softa olarak nitelemiştir. Helal ve haramları tevil ederek seri ahkamı çığırından çıkarmış ve sonunda ibahiyye (her şeyi yapmanın serbest oluşu ve haramın kalkmış olması) mezhebinin ortaya çıkmasına kadar gitmiştir. Karşı çıkıp eleştirenleri de sevgiden yoksun ve dinin kabuğunda kalan hakikatsiz kişiler olarak nitelemiştir.

Yunus Emre'den Celaleddin er-Rumi'ye ve İbn el-Farıd ile İbn Arabi'ye ve onların yolundan gidenlere kadar tasavvufun felsefesiyle uğraşanlar sevgi dini ve dinlerin birliği gibi İslam şeriatıyla bağdaşmayan bir din anlayışını meydana getirmiş ve hangi dinden ve inançtan olursa olsun, neticede Allah'ın tecellisi ve görünümü olduğu için hepsinin aynı olduğunu söylemiştir.

Dinin emir ve yasaklarına bakış açısını bozmuş, tasvip etmediği birçok şeyleri terviç etmiştir. Denilebilir ki tasavvufun bütün çevrelerinde meyhane edebiyatı oluşturulmuştur. Aşk, şarap, mey, kadeh, sekr, sahv, mahv, saki, rindan vb. baştan sona kadar meyhane terim ve anlamları kullanılmıştır.

Bütün bunlara dair örnekleri burada sıralamak mümkün değildir. Ancak yine de insanlara ibret olacak bazı örnekler vermeye çalışacağız. Muhyiddin İbn Arabi şöyle diyor:

"İnsanlar Allah hakkında türlü inançlara inanmışlardır. Ben ise, inandıklarının hepsine inanırım. " [3]

"Bugüne kadar, dini dinime yakın olmadığı için arkadaşıma karşı çıkıyordum. Ama bugün kalbim artık her şekli kabul eder oldu. Ceylanların çayırı, rahiplerin manastırı, putların barınağı, tavaf edenin kabesi, Tevrat'ın sayfaları ve Kur'an'ın Mushafı oldu. Süvarileri ne tarafa yönelirse yönelsin, ben SEVGİ DİNİNE inanıyorum. Din benim dinim ve imamındır.[4]

İbn-i Arabi taraftarlarını muayyen bir dine bağlı kalıp onun dışındakileri red etmekten sakındırarak şöyle demektedir:

"Sakın sakın, muayyen bir kayıtla kayıtlı kalıp onun dışındakileri red etme. Böyle yaparsan çok çok hayırdan mahrum kalırsın. Hatta işi olduğu gibi anlamaktan yoksun olursun. Onun yerine bütün inançlar için nefsinde heyuli ol. Zira Allah nesiller arasından sadece bir nesille (yahut zamanlardan sadece bir zamanla) sınırlanmayacak kadar büyüktür. Hepsi de isabet etmiş ve her isabet eden mükafatını almıştır. Mükafat alan herkes de mutludur, her mutludan da Allah razıdır. " [5]

Bu anlayış ister istemez ahirette cehennem azabının inkar edilmesini gerektirecektir. Çünkü bu sevgi dininde bütün din mensupları aynı olup hepsi tanrının suretleri olduğu için tanrının kendi kendine azap etmesi müstahil olur. Onun için şöyle diyor:

Vadinde doğru tek (Allah)dan başka kimse kalmadı. Hak'kın vaidi (tehdidi)ni de gözetleyen bir göz yoktur. Bedbahtlık yurduna girseler bile onda bir lezzet ve farklı bir nimet içindedirler... Tadının lezzetinden azap diye adlandırılır. Halbuki bu onun kabuğu gibidir ve kabuk koruyucudur. [6]

Kur'an-ı Kerim Firavn için

"Allah onu herkese ibret olarak dünya ve ahiret azabıyla cezalandırdı. "[7]

"Artık o çetin azabımızı gördükleri zaman 'Allah'a inandık ve ona ortak koştuğumuz şeyleri inkar ettik’ dediler. Fakat azabımızı gördükleri zaman imanları kendilerine fayda vermeyecektir. Allah'ın kulları hakkında cari olagelen sünneti (kanunu) budur."  [8]

Derken İbn-i Arabi bunu yalanlarcasına şöyle demektedir:

"Allah onun nefsini ahiret azabından kurtardığı gibi bedenini de kurtardı. Böylece maddi ve manevi olarak kurtuluş onu kuşatmış (tamamen) kurtulmuştur. " [9]

İbn-i Arabi, İbn el-Farıd, Abdulkerim el-Cili, Kaşani, Molla Cami, Sadreddin Konevi, Suhreverdi, Hallaç, Ebu Yezid el-Bistami, İbn Sebin, İbn Beşiş, et-Tilmisani, et-Tusi, Attar ve burada sayamayacağımız kadar tasavvuf meşhurunun inancı ve kanaati budur.

