19 Şubat 2014 Çarşamba

SA562/DT24: Geçmişte Olmak İstiyorum, Çocuklarımı da Alıp…

“Annem, balık kızartırdı koridordan bahçeye açılan sahanlıkta. Gaz ocağının üstündeki tavada mis gibi kokardı istavrit, hamsi…”

"Lütfen yazıyı okurken aşağıda ekli müziği de açınız"

(Gaz Ocağı)

Anket yaparlardı öğretmenlerimiz, ilkokul ve ortaokulda iken. 80 Darbesi’nden sonrasını daha net hatırlıyorum. Bu anket sorularından birkaç tanesi kalmış aklımda. ‘Size ait odanız var mı?’, ‘Annenizin eğitim durumu nedir?’, ‘Babanızın eğitim durumu nedir?’, ‘Eviniz Kira mı?’ Bu sorulardan zevkle cevapladığım sadece bir tanesi vardı. Evimiz kira değildi, bize aitti; hemen işaretlerdim. Kendim ikna olmamış bir halde, ‘Evet’ dediğim diğer soruda ise ‘Kendime ait odam var!’ seçeneğini...

Sonradan öğrenecektim tabi, gecekondu deniyormuş bizim ev gibi evlere. Gecekonduda oturmak da iyi bir şey değilmiş. Gelişmemişlik düzeyini gösteriyormuş, apartmanda oturmalıymışız. Ama biz kira ödemiyorduk, ev bizimdi. Kim umursardı ki? İstatistikler daha önemliydi. Ev sahibi olmamızın ne önemi var? Öğrendiğimde çocukluğumun bu en keyif verici cevabı da öylece sıkıntılı hatıralar arasına girdi.

Kendime ait odam yoktu, misafir odası dediğimiz odada kalırdım ben. Yatma saatine kadar üç odalı bir mutfaklı evimizin sobalı oturma odasında oturur, ders çalışır; yatmaya odam dediğim misafir odasına giderdim. Tabi, soğuk odada, içte battaniye dışta yorgan, çift katlı örtümü kafama çekmiş bir vaziyette nefesimle ısınana kadar üşürdüm. Ama benim odamdı, misafir gelene kadar. İki somya vardı; etekleri pileli dikilmiş örtüsünün üstü, yani üstüne oturduğumuz kısmı ablalarımın çeşit çeşit renk renk çiçek ve kuş desenleriyle tek tek işlediği minik minik karelerden oluşmuş etamindendi. Kırlent dediğimiz sırt yastıklarının da işlenmiş etaminden işlenmiş yüzleri vardı. Koyu yeşil zeminde beyaz, sarı, kırmızı işçilik öyle bir güzel görünürdü ki.


Bir de camekânımız vardı. Yaklaşık olarak bir metre yüksekliği, bir buçuk metre genişliği, kırk santimetre derinliği olan üç raflı küçük bir dolaptı bu. Rafları camdandı. Kanaviçe işliklerle örülmüş örtüleri vardı beyaz o cam rafların. Hâlâ gözlerimin önünde. Raflarda kahve takımları, misafir çay bardakları. Alt kısmında sağlı sollu iki küçük kapaklı göz ve ortalarında iki ya da üç çekmece…

Kapaklı gözlerden biri kitaplığımdı. Çok sonradan eskilerin arasında gördüğümde o kadar küçük görünmüştü ki bana… Ama o zaman kocaman gelirdi, tek tek puanlı naylon kaplarla kapladığım defterlerimi ve kitaplarımı sıra sıra dizerdim. Belki de misafir odasını benim yapan o küçücük kitaplığımdı.

Bir de açılıp kapanan ayakları birkaç arkalıklı sandalyesi olan masa vardı kocaman. Onun üzerinde de işlemeli etamin örtü olurdu hep, bembeyaz. Kirletmeden ders çalışırdım. Yerde de desenli kilim; sonradan fabrika halısı. Başka bir şey yoktu misafir odamızda. Babam darbeden önce ekonomik durumumuz iyiyken de lüks diye koltuk almazdı, ahlaksızlık taşıyor diye televizyona mesafeli idi.  Pikaplı radyo vardı sadece.  Koyu yeşil kapağını açar cızırdatırdım plak iğnesini. Plak da dinlemezdik.

Odam öyleydi. Evimiz gecekonduydu; ama kocaman bir bahçemiz vardı. Limon, dut ve nar ağaçlarımız. Şeftali nedense hep kurtlanırdı, erik çağla iken biterdi. İncir ise çok geç olurdu. Kurban’dan önce aldığımız koç, tavukların, hindilerin, tavşanların gezdiği bahçede bir ağacın köküne bağlanırdı.

Annem, balık kızartırdı koridordan bahçeye açılan sahanlıkta. Gaz ocağının üstündeki tavada mis gibi kokardı istavrit, hamsi… Yemekten önce o kokuyu almak burnumun direğinin kırılması demekti. Gizlice yaklaşır, küçük bir tabureye oturmuş annemin pişirdiği balıkları izinsiz alıp yerdim. Bu en büyük zevklerimden biriydi. Kızardı annem, yemeğe kalmayacak, diye. Fırsatını kollar, bir tane daha alırdım.  Parmaklarım, damağım yana yana yerdim.

