10 Eylül 2017 Pazar

SA4850/KY59-MLÖZ14: Bu Böyle Olmuştu; Çeçenler ve İnguşlar -2-

"23 Şubat 1944 tarihinde Çeçen ve İnguş halklar 24 saat içerisinde Orta Asya’ya ve Sibirya’ya sürgün edildiler. Yolda ve on üç yıllık sürgün süresince Çeçenlerin yüzde ellisi hayatını kaybetti."


Çeçen ve İnguşlar 2

Dağıstan’ın batısında Çeçenistan’ın sınırında bulunan Auh bölgesinde eskilerden beri Akkin Çeçenleri yaşıyorlardı. Akkin Çeçenlerin toprakları Dağıstan’a resmi olarak 1921 yılında geçti.1943 yılın sonundan Şubat 1944 yılına kadar Auh ilçesi varlığını sürdürdü. 1944 yılının şubat ayında ise Akkin Çeçenleri Çeçen - İnguşya’daki kardeşlerinin acı kaderini paylaştılar. 

Halk, Stalin sürgünü sonucunda Kazakistan’a gönderildi, Auh ilçesi ise feshedildi. Çeçenlerin yaşadıkları evlere çoğunlukla Dağıstan’ın dağlık bölgelerinden gelen Avarları ve Lakları zorla yerleştirdiler. 1957 yılında tehcir edilmiş halklara eskiden yaşadıkları topraklara geri dönme izni verildikten sonra Çeçen - İnguş Cumhuriyetinde yaşayan Çeçenler geri dönebilse de, Dağıstan’dan sürülen Akkin Çeçenleri bunu yapamadılar. Sovyet yönetiminin yaptığı sürgünler, keyfi toprak paylaşımları ve zorla yaptırılan göçler Kafkasya’da hala süren etnik çatışmalara zemin hazırladı. 



“Hatırlıyorum

1944’ün şubat ayı bizim kan kardeşlerimiz Çeçenler ve İnguşlar için olduğu gibi, ezelden beri Dağıstan topraklarında yaşayan biz, Akkin Çeçenleri için de ölüm ayı oldu. Aramızda bir kişi bile yoktu ki vatan topraklarından acımasızca yapılan ve hiçbir makul sebeple açıklanamayan bu tahliye ona dokunmasın. Bela hepimize ayrı ayrı geldi. O zamanlar artık beş yaşındaydım ve birçok şeyi iyi hatırlıyorum, biraz ailemi anlatayım.

Babam, Umalatov Zulumhan, 1942 yılının başında cepheye çağrıldı. Üç kişi kalmıştık; annem, ağabeyim, Selamgirey ve ben. Daha doğrusu dört kişiydik. Annem, 6 yaşlarında, evsiz bir Avar kızına acıyıp kızı yanımıza almıştı. 23 Şubat günü köy sakinlerini bir kulüpte topladılar ve herkesi tahliye edeceklerini söylediler. Toparlanmamız için iki saat verdiler. İnsanlar, yanlarına almalarına izin verilen eşyaları kamyon kasalarına atıyorlardı, daha sonradan kendileri biniyorlardı. 

Sıra bize de geldi. Asker, listeye bakıp dört kişi olmamız gerektiğini söyledi. Avar kızını kastediyordu. Annem onu bilerek evde bırakmıştı çünkü Avarları sürmüyorlardı. Bizi nereye götürecekleri ve başımıza neler geleceği ise hiç kimse bilmiyordu. Ama askere bunu anlatamadık. Eşyalarımızın bulunduğu kamyona binmemize izin vermedi. Bıraktığımız kızı almaya gittiğimizdeyse araba çoktan gitmişti. Bizi bir sonraki kamyona bindirdiler ve Hasavyurt demiryolu istasyonuna vardığımızda daha önce yola çıkanların trenle gönderildiklerini öğrendik. Onlar ile beraber bizim eşyalarımız da gitmişti.  Annem, sürgüne gönderildiğinde üç küçük çocuktan başka bir şey yoktu elinde. Allah’a şükür ki parası vardı. Parası olmasaydı daha yoldayken açlıktan ölürdük.

