24 Eylül 2015 Perşembe

SA1797/KY1-CÇ152: Hasırlı/ Roman- Bölüm 3-6

"Yazgım kadınlara eşlik içinmiş; bunu şimdi daha iyi kavradım. Bu yerde, bu kadınlar cehenneminde daha bir iyi anlaşılıyor her bir şey."


“Cinayet etmedi cânı gibi anın câm
Boguldı seyl-i belaya tagıldı erkânı”
Taşlıcalı Yahya

BÖLÜM ÜÇ
6

“Nemi danem!” dedi gülerek. Ben de güldüm. Çölden olmadığı belliydi. Gürbüzdü. Kısa boyluydu. Üzerindeki giysiler büyük şehirlerden bir şehirli olduğunu imliyordu. Sürekli gülüyordu. Anlamadığım birkaç sözcükten başka söz çıkmadı ağzından. Boynunu büktü prangalarına yaslandı yeniden. Benden kendisine bir hayır dokunmayacağını anlamıştı. Ben de anlamıştım. Yine de o duruşu, gülüşü.. içimi acıtmıştı. 

Yazgısı benimle bir yazılmış olmalıydı. İşte suların kabarışıyla birlikte sallanıyorduk. Ağlayanlara inat ikimiz gülüyorduk. Anlamasak da bir bir dilimizden. Karaya çıktığımızda bizlerin soluk alması için tahtadan yapılmış koca bir yere soktular. Daştan güldü. 

“Hesti.. enbar-i insan!” dedi. Katıla katıla güldü. Yineledim söylediklerini. Birlikte güldük. İnsan ambarı. İnsanların istif edildiği.. biz insan mıydık? Yok.. ayaklarımıza pranga vuranlar gözünde insan değildik. Biz insan olmadığımıza göre.. Daştan anlamıştı ve gözleri dolarak “Ne.. inca enbar-i insan nist!” dedi. Gözyaşları süzüldü yanaklarından.

Ah sen Ömer Ağam.. gözlerinle soyardın ergenlik çağına yeni girmiş kızları. Biz ağlardık. Ben ve Daştan ağlardık. Biz vahalar özlerdik yağız atlar sırtındaymışız gibi.. sen düş kurardın genç kızlar üzerine. 

Pusardın bir fıçı ardında. Her hamam gününde görürdüm seni. Kelli-felli adamdın. Birçoklarının imrendiği bir makamın vardı, kimse kuşkulanmazdı senden.

Bir ben biliyordum. Bir ben tanıyordum seni Ömer Ağa. Ah Vildan!

Ben çöle kavuşmanın, yeniden çölde olmanın düşüyle zevkten çıldırıyordum. Bir kuduruk bekleyişin kösnül inleyişleri uzanıyordu düşlerime kadar. Ve Sen Vildan, sen bunu görmezlikten geliyorsun.

“Somut bir gerçek mi aradığı?” diye sordu kendi kendine. Yumuşacık yatak taş gibi geliyordu O’na. Uzun zaman kalınca böyle olması doğaldı. Elleri iki yanında sessiz, sessiz, ihtiyarlıkla söyleşen beynin, nice zamandır vermeyi unuttuğu buyrukları anımsayıp buyurmasını bekliyorlardı. Kuruyan birer çalı, benzetisine gülmemiş olsam öyle derdim. Ve fakat ölen el ya da ölen organ yeşerir nedense, kuruyan çalı ölmüş olandır ve sararmıştır ve yeşil yaşadığına kanıttır çalıların, bitkilerin. Öyle ise ölmekte olan ihtiyarın elleri kurumuş çalıya benzemiyordu, diyorum, yeşermişti elleri.
Kupkuru dudakları, paslı dili sulandırmak ve böylece canlılık kazandırmak istiyordu beyin. Eller öylece durabilir yani. Dudaklar ve dildi önemli olan.

Gözleri özgürdü. Sisli odanın her bir yanında dolaşabiliyor, her bir nesneye dokunabiliyor, karanlığı, solukluğu, kararmışlığı okşayabiliyordu.

