20 Eylül 2013 Cuma

SA417/ME23: “Öfkeni Yen, Kusurları Bağışla ve İyilik Yap!”

"Din bu değil, güzel ahlak bu değil. Bir sürü şüpheyle dolmamalı Müslümanların düşünceleri."


Câmi’den çıktı. Yürüdü ve evine gitti. Karısı yemek hazırlamıştı. Sözleşmişlerdi, Cuma’dan sonra yiyeceklerdi. Sofraya oturdu. Karısı son eksiklikleri tamamlayıp sofraya oturduğunda adam yerinde kımıldadı ve konuştu:

“Sana bugün Cuma Namazı’nda yaşadıklarımı anlatmamı ister misin, Hanım?”

Karısı meraklı gözlerle kocasına baktı:

“Hayırdır?” diye sordu.

Adam gülümseyerek cevap verdi:

“Hayr, hayr!” dedi. “İnşaallah!”

Sonra sözlerini sıra sıra dizdi:

“Câmi’ye girdim. Normal katta arka sıralarda ve alt katta yer vardı.  Alt kata inmedim. Arka sıralarda bulduğum bir yere oturdum. Merkezî sistemden bir vaiz Cuma vaazını veriyordu. Onu dinlemeye başladım. Şu an sorsan, vaizin ne anlattığını hatırlamam derim sana. Niye dersen; dikkatim dağıldı derim. Dikkatin nasıl dağıldı dersen; işte o andan itibaren başlayarak anlatacağım şeyleri iyi dinle!”

Adam lokmasını yuttu. Ben o sırada alnındaki damarlarda geziyordum. Anlatmaya devam etti:

“Dizlerimi bükmüş, tahiyyat oturuşunda vaizi dinliyordum. Birden omzumda bir baskı hissettim. Bir el omzumu bastırdı, beni omzumdan sağa doğru itti ve omzumu iten adam oluşan boşluktan geçerek bir ön safta bulduğu daracık yere oturdu.  Adamın yüzünü görmüyordum. İçimden ne kadar hoyrat bir adam dedim. Omzumu bastırmadan geçebilirdi. Omzuma dokunur, bana kendisini fark ettirir, ben de biraz yana çekilir geçmesi için uygun bir aralık bırakırdım. Ya da omzumu o kadar dikkatle ittirir, ki; ben o eldeki hassasiyeti hisseder ve şu an düşündüklerimi düşünmezdim. Adam muhtemelen yaptığı şeyin farkında değildi ve benim ne düşündüğümden asla haberi olmayacaktı. O, Cuma namazı kılmak için camiye gelmişti ve namazı kılıp gidecekti. Onun için o anki sıkıntı yer bulma sıkıntısıydı, hoyratlığının da farkında değildi. Yine muhtemelen bütün hayatında böyle hoyrattı. Çünkü; oturmadan önce ayakta şöyle bir kemerinden tutarak pantolonunu yukarı çekmiş, sağını solunu toparlamış ve öylece oturmuştu.”

Karısı gülümseyerek sordu:

“Adamın birkaç hareketinden bu kadar sonuç çıkarman haksızlık değil mi?”

“Bunu da düşündüm; nihayetinde omzumu kırmadı, acıtmadı, sadece sertçe ittirdi ve böyle davranarak benim dikkatimi dağıttı.  Senelerdir câmiye gidiyorum, bazen ben de önde boş yer varsa, yan yana oturan insanların omzuna dokunuyor, onların kendiliklerinden yol vermelerini bekliyordum. Üstelik kimi zaman farkında olmadan geçerken ayağım kollarına da değiyordu. Ama dönüp bir özürle dikkatlerinin dağılmasını engelliyordum. Adam da aynısını yapabilirdi. Yapmadı; o yüzden hoyrat bir adam olduğunu düşündüm.”

“Peki, sonra?” dedi karısı merakla.

“Sonra vaiz vaazı kesti, ezan okundu. Kalktık ilk dört rekat sünneti kıldık. Ben aklımdan az önceki sıkıntıyı silmeye çalışırken namaz da tamamlandı. Câmiler mi dardı, insanlar mı dardı? Müslüman hassas olmalıydı. Namaz esastı, ama namazı kılmak için başka hoyratlıklara sebep olmamalıydı insan. Benim derdim, Müslümanların topyekun hoyratlaşmasıydı. Kadını, erkeği câmiye geldiğinde birbirine karşı o kadar dikkatsizler ki. Alelacele, sıkış-tıkış namazı kılıp gitmekten sağlarına sollarına dikkat etmeyen birer robot gibiler, diye düşünüyordum. Vaizler, insanî ilişkilerden ziyade hikayelerden bahsediyorlar. Oysa insan, kendisine, Allah’a ve diğer insanlara karşı ilişkilerinden oluşan bir varlık. Vaiz bunları anlatmalıydı. Vaizin ne anlattığını da bu yüzden unuttum. Vaaz dinleyenlerin, o günkü  ve önceki tüm Cuma namazlarında vaizlerin anlattıklarını unutmaları, vaizlerin anlattıklarının insanın ruhuna dokunamayışından kaynaklanıyor, diye düşündüm.”