Şimdiden söyleyeyim ki Avar kızını bizden daha sonra aldılar ve çocuk esirgeme kurumuna verdiler. Akıbeti hakkında hala bir bilgimiz yok. Bizi Kuzey Kazakistan’ın Priişımskiy bölgesinin üç numaralı çiftliğine getirdiler. Çocuk hafızası çok keskindir. 1945 yılından sonra yaşanan birçok şeyi çok net hatırlıyorum. 

Yazın, hasat mevsiminden sonra tarlada dolaşıp, toplanmadan kalan başakları bulmaya çalışırdık. Bulduğumuz buğdayları evde, el değirmeninde öğütürdük. Bu değirmenin taşını çevirmek çok zor olmasına rağmen, bunu her gün yapmak zorundaydık. Bahar aylarındaysa sonbahardan kalma donmuş patatesleri topraktan gizlice toplardık. Bu donmuş çürük patatesler haricinde ısırgan ve ismini dahi bilmediğim başka otlar yiyorduk. Ölüm, insanları acımasızca pençesine düşürüyordu. 

Aynı odayı paylaştığımız aileyi, yaşlı karı koca çiftini, Alip, Rayhanat ve oğullarını hatırlıyorum. İlk ölen Rayhanat oldu. Defnederken onu sarabileceğimiz bir kefen yoktu. Annem elimizdeki tek çarşafı verdi. İhtiyar Alip tamamen kördü ama bir şekilde ormandan kereste toplamayı başarabiliyordu. Oğluysa güneşin ilk ışıklarından gecenin geç saatlerine kadar çalışıyordu. Yakın zamanda ihtiyar da hayata gözlerini yumdu ve bizim keçeli paspasımız ona kefen oldu. 

Daha sonra bizimle aynı odada yaşayan on beş yaşındaki Movladin öldü. Sürgünden önce teyzesinin yanına misafirliğe gelmişti. Teyzesiyle beraber sürgüne gönderildi. Anne ve babasının akıbetini ise çocuk hiçbir şekilde bilmiyordu. Movladin, kışın öküzlerin üstünde saman taşırdı. Kalın bir giysisi yoktu. Üşütüp hasta olmuştu. Acıklı inlemelerini hala duyuyorum. Anne, babasının yanına gidebilmek ya da ailesinin yanına gelmesi için teyzesine yalvardığını hatırlıyorum. Kapıya bakarken öylece öldü. 

Sonra iki küçük çocuk, Kamaludin ve Jamaludin kardeşler hayatını kaybetti. Yine soğuk algınlığından kuzenim Yahmat da öldü çünkü Kazakistan soğuklarına dayanabilecek giysi kimsede yoktu. Kyahi Murtazaliyev açlıktan öldü ve sadece 1945 yılı içerisinde ismini hatırlamadığım pek çok çocuk hayatını kaybetti. 

1946 yılında hala birkaç aileyle birlikte aynı evde yaşıyorduk. Açlık sürüyordu. Çürük buğday, arpa, yulaf ve darıdan yapılmış ekmekler yiyorduk. Bir keresinde köyde çokça bulunan evsizler çaldıkları taze ve güzel buğdayları şapkalarının içinde anneme getirdiler. Annem bu buğdayı bir şeylerle takas etti ancak yakında polis ve askerler gelip arama yaptılar ve buğdayı aldılar. Bu olaydan sonraysa annemi sürekli komutanlığa çağırıp durdular. 

1947 yılının yazında Andreyevka köyüne taşındık. Kafkasya’dan, Auh Çeçenlerinden, İlyas adında Avar bir adamın geldiğini duyduk. Avarlar ülke çapında serbestçe seyahat edebiliyorlardı. Biz ise özel izin olmadan köyümüzün dışına bile çıkamıyorduk. Yine de annem gizlice Andreyevka’ya gitme cesaretinde bulundu. 

