23 Ocak 2015 Cuma

SA1108/KY1-CÇ96: Yargılama

"Hiç kimse ne annesinin ne babasının beşiğini tıngır-mıngır salladı! Su katılmış yalan bu! Saf bir yalan bile değil yani! Ne altı ay gündüz gidildi, ne altı ay gece.. düpedüz yalan. "


“Saran kimdir?”

İşte böyle şaşırırsınız!

“Bakındı şuna! Memuriyetin erken dönemlerindeki taze hevestir bu bayım!” dediğinizi duyar gibiyim. Gerçekten! Şimdi buradaydı ve hatta imzasını bile atmıştı ve acemiliğine verilmesi isteniyordu. Fakat soruşturma açılacaktı. Bürokrasi bunu gerektiriyordu ve anlamsızlığın pençesine düşmek üzereydi ve fakat teselli verecek olanlar nerede?

Kulaklarında en son kalan bir telefon konuşmasıydı. Bu on adımlık penceresiz demir kapılı odada ayaklarının karıncalanmasını gidermek için yürürken konuşmayı mırıldandı aklında kaldığı kadarıyla:

“Alo! Efendim.. hayır Hanım Efendi burası ev değil.. iyi ama ev olmadığını söyledim.. iş yeri.. evet.. niye yalan söyleyeyim.. lütfen! Cenk diye biri yok.. öyle birini de tanımıyorum.. bu ana kadar hiç olmadı.. efendim.. bakın Hanım Efendi sanırım yalnızlık canınızı sıkıyor olmalı.. lütfen.. benim ağzımı bozduğum yok.. terbiyesiz sensin.. şıllık!”

Gerisi yok. O konuşmadan sonra kendini bu daracık odada bulmuştu.

Develer tellal değildi. Yani bir yalandı bu!

Pireler berber değildi. Yani bu da bir yalandı!

Hiç kimse ne annesinin ne babasının beşiğini tıngır-mıngır salladı! Su katılmış yalan bu! Saf bir yalan bile değil yani! Ne altı ay gündüz gidildi, ne altı ay gece.. düpedüz yalan. Katmerli hem de. Hele dönüp arkasına bakan hiç olmadı. Dönüp arkasına bakan olmayınca bir arpa boyu yol gidildiği de görülmedi. Böyle bir şey ayrımsanmadı.

Ve aslında ATLAR denizlerin şaha kalkmış dalgalarıdır.  Ufka düşen güneşin yardımına koşarlar. Siz uyanmadan güneşi düştüğü yerden çekip çıkarırlar. Ve uzaydaki otlaklara salarlar yeniden.. yeterince otlanır güneş, yeniden gücünü toplar ve şaha kalkar gökyüzünde. Gücünü tüketinceye kadar. Anlamaz düşüp düşmediğini. Ayrımsayamaz.

Ve fakat yine düşer. Deniz atları olan dalgaları salar yeniden.. bunamış insanlar da “ Kıyılarını döven deniz!” der. En çok ta şairler böyle der. Daştan onlar gibi değildi. O gerçek bir şairdi başlayıp da bitirmemiş olsa bile hiçbir şiirini.. yarım kaldı başladıkları.

“Ve şimdi bir koru düşle. Bu korku niye.. sen olsa olsa tanıksın. Korkulacak ne var. Bir koru düşle.. düşledin mi?”

“Düşledim!”

“İyi!”

“Şimdi bu Düşsel Koru'yu birlikte süsleyelim.. bu bir zaman geçirme edimi değil. Anlıyorsun ya!”

Anlıyor muydum? Anlamadığım halde, “Hıhı!” demiştim. Kuşkuyla bakmıştı yüzüme. Öleceğine dair bir işaret görmüş olsaydım bambaşka bir maskeyle çıkardım karşısına. Kuşkulanmazdı. Ve içerlemezdi bana. Gerçi içerlediğine dair bir bilgim yok.. ben öyle sanıyorum. Yani en azından içerlemiş olabilir.

“Hadi bakalım birlikte süsleyelim.. öyle tembellik yok. Korumuzda tembele yer yok.”

“Keşke ressam da olsaydı..” demiştim.. kaçırıvermiştim ağzımdan. Özlem dolu bakışlarla bakmıştı Daştan içini çekmişti ve şöyle demişti:

“Keşke.. demişti. Keşke olsaydı. Ama şimdi o yok diye soluk almayalım mı? Hadi hiçbir bahaneye sığınamayız.. düşlemiştin değil mi? Bir koru. Sık ve kızıl çamlardan oluşmuş olsun Korumuz. Ortasında büyükçe bir Göl var. Gökyüzünden ve kızıl çamlardan alsın rengini. Veya o civarda olmayan veya bu dünyadan olmayan bir rengi olsun. Renk konusunda niye cimri olalım ki..”

“Olmayalım.. ama kılavuzsuz da olmuyor.. Daştan! Ressamı beklesek mi?”

“Acelem var.. istiyorsan sen git.. hadi.. defol..”

“Şakaya da gelmiyorsun.. ya siz beni nasıl kızdırırdınız.. taa altı-yedi yaşlarımdan bu yana.. unuttunuz mu?”

“Unutmak mı?” demişti hüzünlü bakışlarla.. “Unutmak mı?” diye tekrarlamıştı birkaç kez. Bir zamanlar plaklar takılırdı her hangi bir sözcük üzerinde.. şimdi olmuyor sanırım. Daştan bir plak olmuştu. Gözleri tavanda. Hasta yatağında. Hastahane odasında. Sıra benimdi. Yorganını çekti başına. Sesi hala geliyordu;

“Unutmak! Keşke unutabilsem Suat! Keşke..”