Celaleddin er-Rumi'nin Divan'ından nakledilen şu beyitlere bakınız:

"Canım ey nur, kaçma benden, Kaçma benden ey parlayan görünüm, Kaçma benden, kaçma benden. Şu sarığa bak, onu nasıl başıma koydum, Hatta bileğime taktığım Zerdüşt'ün zunnarına bak, Zunnarı taşırım, yemliği taşırım, Belki nuru taşırım, kaçma benden. Müslümanım ben, ama hıristiyanım, brahmanistim, zerduştiyim, Ey yüce Hak, sana tevekkül ettim, kaçma benden. Bir tek tapınağım, mescid, kilise veya puthanem yok benim, Sonsuz nimetim yüce yüzündedir, kaçma benden, kaçma benden. " [10]

İsterseniz Niyazi Mısri'nin de şu beyitlerine bakınız:

"Bu cihanın halkına bir yolum uğrar benim, Cem'edip bunca kumaşı bir bezistan olurum, 
Geh nasara, geh yahudi, gehi tersa (müşrik), geh mecusi, Gahi şia, gah olur, sünni müselman olurum." [11]

İbn Arabi'nin felsefesini satan Şebusteri (öl. 720/1320)'nin şu sözlerine bakalım:

"Önündeki şu perde kalktı mı ne mezhebin hükmü kalır, ne dinin. Bütün şeriat hükümleri senle benden doğar. Çünkü bu hükümler, senin canına, tenine bağlıdır. Arada ben ile sen kalmayınca, Kabe nedir, havra nedir, kilise ne... Cüzi alemden geçip külli aleme varan kişi bu sırrı bilir. Burada hululün da imkanı yoktur ittihadın da. Çünkü birlikte ikilik düşüncesi  sapıklıktır. Hak'tan başka bir varlık yok. İster O Haktır de, ister ben Hak'kım de."  [12]

 Bir kaç örnek daha verelim.

"Medrese ile minare yıkılmadıkça kalenderlik halleri düzene girmez. İman, küfür, küfür de iman olmadıkça hiç bir tanrı kulu gerçekten müslüman olamaz." [13][26]

"Aşk mezhebinde küfürle iman yoktur. Aşkda ne beden vardır, ne akıl, ne can vardır, ne gönül. Kim böyle değilse aşık değildir." [14]

"Kafir de sensin küfür de. İkisinden de betersin sen. Eman yurdu da sensin, iman da sensin. İkisine de başsın sen. " [15]

"Bir şey küfür de olsa, suç da olsa, kara şeytan da olsa, O'nun güneşi o şeye vurdu mu dolunay olur gider. " [16]

"Aşık içinde bulunduğu halin sarhoşudur. Bu yüzden küfürden de yücedir, imandan da. Küfürle iman ikisi de zaten onun kapısıdır. Çünkü o içtir. Küfürle din onun iki kabuğudur. Küfür dıştaki kuru kabuktur, imansa içteki tatlı kabuk. " [17]

"Gerçek küfür kime yüz gösterirse o kimse mecazi müslümanlıktan usanır. Her putta gizli bir can var, küfürde bir iman gizli. Küfür de daima Tanrı'yı teşbih etmekte. 'Ve in min şey'in... (17/İsra, 44) ayetine bak. Burada kınamanın ne lüzum var!" [18]

Yunus Emre söylüyor:

"Dost yüzin görecek şirk yağmalandı, 
Anınçun kapıda kaldı şeriat, 
Küfür ile iman dahi hicap imiş bu yolda, 
Satalaşdık küfr ile iman yağmaya verdük." [19]

Nesimi söylüyor:

"Hace-i meyhane mest oldu vu hem pir-i muğan 
Kabe vu puthane mest u hırka vu zunnar mest, 
Küfr u iman mest u cümle mest ayni yekdiğer 
Aşık u maşuk u aşk u yar mest ağyar mest. [20]