Annem İlyas’a Frunze ilindeki özel yerleşim bölgesinde hakkımızda hiçbir şey bilmeyen babasının, yani dedemizin yaşadığını söyledi. Babasına yaşadığımıza dair bir haber yollamak istemişti. İlyas hepimizi kendi ailesiymiş gibi göstererek hep birlikte Kırgızistan’a gitmeyi teklif etti. Annem ona güvenerek bu büyük riski göze aldı ve biz İlyas ile birlikte Petropavlovsk şehrine doğru yola çıktık. 

Annem, İlyas’a teşekkür olarak 1.000 ruble verdi ve valizinde yolda ihtiyaç olursa diye 3.000 ruble daha olduğunu söyledi. Bütün mal varlığımız ve paramız bu valizin içindeydi. Karanlıkta gara ulaştık. İlyas bize onun küçük valizini almamızı ve tıklım tıklım insan dolu gara girmemizi, bizim büyük ve ağır valizimizi kendisinin taşıyacağını söyledi. O zamanlar benim çeneme kadar gelen valizin kolundan tutup anneme, bu valizi kendimiz taşıyalım, dediğimi hatırlıyorum ama İlyas beni kabaca iterek “Ananın peşinden git ufaklık” demişti. 

Ben kapıdan arkamı döndüğümde onun karanlıkta hızlıca kaybolduğunu gördüm. Polis hemen yanımıza gelerek evraklarımızı, kimliklerimizi ve çıkış iznimizi göstermemizi istedi. Doğal olarak annemin hiçbir şeyi yoktu. Bizi karakola götürdüler. Polislerin hakkını vermek gerekir. Birkaç saat boyunca İlyas’ı bekledik. Annem onlara sürekli yanımızda bir adam olduğunu ve evrakların onda bulunduğunu anlatıp duruyordu. Elbette bütün bekleyiş boşunaydı. Karakola kimse gelmedi. İlginç ama İlyas gerçekten de Kırgızistan’a, dedemin yanına gitmişti ve dedeme bizimle görüştüğünü, sağ olduğumuzu ve ona selam söylediğimizi iletmişti. 

Bizi yeniden yerimize, üç numaralı çiftliğe gönderdiler. Annemi ise ilçe merkezine çağırdılar ve 1950 yılına kadar ondan haber alamadık. Selamgirey 10, ben 7 yaşındaydık ve elimizde ne kıyafet, ne para, ne yemek vardı, her şeyimiz çalınmış halde ve elimizde tek bir şey bile yokken yabancı insanların yanında yaşamak zorunda kaldık. Çok yakında bizi acımasızca sokağa attılar ve artık biz de evsizdik. 

Köylülerin verdiği ufak tefek yardımlarla günü geçiyorduk. Soğuklar bastırdığında dayım bizi yanına aldı. Dayımın kalabalık bir ailesi vardı ve karısı bu davetsiz misafirlere hoş bakmadı. Özellikle abimi hiç sıcak karşılamadı. Onu ağır bir şekilde, yetişkin insanlar gibi çalıştırıyordu ve aç bırakıyordu. Ara sıra çocukça yaramazlıklar yaptığımızda suçlu hep abim oluyordu ve onun çocukları bunu koz olarak kullanıyorlardı. 

Selamgirey uzun süre sabretti. Ancak baharın gelişiyle birlikte evi terk etti ve çobanlık yapmaya başladı. Çiftlikteki öküzleri gütmeye yardım ediyordu. Eve beni görmeye geldiğinde kabaca kovuluyordu. Abime çok acıyordum ve geceleri herkes uyuduğunda onu sessizce eve alıyordum. Birlikte, giriş kapısının yanında uyuyorduk. Bunu fark ettiklerinde beni çok azarlıyorlardı. Bir keresinde elimden geldiğince tarlada çalışırken kuzenim dayıma işten kaytardığımı söyledi. Dayım çok sinirlendi ve bana sopa kaldırdı. Ondan kaçtıktan sonra da bağımsız, göçebe hayatım başlamış oldu. 