Karısı, sabırla dinlerken sordu:

“Peki hutbe?... Hutbede imamın anlattıklarını hatırlıyor musun?”

“Bir kısmını!” diye cevap verdi adam. Alnındaki damarlar yeniden kabardığında yerimi değiştirdim. Sinirlenmiş gibiydi adam; ama sakin sakin anlattı:

“İmam, hutbeye başladığında, az önceki adamın sebep olduğu düşünceler aklımdan çıkıp gitmişti.  Dikkatle minberdeki imamı dinliyordum. Anlattığı hikayeye kadar ne anlattıysa şu anda hiçbir harfini hatırlamıyorum. O hikayeyi anlattığı andan itibaren yine koptum. Konu herhalde güzel ahlaktı. Tam da o anki meseleye uygun bir konu. İmamın anlattığına göre hikaye şöyleydi:

“Peygamber Efendimiz’in torunu Hz. Hasan’ın, öfkeyi yutup suç bağışlama konusunda pek güzel bir davranışı vardır. Bir gün Hz. Hasan’ın kölesi elindeki tabağı düşürerek efendisinin elbisesini kirletmişti. Bu dikkatsizliği sebebiyle ceza göreceğini zanneden köle, “Onlar bollukta ve darlıkta sarfederler, öfkelerini yenerler, insanların kusurlarını affederler. Allah iyilik yapanları sever” mealindeki Âl-i İmrân Sûresi’nin 134. ayetinin  “Onlar ki, öfkelerini yenerler” kısmını okuyuverdi. Hz. Hasan köleye bakarak: “Yendim” dedi. Köle âyetin “Ve onlar insanları affeder” bölümünü okuyunca Hz. Hasan “Bağışladım” dedi. Buna çok sevinen köle âyeti tamamlayarak “Ve Allah iyilik edenleri sever”  deyince, Hz. Hasan: “Ben de seni âzâd ettim” dedi ve köleye 400 gümüş akçe vererek onu hürriyetine kavuşturdu.”

Adam, yemeğe ara vermişti. Kendinden geçecek derecede dalgındı, anlatırken konuya o kadar konsantre olmuştu ki, alnındaki damarlardan ayrılmak zorunda kaldım. Karşısına geçtim ve onu izlemeye devam ettim. Karısına baktı ve zihninden taşanları anlattı:

“Peygamberimizin torunu nasıl köle sahibi olabilir? Hadi diyelim dönemin alışkanlıkları yüzünden, savaş esiri, hediye vesaire sebeplerden kölesi olmuş olsun; bir peygamberin torunu, ayeti ezbere bilen bir müslümanı nasıl köle olarak tutabilir? Buraya kadar her şeye tamam diyelim, yoksulluğu ile anlatılan bir peygamberin yine yoksulluğu ile bilinen kızının ve damadının oğlu olan torunu 400 gümüş akçeyi birdenbire nereden bulup köleye verebilir? Zengin olamaz mı? Olabilir, elbette; ama her Müslüman gibi ihtiyaçtan fazlasını infak etme emrine tâbi olan bir peygamber torunu 400 gümüş akçeyi verebilecek bir keseye sahip olabilir mi?”

Karısı, adama şaşkınlıkla bakıyordu. Adam karısının cevap vermesini bekliyordu. Ben adama ‘deli midir’ diye bakarken, aslında deli olanlar onun sorguladıklarını sorgulamayanlardır diyordum kendi kendime. Adam içimden geçenleri tek tek saydı:

“İmam deliydi; anlattığı şeyi sorgulamamıştı. O hutbe metnini hazırlayan deliydi, o hutbeyi sorgulamadan dinleyip çekip gidenler de deliydi. İşte böyle hutbeler, böyle hoyrat adamlar icat ediyorlardı. Güzel ahlakı anlatacak olan hikayeler o kadar kopuktu ki hayattan, hikayeler gerçek miydi, değil miydi, amacına ulaşıyor muydu, hiç belli değildi. “Öfkeni yen, kusurları bağışla ve iyilik yap!” Bu üç emri levhalara yazıp câmilerin girişine assalar daha etkili olurdu. İmam sadece ayeti okuyup minberden inse yeterdi.”