Babam, dedi adının sonradan Daştan olduğunu öğrendiğim genç adam, yutkundu. Titrek bulantılı bir sesti ağzından dökülen. 

Elleri özgürdü. İki el bir birlerini hunharca ovuyor, bir birlerine çimdik atmaya kadar vardırıyorlardı. Gözler babanın gözlerine inat karanlıktı.

Hiç gelmezdi yanıma Daştan. Selam bile vermezdi. Şimdi ölümün ağırlığını bölüşebilecek, ayrılığın acısını paylaşabilecek biri olarak görüp varmıştı yanıma. Başını kaldırıp bakmadı. Utanıyordu benden nedense. Aklımda kalmış olacağını sanıyordu gemiden indirilirken söylediği tümcenin, “Nemi danem!” gülmüştü. Ben de gülmüştüm. Çok dayağını yemiştim çocukken ondan. O zamanlar adı Cahitti. Bu  O olmasa da O buydu. Ben severdim kendisini ve gıpta ederdim sezdirmeden. Özenirdim Cahit’e. Bilmese de. Çokça dayak yemiştim kendisinden. Ondan yemiştim? Bilmiyorum. Bir keresinde Necmi’nin yaptığı kıytırık yay’a zorla el koymuştu. İşte şimdi karşımdaydı. Başı önündeydi. Ellerini gizlememişti. Belki zevk veriyordu bu ona.

Cahit’i getiren ölümdü. Ölüm babanın ellerini üzerinden çektirmişti Cahit’in. Önceden yaşadığını şimdi düşünde görmüştü. Ve paylaşacak, bölüşecek biri gerekmişti. O yüzden ellerini saklama gereği duymamıştı. Boğazımı sıkan elleri gözümün önündeydi. Ellerin bir anlamı vardı; bir ereği.. şimdi ne olacaktı? Neredeyse ellerini yakacaktı gözleri.

Başını kaldırmadan, gözlerini yerden ayırmadan, "Babam öldü!" dedi, o titrek ve bulantılı sesle. Yutkundu yeniden. Sıkmasa kendini ağlayacaktı. Sel suları gibi boşanacaktı gözyaşları. "Öldü", dedi nefesinde çürümüş şeftali kokusu vardı.

İhtiyar adam, bazılarının yemeğe değerli bulmayıp sokak köşelerine attıkları şeyler içinde değerli şeyler bulurdu çokluk. Şaşardı bulduklarını gözden kaçıran GÖZ’e. 

“Kayyysssi yeee!” dedi ihtiyar adam. Genç adama şeftaliyi uzatarak. Yemeğe zorluyordu. Yanakları pelte pelteydi ihtiyarın, dokunsalar dökülecekti yanaklar. Mide bulandıracak kadar biçimsiz sakalları vardı. Ellerine baktı ihtiyarın. Bula bula titrekliği bulmuştu eller.. onca yıl sonra edindiği şey titreklik. Kim ister bu kalıtı?

“Kayyysssi yeee!” dedi üsteleyerek aynı çürük sesle. Sararmış dişlerin hırsla ısırdığı şeftaliye sıkı sıkı sarılmıştı bir eliyle.

“Aptal!” dedi genç adam.

“Aptal bunak, İSTEMİYORUM! Bunu ne vakit anlayacaksın?”

İçmeye gidelim, demişlerdi, kurduklarını bilemezdi ki. Dört arkadaş her zamanki gibi içmeye gideceklerdi, her zamanki mezarlıkta. Daştan ta olsaydı keşke, dedi, gri pelerinli genç adam, atları kamçılayan tanımadığı adamın bakışlarındaki karanlığı fark ederek. Geç mi kalmıştı bu sözü söylemeye? Mezarlığa gelmişler arabadan inmişlerdi. Nevaleleriyle kuytu bir köşe arandılar. Sonra ansızın saldırdılar gri pelerinli gence. Ne olduğunu anlayamamıştı. Pezevenkler, diye bağırdı düşerken. 

“Pezevenkler, kalleşler.. onun-bunun çocukları..” öldürmeye kararlı olduklarını sezmişti. Yapacak bir şeyi yoktu. Daştan olsa.. Daştan bir geminin en alt güvertesinde gülerek;, “Nemi danem!” diyordu rengi kendine benzemeyen Kara Mastığa. 

