Sonsuz Ark/ Evrensel Çerçeveye Yolculuk
"Mahir’le Tarih eğitimi hakkında hemfikirdik. Tarihi iyi bilmeyen, karşılaştırmalı tarih analizlerine, siyasal tarihe zaman ayırmayan toplumların kolaylıkla emperyalist oyunlara kurban olduklarını ikimiz de çok iyi biliyorduk."
Mahir’le yemek derslerine dalmışken üç mesaj gelmişti telefonuma. İkişer dakika arayla. Biri karımdan, biri Cevval’den, diğeri de İD’dendi. Karım nasıl olduğumu merak etmişti, Cevval de ne zaman geleceğimi; İD ise kısa bir soru sormuştu: ‘Istanbul’a ne zaman geleceksin?’
‘Cacığa koyacağın salatalığı nasıl istersin, Ağa?’ diye sordum mesajları okuduktan sonra.
‘Nasıl, nasıl isterim, Azizim?’ dedi Mahir şaşkınlıkla. ‘Salatalık işte!’
Güldüm, ‘Kabukları soyulmuş mu olsun, soyulmamış mı?’ diyerek sorumu detaylandırdım. ‘Gerçi senin salatalıklarında kimyasal ilaç yoktur, kabukları ayrı bir tat katar cacığa!’
‘Haaa!’ dedi Mahir gülümseyerek. ‘Kabuklu olsun o zaman, Hanım nasıl yapıyor, onu da bilmiyorum zaten!’
‘Bazıları eski pijama deseni şeklinde soyar, yarı kabuklu yani!’ dedim işi daha da genişleterek. ‘Peki cacıkta salatalığı rendelenmiş mi seversin, tane tane doğranmış halde mi?’
‘Yav, Azizim sen neler biliyorsun böyle?’ diyerek yüksek sesle tepki verdi Mahir. ‘Sen mühendisliği bırak bu işlere başla; paraya para demezsin. Hem böyle şehir şehir, ülke ülke de gezmene gerek kalmaz!’
‘Rende çabuk iştir, tane tane doğramak biraz daha uzun sürer!’ dedim neşeli bir sesle. ‘İkisinin de ayrı bir tadı ve aroması oluyor!’
‘Allah, Allah!’ dedi Mahir ne diyeceğini bilemez bir halde. ‘Cacık işte Aziz Kardeşim, cacık; nasıl istersen öyle olsun!’
‘Olmaz!’ dedim ısrarla. ‘Yenge nasıl yapıyor?’
‘Ne bileyim, Azizim!’ dedi Mahir biraz geri çekilerek. ‘Herhalde doğruyordur!’
‘O zaman biz rendeleyelim!’ dedim. ‘Sen onun da tadına bak!’
Mahir’e kabukları soyulmamış salatalıkları rendelettim. Sonra kaşık kaşık yoğurt koydurdum karıştırma kabına; biraz tuz, biraz kuru nane ve biraz da sarımsak. Mahir sarımsağı soyarken ve rendelerken inanılmaz derecede gerilmişti.
‘Azizim, beni delirtme!’ dedi önlüğüne sıçramış yoğurdu peçeteyle silerken. ‘İki lokma bir şey yiyeceğiz eni sonu, sen burayı lokantaya, beni de aşçıya çevirdin, bir daha elimi sürmem bir şeye!’
Sessizce gülümsüyordum.
‘Mahmure’yi unuttun ama, Ağa!’ dedim biraz da dürterek. ‘Yaşadığını fark ettin, en azından hayatında ilk kez yemek yapmayı öğreniyorsun. Dondurucudan yiyecek çıkarıp yemekten de kurtuldun bak! Yenge sana yaptırabilir miydi bunları?’
Güldü Mahir, sonra süzüldü yüzü.
‘Bilmem ki yapmayı, nasıl yaptırsın Hanım?’ dedi. ‘Mahmure’yi hatırlatmayaydın iyiydi, Azizim...’
‘Hatırlar ve unutursun, Ağa!’ dedim. ‘Bu böyledir, yaralarını deşme, kabukları soyup eğleşme!’
Sustuk sonra, hazırladığımız her şeyi masanın üstüne dizmeye başladık. Mahir önce önlüğü çıkarmıştı, ‘Oh beee!’ diyerek. ‘İyi acıktık Azizim!’ derken gerçekten acıktığını görüyordum.
Hazırladığımız masa gerçekten güzel olmuştu. Mahir tabakları çıkarırken ben de mesajlara kısa birer cevap yazmıştım. Karım, Mahir’de olduğumu biliyordu. Cevval’e haber vereceğimi yazdım, İD’ye de tek cümlelik bir mesaj: ‘Yarın’
Yemeğimizi yedik neşeyle ve şakalaşarak. Konular birbirini açıyor ve biz daldan dala geçiyor, zihnimizdeki dalgalanmalarla çağın sorunlarına çözüm arıyorduk. Mahir, Erdoğan’ın liderlik ettiği iktidar partisi Ak Parti’nin merkez ve yerel teşkilatlarına yönelik sert eleştiriler yapıyordu. Çok idealist yaklaşıyordu yine. Ben güzel yurdumuzun insan kaynağının başka türlüsüne elvermediğini anlatıyordum ısrarla.