İlk gece camından girdiğim okulda sabahladım. Sabahın erken saatlerinde okulun temizlikçisi beni buldu ve tehditlerle dışarı kovdu. Diğer geceleri sokakta kurulan fırınların yanında geçirdim. Köylüler fırınları gübreyle yakıp yemek pişiriyorlardı. Fırınlar sıcağını geceye kadar korurlardı ve ben onlara yaslanıp toprağın üzerinde kıvrılıp uyurdum. Sabahları ev hanımları kahvaltı hazırlamaya başlamadan önce kalkıp sokak sokak dolaşırdım. 

Bir gece şiddetli bir fırtına bastırdı. Baştan ayağa ıslanmıştım. Üşüyor ve korkuyordum. Nereye kaçacağımı bilemedim. Gördüğüm ilk eve girdim. Evin girişine adımımı attığım anda bir nine çıktı ve… beni kovmadı, bana hırsız da demedi. Aksine acıyıp eve aldı. Üzerimdeki ıslak çamaşırları çıkartıp kuruttu, beni doyurdu ve bana yumuşak bir yatak verdi. 7 yıllık hayatım boyunca daha tatlı bir uyku ve bu kadar rahat bir yatak görmemiştim. Nine bana bir de yorgan ve yastık vermişti.  Sabah elbette gittim ama bu iyi kalpli kadına sonsuza dek minnettar kaldım. 

Kazakistan’da çok sık fırtına yaşanır. Bir dahaki seferde daha deneyimliydim ve geceyi geçirmek için bir römork buldum. Tarlada çalışan işçiler römorkun içinde üstlerini değiştiriyorlardı. Çobanlık yapan abim de yanlarındaydı. Çalışanlar yaz boyunca sürekli bu römorkla beraber yer değiştiriyorlardı. Önceden nereye gittiklerini öğrenip peşlerinden üç dört kilometre yürürdüm.  

Özellikle bir geceyi unutamıyorum. O gün römork köyden uzakta ormanın girişinde duruyordu. Buraya hava henüz aydınlıkken gelmiştim. Aşçılar bana acıyordu ve bazen yemek veriyorlardı. Grup, işini bitirip köye döndü. Abim onlarla gidip gitmeyeceğimi sordu. Reddettim çünkü kalacak bir yerim yoktu. Hepsi gittiğinde sıcak bir şeyler bulma ümidiyle etrafta biraz dolaştım. Belki çalışanlardan biri bir yelek bırakmıştı. Ama elim boşum döndüm, vagona girdim ve çıplak yere yatıp uyudum. Çok yakında sivrisinek ısırıklarından dolayı uyandım. 

Römorkun kırık penceresinden bir sürü sinek girmişti. Sivrisineklerden kurtuluş yoktu. O zaman, içinde yemek pişirilen kocaman bir kazana girip kapağı da üstüme kapatmayı akıl ettim. Yuvarlak, derin zeminde uyunmuyordu ama hiç olmazsa sineklerden kurtulmuştum. Bir süre kazanın çelik duvarlarının soğukluğu içime işleyerek kıvrıldıktan sonra mecburen çıktım. Soğuktan titreyerek sabırsızca sabahı bekledim. 

Dışarı çıkma düşüncesi korkunçtu çünkü kurtlar bozkırın her tarafındaydı. Sabahın ilk ışıklarıyla beraber bir çoban römorka yaklaştı. Bana acımıştı, kendi yeleğini verdi. Saman yığının içine girmemi tavsiye etti. İçerisi sımsıcaktı. Sonunda uyuyabilmiştim. O zamandan beri o römorkta bir daha hiç uyumadım. Söğüt dallarından yapılmış ve çeşitli yüklerin taşındığı sepetlerin içinde yatmaya başladım. Sonbahar yağmurların sıklaştığı dönemde de demirci atölyesinin yanında duran traktörün kabininde yatmaya başladım. Bazen ekim aracında uyuyordum, yine de çok soğuktu. 

Zamanla bu hayat tarzına alıştım ve Çeçen, yani en aşağılık insan olduğumdan dolayı duyduğum alaylı sözleri doğal bir şeymiş gibi karşılamaya başladım. 