Artıkların tümünden devşirdiği kokulardan bir koku kokteyline sahip yarısı çürük şeftali midesini alt üst etmişti Daştan’ın. Öğürdü için için. Gözleri yandı kokudan.

Babam kendisi için yaşamayı hiç bilemedi, böylesi bir düşüncesi hiç olmadı, dedi ağlayarak.
Okşamam için saçlarını verecekti neredeyse.

Vahanın suları soğuktu Vildan. Dişlerini dondururdu insanın. İnsanın yüzündeki donduruculuğu anlatamaz yine de.

Bölüşmek, dedi adam, neden acıları bölüşmek? Hepsi olsa! Her şeyi olsa!

Hiç renk vermeden, düşüncelerini bölüşmenin gereği üzerinde dolaştırıp durdu. Genç adam aynı öğürtüyü duydu içinde. Babasının tel tel olmuş ölü sakalına bakarken. Dudakları mosmordu.

Sarkık yanaklarına dokunmak için uzattı elini, uzanan ele baktı, baktı vazgeçti neden sonra, düştü elleri. Şu dudaklar kaç kez öpmüştü yanaklarını sevecen, sevecen, şefkatle.. öğürtüler dışarı taştı-taşacak. Ölü uyanabilir miydi kussa anılarını?

Yeniden eğdi başını, yumuşak ve fakat hızlı bir eğiş. Babasından iğrendiğini ya anlarsa bu adam? İğrenmek..

“Hayır! Hayır!” diye bağırdı içinden. 

İĞRENMİYORDU!
İĞRENEMEZDİ!

Buna hakkı yoktu. Belki de içindeki iğreneni görmüştü adam ve fakat görmezden geliyor olabilirdi.
Kadın, - ki Roxelenna olduğuna yemin edebilirim, yine diş biler bana varsın dilesin hiç umurumda değil- kapatalım bu konuyu. Bu salt bir saplantı: İÇİN İĞRENÇLİĞİ!

Kalp, mide, beyin, ciğer.. hepsi vıcık vıcıktı. Kan kapkaraydı da dışarı çıktığında utancından kızarıyordu beklide. Belki ışığı görünce utanıyordu kan.! Anlamsız mı yani? Yani rengim utancın rengi mi?

Bugün yine bensizdin Serma! Beynin, ellerden-gözlerden ırak oluşu kadar. Belki onlardan da ırak. Yine de öylesine yakınsın ki Vildan. Çıldırmak da ne?

Genç kız adamın suratına tükürmemek için güçlükle tutuyordu kendini. Verdiği uğraş savaşların yazgısını değiştiren kahramanlara verilen madalyalardan hak ediyordu. Ve işte madalya yerine kırbaçlar süslüyordu sırtını. Kurgusunun yüzünden ya da gözlerinden okunma olasılığı vardı. Başını eğdi. Bir sülük gibi düşüncelerini emiyor da olabilirdi şu sapık!

Öyle miydi Ömer Ağam? Size nasıl dil uzatılabilir ki? Size kim dil uzatabilir ki? Siz babamızsınız!
Ekmeğimizin, içtiğimiz suyun, solduğumuz havanın hamisi siz değil misiniz? Bunu nasıl inkâr edebilirler ki? Bu düpedüz nankörlük.. işte çağırın beni tanıklığa bir bir söyleyeyim hamiyetlerinizi.. evet yemin edebilirim Serma’nın ne denli nankör olduğuna dair. Vildanın da öyle. Bak Roxelenna bilir sizi ve sayar. Sever hatta. Medaha yenge ihtiyarlıktan ötürü seçemez sizin iyiliklerinizi..

Siz olmasanız efendimiz biz güneşi görebilir miyiz? Buncacık bir hakikate gözlerini yuman şu serseriler karşısında zal oğlu Rüstem gibi sizi savunabilecek güçteyimdir. Yok, sizi zayıf bellemiş değilim. Hani “anası överse koy kaç el överse al kaç” düsturuna gönderme yapayım dedim. Yoksa sizin gücünüz karşısında güç var mıdır? Bunu bilmeyen şu densizler karşısında haykırmak geldi içimden. Ne diye kurtuluş için fır dönüşlerimden biri olsun? Yok! Bu iftiradır efendimiz. Ne çok müfteri sıraya girmiş benim için! Ben kimim ki?