‘Sen Erdoğan olsan...’ diyordum. ‘Kendi çevrenden senin idealist düşüncelerine uygun bir şekilde görev yapacak, para, makam ve ünle bozulmayacak kaç insan tanıyorsun, kimi çalıştırırsın?’
Durup düşünüyordu ve sonra asılmış bir suratla, ‘Hiç kimse yok!’ diyordu. ‘Haklısın Azizim, ama sıkıntılı süreçlere ve kibirli tiplere tahammül edemiyorum. Rahmetli Muhsin Reis, ‘Erdoğan’ı yalnız bırakmamak lazım’ demişti, ona sözüm yok, ama etrafında o kadar çok lüzumsuz insan var ki!’
Et güzel pişmişti; yumuşacıktı.
‘Sorgulama ahlakı, doğruya doğru eğriye eğri demeyi gerekli kılar, Ağa!’ demiştim, onu, sık sık unuttuğu tarihe baktırarak. ‘İttihat-Terakki bünyesinde, Sultan Abdülhamid’i devirerek iyi bir şey yaptıklarını düşünenler, iyi bir şey yapmadıklarını her şey açığa çıkınca anladılar. Bu yüzden akıllı bir adam aynı zamanda stratejik düşünebilmelidir de. Eğer bu dersi alamıyorsa bir nesil, başarılı olamaz, vizyon geliştiremez. Sorgulamalarımı bağlayacağım, bağlamaktan vazgeçmeyeceğim tek yer de burasıdır. Bunları tartışmaktan korkarsan ya da kaçarsan, aynı hataları yaparsın. Bugün de yüz yıl önceki şartlar aynı şekilde geçerli. İktidar Partisine ve onun verdiği hak mücadelesine gereğince saygı duymayanlar bunun bedelini kendileri ödeyecekleri gibi herkese de ödetirler!’
Mahir’le Tarih eğitimi hakkında hemfikirdik. Tarihi iyi bilmeyen, karşılaştırmalı tarih analizlerine, siyasal tarihe zaman ayırmayan toplumların kolaylıkla emperyalist oyunlara kurban olduklarını ikimiz de çok iyi biliyorduk. NATO’nun devletin derinliklerinde kurduğu strateji odalarında tasarlanan 80 öncesi sağ-sol kavgaları, 80 sonrası laik-Müslüman ayrımcılığı ve hemen arkasından Türk-Kürt ayrışması bizi getirip FETÖ’nün çok katmanlı dinsiz dindarlığına mahkûm etmişti. 15 Temmuz tarihin değiştiği bir ândı. Bu halk ayağa kalkmıştı; Azizdi bu yüzden.
Eğitim, insanın, düşünme, inanma ve yaşama özgürlüğünü kendisi, ailesi ve içinde yaşadığı toplumla birlikte bütün insanlığın yararına kullanmasını sağlayacak olan süreçlerin bir bileşimiydi. Beşerî ideolojiler eğitime ne kadar çok müdahale ederlerse o kadar çok özürlü bireyler yetişiyordu ve toplum kafası karışık sayısız insandan oluşmaya başlıyordu.
İnsan, kesinlikle eğitilmesi gereken bir varlıktı; eğitim öğrenmeyle mümkün olduğuna göre, insan doğduğu andan itibaren öğreniyor ve dolayısıyla eğitilmeye başlıyordu. Bunda hemfikir olunamayacak bir 'yan' yoktu, fakat 'yan', insan söz konusu olduğunda inanılmaz ölçüde çeşitleniyor, muğlaklaşıyor ve boyutları belirlenemeyen bir niteliğe bürünüyordu ve biz 'yan' a, 'yanlar', demeye başlıyorduk. 'Yanlar' hususunda hemfikir olamamak da, bu belirsizlikten kaynaklanıyordu.
İnsan nasıl eğitilmeliydi? 'Yanlar', bu soruya cevap vermeyi zorlaştırıyordu; yeni ve çağdaş eğitim modellerinin kasıp kavurduğu bir yeryüzünde, milyonlarca yıllık eğitim deneyimleri elbette kayda değer olamayacaktı; tutulan insanlık kayıtları da yersiz ve geri 'yan'lı olacaktı.
Kim, ne yapacaktı ki beş bin yıl önceki insan eğitim modellerini? Çağdaş eğitim modellerinin temelinde, daha yakın bin yıllık modeller varsa bile, onları kim umursardı? Sonuçta anne-babayla başlayan bir süreci, çağdaş normlar veya insanlık deneyimleri ne kadar ırgalayacaktı ki?
Sıkıntı
Takip et: @SonsuzArk
- Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur.
- Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
- Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark manifestosuna aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz.
- Sonsuz Ark Yayınlarının Kullanımına İlişkin Önemli Duyuru için lütfen tıklayınız.