Gözlerim doluyor şimdi o anları hatırladığımda. İneğimiz vardı. Annem onu topladığı taze otlarla besler, sabah akşam sütünü sağar ve çok güzel yoğurt yapardı. Pazar günleri süt günümüzdü. Babam da olurdu kimi zaman. Süt, bal, pekmez yerdik hepimiz. Ben mızmızlanır, çay ve zeytin isterdim. Güzel annem ölene dek, evde olduğum her gece yanıma elinde bir bardak sütle gelir, zorlaya zorlaya içirirdi. Meyve soyardı, zorla yedirirdi, canım istemiyor derdim, dil dökerdi, bir tane, bir dilim diye diye yedirirdi bana. Kendisi bir bardak süt içmezdi, dört bardak süt bir kilo yapar onu da satarım derdi. Darbe en çok annemi mahvetti zaten. Onun sütü olmasa belki de hiçbir şey olmazdı.

Komşular süt alırdı bizden. Süt sağdığı kabı bile çalkaladığında o suyu süte katmazdı. Sütümüz çok güzel olurdu, yoğurdumuz kaymak gibi. Annem, kimin kaç kilo aldığını bilirdi. Her komşumuzun ayrı bir renk orlon ipliği olurdu, annem her aldıklarında onlara bir düğüm atar, sonra da hesaplaşma zamanı düğümleri sayardı. Kul hakkı der, titizlenirdi. Hesabı hiçbir zaman yanlış çıkmazdı.

Darbe olmasa, çok tatlı bir hayatımız vardı. Tabi darbe olmadan önce terör olmasa. Annem ve nenem her yatsıdan sonra gözleri yollarda, dua ede ede babamın dükkândan dönmesini beklerlerdi.

Anlatırdı babam, sıra bana gelmişti bakkallardan; bir arka sokaktaki bakkal bir sabah dükkanını açmış önünü süpürürken ensesinden kurşunlanmıştı. Okula hiç gitmemişti yetim babam, parası olduğu halde gönderen olmamıştı. Okul inşaatında bedava çalıştırıldıklarını anlatırdı 40’lı yıllarda. Kur’an Hocası’ından yeni yazıyı da öğrenmişti. Çok güzel okur ve yazardı. Küçük büyük harflere pek dikkat etmezdi, ama estetikti harfleri. Diploması hiç olmadı; parayla diploma satın alıp ehliyet de almadı. Ben, en büyük oğul, küçüktüm, araba alsam kim sürecek der, araba da almazdı.

O anketin biraz utanarak verdiğim cevapları… Annem okur-yazar değil seçeneğini işaretlerken sıkılırdım, ama babam okuryazar diye işaretlerken biraz gurur duyardım, gözlerim ilkokul, ortaokul, lise, üniversite mezunu seçeneklerine imrenerek bakarken.

Şimdi apartmanların bahçesiz, ağaçsız, hayvansız atmosferinde, sımsıcak odalarında, dolu kitaplıkların kişiye özel odaların bolluğunda çocuklarımız seçenekleri üniversite mezunu diye işaretliyor. Benim yaşadıklarım çocuklarımın aklına hiç gelmiyor. Yeni yeni ev sahibi olsak da apartmanların yıllarca kirasını ödediğimiz odalarına çocuklarımız bizim diyemiyorlar. Diyorlarsa bile balık kokmuyor mesela evlerimiz, yüreğimizdeki acılar gibi.

Soruyorum kendime… Üniversite mezunu anneler, okur-yazar olmayan anneler kadar insaflı ve merhametli mi? Onlar kadar kul hakkına riayet ederler mi? Onlar kadar her şeyi el emeği ile yaparlar mı? Onlar gibi göz nuru ile etamin, kanaviçe işlerler mi? Üniversite mezunu babalar, okur-yazar babalardan daha zengin ve kültürlü oldukları halde onlar kadar olgun ve sabırlılar mı?

Önemli olan ne? Gelişmemişlik ölçütü olan gecekondular mı, gelişmişlik ölçütü olan apartmanlar mı?

Üniversiteyle gelen tahsil mi, hayatın tadını tat gibi tattıran, doğal sıcaklık mı? Akşam olduğunda birer adaya çekilir gibi odalarına çekilenler, gecekonduların tek sobalı oturma odalarında sohbet edenlerden daha mı mutlular?

Cevaplarken utandığım, sıkıldığım soruların cevapları daha güzel geliyor şimdi bana.

Gözlerim dalıyor önümdeki harflerden geçmişe… geçmişte olmak istiyorum, çocuklarımı da alıp…



Doğa Toprak, 19.02.2014, Sonsuz Ark 




Seçkin Deniz Twitter Akışı