Siz olmasanız efendimiz kahveler böylesi köpüklü olur mu? Haşa bir ima var ise bu sözde. Siz hem mutfağın hem yatak odalarının üstadısınız.. allemesi.. bunun bilinmesi için bütün bu sözlerim.. benim sözlerimle yücelecek değilsiniz.. yüceliğinizi kıskananlara bir ihtar efendimiz.. bakın işte kara mastık bile ayrımsamış da sizler nankörlük içresiniz demek için. Sizce de hakketmiyorlar mı? ah şu kedilerinizin munisliği.. şefkati.. onların haline bakan biri sizin kimliğinizi anında nasıl görmez? Siz olmasanız efendim.. siz olmasanız bizlerin hiç biri olmaz! Bunun bile ayrımında değiller işte. Ah! Bıraksanız da günlerce anlatsam sizi bu densizlere. Sabaha akşam saymaya kalksam gökteki yıldızlar gibi saymakla bitiremem.. kimse bitiremez sizin meziyetleriniz saymakla. Sayılabilir değildir haşa.. sayılabilir olduğunu söyleyen münkir olmuştur, tövbe etmesi iktiza eder. Kaçınan olursa kırbacı hakketmiştir. Bunu bilir bunu söylerim. Hem de her yerde.. siz lutfedin beni yanınıza alın efendim! Kuyucunun tetikte beklediğini söylesem.. bir işaret beklediğini.. zira şu çakır gözlü var ya! O pek tehlikelidir.. hele yerleşmeye görsün tanrılar otağına.. işte o zaman derim ki kuyucu beklediği işarete kavuşur. Yok ne haddime sizi tehdit.. bir şeyler gördüm.. bir şeyler sezdim. Kuyucuyu birkaç kere sizin narin boynunuza bakıp iç çektiğini gördüm. hiç hayra alamet gelmedi. Yine de kendi kendime “Benzetiyorsun!” dedim. Ama şimdi şimdi sanki o iç geçirmeler benzeti değil gibi geliyor. çakır gözlü has odaya yerleşirse işlerin rengi değişir gibime geliyor. sizin gözünüz kulağınız olurdum yanınızda olsam. Hem o da iftira ettiğini bildiğimi bildiğinden daha tedbirli olur.. vara yoğa el atmaz ben ayak altında olduğum sürece. Ne haddime sizin koruyucunuz olmam.. olsam olsam muhbiriniz olurum ki.. bu da az bir şeref, onur değildir benim için.. sizin muhbiriniz.. sizin gözünüz kulağınız.. himmet buyursanız.. çıkarsanız.. yağlı ilmeğin gelişini biraz erteletseniz.. bakın sizin için kaygım.. benim bu mendebur bedenimin, canımın ne önemi var? size bir şey olursa.. işte tek kaygım!
Bu ter, bu titremeler hep sizin başınıza bir şey geleceği korkusundan, kaygısından.. nah şu taş duvarlar dizime-gözüme dursun şuncacık bir yalanım varsa efendim!

Denk olmadığımız, ayrı dünyalarda var olduğumuzu bilmiyor değilim Ömer Ağam.. bilmezlikten geldiğim de söylenemez. Ve fakat bu ayrılığın, ayrı olmanın gereği olabilir mi? karşıtlık da nerden çıktı?

Bir düş mü görmüştüm.. düşte miydim.. şimdi net değil.. ama apaçıktı her şey.

Genç adam iri iri açmıştı gözlerini.