Bir keresinde köyde uzun boylu, kalın sakallı, sırtında torbasıyla yürüyen bir adam gördüm. Pantolonu ve askeri paltosu yırtık pırtıktı. Onun arkasından ise bir grup çocuk koşuyordu. Hepsi bir şekilde alay ediyordu. Adam hiç geri bakmıyordu. O kadar zayıf ve bitkindi ki, yürürken sallanıyordu. Bana yaklaştığı zaman Çeçence “Açlıktan ölüyorum” dediğini duydum. 

Köydeki bütün çocukları tanıyordum. Onlar beni incitmiyordu, tam tersine besleyip ellerinden geldiği kadar kimi ekmek dilimi, kimi salatalık, kimi de soğan getiriyordu. Çocuklara adamın açlıktan fenalaştığını söyledim. Hemen ciddileştiler. Alayı bırakıp evlerine döndüler. Ben yolcuyu yere oturtur oturtmaz, onlar ellerinde ev yemekleriyle geri döndüler. Yemeği görünce, aç adamın gözleri parladı ama ağızına hiçbir şey koymadı. Titreyen elleriyle bütün yemekleri torbasına dizdi. Ağır ağır doğruldu ve geri gitti. 

Büyükler bana daha sonraları adamın Çeçen Kırımsultan Goymasov olduğunu ve sekiz kilometre ötede bulunan Kazakistan’ın Bekseyit köyünde yaşadığını söylediler. Goymasov çok geçmeden öldü. Onu üzerindeki yırtık paltosuyla gömdüler, defnederken bedenini saracak kefen yoktu.

Sonbaharda çok hastalandım ve yine dayımın geniş, kazak tarzında, balçıktan yapılmış evine gitmek zorunda kaldım. Girişte yatak olarak da kullanılan büyük ve alçak bir soba vardı. Karnım dayanılmaz bir şekilde ağrıyordu. Bazen dayımın karısı bile bana acıyordu. Deri şapkasını ısıtıp bana atıyordu. Onun sıcaklığı karnımdaki acıyı biraz hafifletiyordu. 

Gizlice abim gelirdi. Karanlıkta onu girişe alırdım, o da sabahları erkenden kimse görmeden evden ayrılırdı. Günden güne kötüleşiyordum. Artık kalkamıyordum. Abim beni merkez hastanesine götürmeye karar verdi. Günde bir kere oraya posta almaya giderlerdi. Abim beni sırtına yüklendi ve posta arabasına sürüklemeye başladı. Selamgir’in ayakları ağırlığı taşıyamıyordu, kendisi de çok bitkindi. Sürekli duruyorduk. Yaşlı Çeçen kadın Fatıma bunu fark etti, beni at arabasına kadar taşımaya yardım etti. Ama arabacı yerli askeri doktorun sevki olmadan beni merkez hastanesine almayacaklarını söyledi. Buradaki nöbetçi doktor köyümüzün sekiz kilometre uzağındaki bir numaralı çiftlikte bulunuyordu. Ne yapacaktık? 

İyi kalpli Fatıma teyze beni sırtında doktora götürdü. Tam sekiz kilometre! Askeri doktor hemen hastaneye sevkimi verdi, beni götürecek bir araba ayarladı. Hastanedeki doktorlar distrofi, vücudun tükenmesi teşhisi koydular. Hastanede bir ay boyunca yattım. Oradan çıkmayı hiç istemedim!

Köyüme döndüğüm zaman yine aç kaldım. Yine kış geldi ve biz yine dayımın evinin girişinde saklanıyorduk.  Bir keresinde dayanamayarak çığlık attım. Uzun ve vahşice. Dayımın karısı odasından başını uzatıp sinirli bir şekilde “Kurtlar gibi ulumayı bırak!”, dedi. Abim, şımarmadığımı, açlıktan acı çektiğimi söyledi. O zaman o bir kova buğday ve el değirmenini getirdi, poğaça yapacağına söz vererek bize un yapmamızı söyledi.