“Haklısın!” dedi karısı. “Senin düşündüklerini kim düşünüyor ki?”

“Benim düşündüklerimi herkes düşünmedikçe kimse güzel ahlaktan bahsedemez. Ben, sen, o değil mesele; mesele uydurulmuş hikayelerle anlatılan dinde, makyajla çirkinleştirilen güzel ahlakta. Din bu değil, güzel ahlak bu değil. Bir sürü şüpheyle dolmamalı Müslümanların düşünceleri. Temiz, duru amaca hizmet eden, insana dokunan hikayeler olmalı. Varsın yaşanmamış olsunlar, ama doğru şeyler anlatsınlar. Bunları yapamıyorsak, sadece ayetlerle hitap etmeliyiz insanlara.”

“Yemeğin soğudu!” dedi karısı. “Bari sakin kafayla namazını kılsaydın. Yine de Allah namazını kabul etsin!”

“İmam Felak ve Nass surelerini okudu cumanın iki rekatlık farzını kıldırırken!” diyerek gülümsedi adam, “Namazı çok iyi hatırlıyorum. Fakat imam farzdan sonra ilk defa bugün Salât-ı Münciye duasını okudu. Türkçesi şöyle “Allahım! Efendimiz Muhammed’e (sav) ve onun ehli beytine salât et. Bu salâvat o derece değerli olsun ki: Onun hürmetine bizi bütün korku ve belalardan kurtarsın. Bizim ihtiyaçlarımızı o salâvat hürmetine yerine getirsin, bizi bütün günahlardan bu salâvat hürmetine temizlersin, o salâvat hürmetine bizi derecelerin en üstüne yüceltirsin, o salâvat hürmetine hayatta ve öldükten sonra düşünülebilecek bütün hayırlar konusunda gayelerin en sonuna kadar ulaştırsın. Ey merhametlilerin merhametlisi bize bunları merhametinle nasip et. Allah Tealâ bize kafidir ve ne iyi bir dost, ne iyi bir vekildir. Ey Rabbimiz, senin mağfiretini dileriz, dönüş yalnız sanadır.”

“Ne güzel işte!”

“Ne güzel değil işte Hanım!” dedi adam kızgınlıkla. “Sen, “Bu salâvat o derece değerli olsun ki: Onun hürmetine bizi bütün korku ve belalardan kurtarsın. Bizim ihtiyaçlarımızı o salâvat hürmetine yerine getirsin, bizi bütün günahlardan bu salâvat hürmetine temizlersin, o salâvat hürmetine bizi derecelerin en üstüne yüceltirsin, o salâvat hürmetine hayatta ve öldükten sonra düşünülebilecek bütün hayırlar konusunda gayelerin en sonuna kadar ulaştırsın”  demek, ne demek biliyor musun?”

“Ne demek?”

“Bir salâvatla her şeyi garantilemeyi istemek ne demekse o demek. Bütün güzel ahlakı da salâvat getirmekle gereksiz hâle getirmek demek. Salâvat, kutsamak demektir; bir Müslüman, peygamberini ve onun ehlini kutsadığında, o kutsamanın hürmeti, bütün korku ve belalardan kurtulmanın,  bütün ihtiyaçların temininin, günahlardan arınmanın, dünyada ve ahirette bütün hayırları istemenin sebebi olamaz. Bir Müslüman bunu isteyemez; bunu isteyerek güzel ahlakla ahlâklandığını sanamaz. Tıpkı bugün Cuma namazı kılmak için câmiye gelen adamın bana yaşattıkları gibi. Adamın namazı ayrıdır, o namazı kılmak için yaptıklarından doğan sonuçlar ayrıdır. Salâvatla o istek listesi arasında hiçbir ilişki yok!”

Kadın gözlerinden akan sevgiyle fısıldadı:

“Öfkeni yen, kusurları bağışla ve iyilik yap!”

Adam sustu; karısına baktı dikkatle ve tane tane konuştu:

“Öfkem bana ait değildir, kusurlar bütün Müslümanlarındır ve bunları anlatmam da benim iyiliğimdir!”

Ben o andan sonra orada duramadım. Adam haklıydı. İnsan ruhunun bütün evrene dağılan parçalarından biriydim. Konduğum bu damarlarda biriken, gezinen sabırsızlığı anlıyordum.  Fakat yapabileceğim bir şey yoktu.

Adama el salladım uzaktan.  Beni ve elimi görmedi tabi.

İyi bir adamdı; inşallah iyi kalmayı başarırdı.




Mustafa Ege – Cuma, 20/09/2013 –22:27/ İz Etki Ekinoksları 23



Seçkin Deniz Twitter Akışı