Kara bir yılanın GÖZE’nin içinden  süzülüp gidişini izledi. Genç adamın gördüğünden habersiz anne –belki Daştan’ın annesi-ağzını uzattı GÖZE’ye. Soğuk, nemli kaygan bir ŞEY iri, iri açılmış bir çift gözle boğazından aşağı indi. Şaşkın şaşkın baktı oğluna. Gözleri şaşkınlıktan fırlayacak gibi olmuş oğlunun gözlerine. Gebe olduğu günlerdeki gibi bir bulantı kıpırdadı içinde kadının. Dizleri titredi.
"Anne!" bile diyemedi genç adam.

Şehrin çöplüklerinde KAYSI arayan adam ihtiyarlığı bulacaktı titremeyle birlikte. Şu çöplüğe atılmıştı oba.

Fersiz gözlerle bakan ihtiyarın gözlerine ne kadar benziyordu gözleri annesinin. Kadının içinde aradığı neydi kara yılanın? Suda yılanı pusuya yatırtacak denli önemli olan ne?

Daştan’ın karşımda ne işi vardı? Ömer Ağam nerdesin? Bak kovdum gitti Daştan’ı. O beni oldum olası sevmedi. Benim ne suçum vardı ki yılanın annesinin ağzından içeri süzülüşünde? Orda olsam haber vermez miydim? Hani görmüş olsaydım?

Görmüş olsaydım da uyarmasaydım bu suçlayıcı bakışlarla savaşım verebilirdim.. oh olsun, nasılmış beni dövmek, derdim. Ama hiç haberim olmadı ki? Ben o gözede hiç bulunmadım ki. Ben orada değildim ki? 

Ben hiç, “Nemi darem!” tümcesini duymadım ki.. rengim bile rengine benzemiyor.. kör müdür nedir? Ben ne bilirim sizin gözeleri? Ne bilirim ananı, babanı? Baban dilenmeye çıktıysa git yüzü nikaplı süvarilerden sor hesabını! Benden niye soruyorsun ki? Buldun bir abalı sen de.. vur bakalım.. kolayına geliyor.. sıkıysa Ömer Ağa’dan sor.. hadi.. sıkıyor mu? Ananın içinde bir şey görmüş ki o yılan süzülmüş ağzından içeri.. süzülmeyi koymuş aklına.. ben ne yapayım? Bunca dert arasında bir de sen.. senin anı çöplüğünü süpürecek bir ben varsam yandın.. bak güneş doğunca.. ben de yokum.. hadi bakalım? Git başka bir temizlikçi bul.. hadi başka kapıya.. hadi.. işim var benim.. beni avare etme.. işim acele ve fakat vaktim yok.. daha kapıyı bulamadım. İnan başka zaman olsa oturur çene çalardım seninle.. hatta itiraf edeyim ki senin konuşmalarını severdim. Can kulağıyla dinlerdim.. varsın çöplük kokularıyla dolsun içim dışım.. dinlerdim.. bilirsin.. hani hepten de unutmuş olamazsın.. ne berbat kokardı oysa.. ama ben yine de kapamazdım burnumu.. hatta  – pis yaltakçı demezsen eğer- derin derin içime çekerdim o leş kokuları.. biraz biraz Sezerinin fışkısını andırırdı.. yani o yüzdendi derin nefes çekişlerim.. ne yaparsın? Ben de senin gibi çöplükte eşinmeyi severim.. severdim. Ama şimdi işim acele.. bak şuradan bir kurtulayım.. söz.. yine seni dinlemek için koşar gelirim yanına.. söz diyorum! Bilirsin sözümde dururum. Tabi o arada Kara Ömer Ağam bir iş buyurmamışsa.. hani tabanlarım kaşınmamışsa.. ne çok kaşınır tabanlarım benim öyle.. ne çok sever taban kaşıtmayı Kara Ömer Ağam.. belki de o sevdiği için benim tabanlarım sık sık kaşınırdı.. bak bu konu üzerinde hiç durmamışım.. nedense? Hani durmuş olsam işim kolaydı.. hadi ama.. tutup kolundan atayım mı istiyorsun.. inan bugün kendi anılarımı bile çekemeyeceğim.. öylesine ağırlar ki.. hadi kuzum.. hadi yaylan!





Cemal Çalık, 24.09.2015,  Konuk Yazar, Sonsuz Ark, Hasırlı, Roman 


Seçkin Deniz Twitter Akışı