Abim akşama kadar var gücüyle değirmen taşlarını çevirdi. Ben ise ona yardım edemiyordum, kollarım ip gibi sarkıyordu. Bütün buğdayı öğüttü ama yine de kimse bize poğaça vermedi. 

Soğuklar çok şiddetlendiğinde ve girişteki sıcaklık ile sokaktaki sıcaklık neredeyse eşitlendiğinde bizi eve aldılar. Hatta kimi zaman yemek artıklarını bile veriyorlardı. Sabahları saat beşte beni kaldırıyorlardı ve amcamın bakmakta olduğu kolektif çiftliğindeki hayvanları donmayan göle su içmeye götürmem için gönderiyorlardı. Bu evden üç yüz metre kadar uzaktaydı. 

Bir keresinde çok şiddetli fırtına vardı ve omuzlarımda ne varsa koparıyordu. Ben rüzgârdan korunmak için kar kütlesinin arkasına saklandım ve bilincimi kaybettim. Orada beni donmuş ve baygın halde at bakıcısı buldu ve kolunun altına alarak eve getirdi. 

Çocukluğumun hatıralarını yazmak çok zor; bu acı ve keder dolu günler silsilesidir.  Kâh mezarlıkta yatmak zorunda kaldığım, kâh gölde boğulduğum, kâh traktör altında kaldığım beliriveriyor hafızamda. Nasıl hayatta kaldığımı ben bile bilmiyorum. Gerçi biliyorum. Elbette iyi insanlar sayesinde. Ne olursa olsun, sürgün sırasında onlara kötü insanlardan çok daha fazla rastladım. Onları hatırlıyorum ve hepsine de minnettarım. 

6 Ocak 1950 tarihinde annem köye döndü. Soğuklar bitene kadar bize sığınacak bir köşe bulundu, yazın ise topraklı çimlerden kendimize sığınak yaptık ve orada beş sene boyunca yaşadık. Elli beş yılında Kırgızistan’a, dedemin yanına taşınabildik, orada akrabaların yardımlarıyla gerçek bir ev inşa ettik. Özel yerleşim rejimi kaldırıldığı ve vatanımıza daha yakın bir yere gidebilme imkânı doğduğunda, evimizi çok düşük bir fiyata sattık ve Dağıstan’a taşındık. 

Artık köyümüz çok yakındı ve biz de tabii ki baba evimize girmeyi hayal ediyorduk ama evimize giden bütün yollara askeri kontrol noktaları yerleştirilmişti. Bizi yerleştirdikleri yerlerin etrafına askeri korumalar dikilmişti. Vatana dönüş sözde kaldı. 

Hala bizi yerleştirdikleri yerde yaşıyoruz. Babalarımızın, dedelerimizin ve onların babalarının evleri bize çok yakın ama orada şimdi yabancı insanlar yaşıyor. Okulda diğer çocuklarla birlikte “Benim sevgili geniş ülkem…” ve “Canım ülkem, mutlu çocukluğumuz için teşekkür ederiz…” diye şarkılar söylediğimi hatırlıyorum. Söylüyordum ve hiçbir şey anlamıyordum!

Kuzey Kafkasya halkları geri döndüklerinde bizim gençlerimiz büyük vatanı korumak ve savunmak için tekrar askere çağrılmaya başladı. Ama bizim işkence görmüş ve parçalanmış küçük vatanımız korumasız ve savunmasız kaldı… Yoksa sonsuza dek mi?

D. Umalatov; 1990”


Sürgün kurbanları Akkin Çeçenlerin anısına; Dağıstan.




<<Önceki           Sonraki>>


Melek Öz, 10.09.2017, Sonsuz Ark, Konuk Yazar, Makale, Çeviri-Analiz

Melek Öz Yazıları
 




Kitabın Orijinal Metni:

http://www.e-reading.club/bookreader.php/1028371/Alieva_-_Tak_eto_bylo_Nacionalnye_repressii_v_SSSR._1919-1952_gody.html




Sonsuz Ark'tan
  1. Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur. 
  2. Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
  3. Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark Manifestosu'na aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz.

Seçkin Deniz Twitter Akışı