Eşrefoğlu Rumi söylüyor:

Bana ne ilmu amel ne küfrü iman nisbeti, 
Kamusundan el yudum aşka uyuben giderim. "[21]

Şebusteri'nin şu sözlerine bakalım:

"Bu makamda put, aşk ve birlik mazharıdır, zunnar kuşanmak da hizmete bağlanmaktır. Küfür de varlıkla olur, din de... Onun için birlik puta tapmanın ta kendisidir. Bütün var olan şeyler varlığın mazharları ve tecelli yerleridir. Onların biri de puttur. Ey akıllı kişi, iyi düşün put varlık bakımından batıl değildir ki. Bil ki putu yaratan da yüce Tanrı. İyinin yaptığı her şey iyidir. Mutlak varlık nerede varsa, ne ile zuhur etmişse, orası ve o şey hayırdan ibarettir. Eğer o şeyde bir şey varsa o, varlıktan meydana gelmemiştir. Müslüman, puta tapmak nedir bilseydi dinin puta tapmaktan ibaret olduğunu anlardı. Müşrik de putun hakikatini bilseydi hiç dininde yol azıtır, sapık olur muydu? O, putu ancak görünen bir suretten ibaret gördü de o sebeple şeriata kafir oldu. Sen de onda gizli olan hakikati, onda Hak'kı görmezsen sana da şeriatta müslüman demezler. "[22]

Tasavvufun insanları ve İslam anlayışını ne duruma getirdiğini bütün bunlar göstermeye yeterlidir sanırız. Tasavvufun yaydığı ve davet ettiği İslam budur. Tasavvuf yolu ile İslam'ın yayıldığını söyleyenler, insanların böyle bir İslam'a girdiğini acaba düşünmezler mi? Rene Guenon ve benzerlerinin böyle bir İslam anlayışının kurbanları olduklarını ve bunların sorumluluğunun onlara böyle bir İslam anlayışını götürenlerin boynunda olduğunu anlamazlar mı? İsterseniz bunun itirafını onların eserlerini dilimize kazandıranların dilinden dinleyelim:

« Rene Guenon temel hakikat geleneğini dinlerin önüne ve üstüne yerleştiriyordu... Nitekim Rene Guenon, nefsin Yüce İlkeyle (Allah'la) birleşiminin en saf anlamını Hint maneviyatında bulmuştu. » [23]

Özet olarak diyebiliriz ki onun eserlerinde bize sunulan temel hakikat bütün dinlerin önünde ve üstünde olan bir gelenekten gelmektedir. Guenon çeşitli dinlerde o hakikatlerin izlerini yeniden buluyor, fakat kendisine göre, o izler dinlerde az çok zayıflamış ve bozulmuş haldedir. İşte bu yüzden o her dini düşünceyle hem bir yakınlık kurmakta, hem de her sahih dinden ayrılmaktadır.[24]

Celaleddin er-Rumi, Yunus Emre, İbn Arabi, Hallaç, Cami, Attar ve benzerlerinin kültürü ile müslüman olan insanların maalesef İslam anlayışı budur. Bu anlayış sadece muhtedilerin yanlış üzerinde devam etmelerine sebep olmakla kalmamakta, müslüman kimi insanların da bu yanlış sebebiyle İslam'ın yanlış anlaşılmasına neden olmaktadır.

Örneğin iman eden (müslüman)lar, yahudiler, hıristiyanlar ve mecusilerden Hz. Muhammed'in tebliğ ettiği islam'a inanan ve salih amel işleyen kişilerin cennete girecekleri Kur'an'da belirtildiği ve kapalı bir tarafı bulunmadığı halde, tasavvufun büyüsü ile büyülenip dinlerin birliği ve dinlerüstü gerçek (hurafe)sine kendini kaptıran kimi müslüman (tasavvufçu)ların Kur'an-ı Kerim'e ve Hz. Muhammed'e iman etmeyi devre dışı bırakan yorumları hep bu hastalıktan ileri gelmektedir.

Cehenneme kimsenin girmemesi için vücutlarının büyütülüp cehennemi doldurmasını savunan Ebu Yezid el-Bistami ve ne olursa olsun yaratandan ötürü yaratılanı seven Yunus Emre'nin felsefesi hep bu bulanıklıktan kaynaklanmaktadır. Yahudi, Hıristiyan, Mecusi, putperest ve müslüman ayırımı yapmayıp meyhanecinin sarhoşluğa olan aşkı ve sekri şeriatın üstüne çıkaran sapıklık bu hastalığın ürünüdür. Her varlığı Allah görme, Allah'a isyanın simgesi ve tağutluğun sembolü olan Firavn'ı arif billahi ve cennetlik mümin görme, kendini tanrı ilan etme, seri ahkamı takmama ve enternasyonel sevgi dinini propaganda etme akımı bu sapıklığın neticesidir.

Bu anlayışın İslam alemini ve müslüman zihinleri ahtapot gibi sardığı ve Allah'ın tevhid dini gibi zihinlere din olarak yerleştiği bir realitedir. Bu anlayış İslam aleminde filizlenip boy vermeye ve yayılmaya başladığı tarihten itibaren İslam alemi düşünce olarak gerilediği gibi gittikçe İslam'ın safiyetinden de uzaklaşmıştır. Bunun önüne ancak sahih bir Kur'an ve sünnet eğitimi ile geçilebileceğini yeri gelmişken belirtelim.


<<Önceki                Sonraki>>

Puran Tilmiz, 18.02.2015, Sonsuz Ark, Konuk Yazarlar, Tasavvuf; Bir Düşünce Virüsü



Kaynaklar:
[1] Ali İmran, 19.      
[2] Ali İmran, 85.  
[3] İbn Arabi, Fususu'l-Hikem, 225, 191-196; ayrıca bkz.: Dr. Abdulkadir Mahmud, el-Felsefetu's-Sufiyye fi'l-İslam, 516-521, Da-ru'l-Fikri'l-Arabi.
[4] İbn Arabi, Zehairu'l-Ahlak Şerhu Tercümani'l-Eşvak, 39, Dr. Abdulkadir Mahmud, a. g. e., 503-531, Dr. Kemal Muhammed İsa, Nazarat fi Mutekadat Ibn Arabi, 51-59, Daru'l-Muctema, 1986, Burhaneddin el-Bikai, Masrau't-Tasavvuf, 99-100, tah. Abdurrahman el-Vekil, Yayın yeri ve tarihi yoktur.     
[5] İbn Arabi, Fususu'l-Hikem, 112-113; ayrıca Bali Şerhi, 191, Hicri 1309.
[6] (Fusûs ül-Hikem, Milli Eğitim Bakanlığı 1962 baskısı ve 1992 yılı baskısı, çev. Nuri Gencosman, Fas. VII .)  
[7] Naziat, 25.   
[8] Mümin, 84-85       
[9] İbn Arabi, Fususu'l-Hikem, 1/212, Afifi neşri.  
[10] Dr. Mustafa Galveş, et-Tasavvuf fi'l-Mizan, 100-101, Daru Nahdati Mısr, Kahire.
[11] Niyazi Divanı, 109, Maarif Kütüphanesi, İstanbul, 1963.  
[12] Dr. Mustafa Kara, Tasavvuf ve Tarikatlar Tarihi, 325, Gülşen-i Raz'dan naklen.  
[13] Dr. Mustafa Kara, a. g. e., 325, Rubailer, 83'den naklen.    
[14] Dr. Mustafa Kara, a. g. e., 326, Rubailer, 91'den naklen.       
[15] Dr. Mustafa Kara, a. g. e., 326, Rubailer, 223'den naklen.  
[16] Dr. Mustafa Kara, a. g. e., 326, Divanı Kebir, 5/478'den naklen.   
[17] Dr. Mustafa Kara, a. g. e., 326, Mesnevi, 6/696'dan naklen.   
[18] Dr. Mustafa Kara, a. g. e., 326, Gülşen-i Raz, 72'den naklen.    
[19] Dr. Mustafa Kara, a. g. e., 329.     
[20] Dr. Mustafa Kara, a. g. e., 329.  
[21] Dr. Mustafa Kara, a. g. e., 329.   
[22] Dr. Mustafa Kara, a. g. e., 328, Gülşen-i Raz, 71-72'den naklen.    
[23] Rene Guenon, Modern Dünyanın Bunalımı, 18, tere. Mahmud Kanık, Risale Yayınları, İstanbul, 1986. 




Seçkin Deniz Twitter Akışı