Suat Ulu hem yatak hem oturak görevini içkin olan ranzaya önce uzandı. Uykusu yoktu. Zaman uyku vaktine gelmemiş olmalıydı. Doğruldu. İşte Daştan hemen karşısında. Düşsel Koru'yu birlikte süslemeye çağırıyor kendini.

“Hadi Suat.. bir kez olsun kendine güven.. düşsel korumuz sık kızıl çamlardan oluşuyordu. Ve ortasında bu dünyaya ait olmayan rengin sahibi bir göl. Gölün ortasında iki insanın oturabileceği, uzanabileceği toprak parçası.. yemyeşil. Yeşil olmasa oturma ve yatmada problem çıkar. Aklımız hep “bu nasıl çimen?” sorusunda takılı durur. Huzurumuz kalmaz. Evet o toprak parçasının çimenleri bildiğimiz yeşil. Kayıklarla raks eden çiftler olsun korumuzun gölünde. Kıyıda koklaşan çiftler gözetiminde. Kuşkusuz Düşsel Koru’nun büyülü olmasında yarar var. İnsanlar hangi yönden bakarsa baksın karşılarına bir şelale çıkmalı. Delişmen bir şelale. Delişmen ve dingin. Yalnız muhabbet kuşlarına ev sahipliği yapsın kuş milletinden. Başka kuşlar olmasın.. hatta başka canlı da olmasın. Muhabbet Kuşları ve sevdalılar."

“Daştan! Ellerini boşuna saklama! Görülüyor!”

“Suat Ulu! Suat Ulu! Tanık sandalyesine! Tekrarlattırmayın! Tanık sandalyesi dediysem tanık sandalyesidir. Bir dil sürçmesi yok ortada. Olmaz da! Evet Suat Ulu! Sen misin Suat Ulu?”

“Evet efendim. Bana Suat adını koymuş ailem. Soyadımızın niçin Ulu olduğunu bilmiyorum. Merak etmedim. Çok insan merak eder.. ve her birinin ilginç öyküsü vardır. Efendim!”

“Demek Suat Ulu sensin.. pek ala sen konuş bakalım şu serseri hakkında.. bir de seni dinleyelim.. ayrılmaz dörtlüymüşsünüz..”

“Efendim.. ben.. biz.. doğru. Biz ayrılmaz dörtlüydük dörtlü olmasın ama.. ben. Ben o bizde pek de önemli biri değildim. Olamadım. Hele ressam bir gün beni jartiyerli kadın çamaşırları giyinikken ve aynada kendimi izlerken yakaladıktan sonra.. ondan sonra temelli koptuk. Gerçi Allah için kimseye söylemedi. Söyleseydi bugün herkesin dilinde olurdum. Hem ressam ketumdur. Açmaz ağzını. Her neyse.. bilemiyorum.. sanki bu dava başka bir dava gibi. Başka bir yargıcın bakması gereken bir dava gibi.. elbette bunun belirleyicisi ben olacak değilim.. ben kimim ki.. haklısınız. Yine de hani belki gözden kaçmıştır diye belirttim. Ben..haklısınız efendim. Siz biraz önce Murat’ı gösterip de “Şu serseri” diye buyurdunuz ya.. işte biz O’na serseri demezdik de Pislik derdik. Yani bütün tanıdıkları ona Pislik derdi. Bütün bir mahalle.. biz hemen hemen aynı yaştayızdır. Çocukluk arkadaşıyız da yani. Aynı yaştaydık. Aynı mahallede doğduk. Aynı sokakta. Ebemiz de aynı, Şaziye.. her birimizin evine birer ikişer saatle koşmuş.. ve hatta demiş ki “ Bu mendeburlar pek çok iş açar size.. görürsünüz.” Öyle demiş alnındaki terleri silerken.. aynı sokakta büyüdük. Birlikte oynadık. Birlikte aynı insanlarla arkadaşlık yaptık. Aynı itlere taş attık. Aynı sözcüğünü sürekli kullandığımın farkındayım.. sözcük bilgim çok kıttır. Daştan olsa. .aynı sapanlarla kuş avına çıktık. Aynı kurnalarda aynı güğümleri yıkardık. Birlikte cam kırdık. Sokağımızdan geçen yabancıları -diş geçirebileceğimize inanırsak o da- birlikte döver birlikte ağlatırdık. Birlikte ağlardık. Bir Cahit vardı. Onlar iki kardeşti. Çok güçlüydüler. Hepimizden iriydiler. Mahallede hemen herkes çekinirdi onlardan ve ailesinden. Kardeşi Necdet’ten çekinmezdik de Cahit’ten ötürü. O’nu da saymak zorunda kalırdık. Elimizdeki agidelerden verirdik. Aslında Necdet’i dövmek işten bile değildir. Hele Daştan bir yumrukta onu yere serebilirdi. Ama işte Cahit. Necdet çelimsizdi. Ve Cahit’in cüssesi yetiyordu ikisine de. Pislik Murat da tıpkı bizler gibi, yani benim gibi Daştan gibi, Ressam gibi ve daha nicelerimiz gibi çekinirdi Cahit ve kardeşinden. Bunu söylememin sebebi biz onlardan dayak yememişken pislik Murat çok dayak yemiştir. Biz istesek de pek koruyamazdık. Ne ben ne ressam ne Daştan. Evet.. efendim. Hepimiz gibi Pislik Murat da Medaha yengenin kuşlarını kaldırırdı bizimle birlikte. Kediler kapmasın diye. Gerçi mahallemizin köpekleri göz açtırmazdı kedilere ama olsun. Bir tür oyundu bu Belkide. Kim kuşları kaldırırsa –kız erkek bütün çocuklar bir günde birkaç kere yapardı bu işi- tıpkı Medaha yenge gibi, “Kortma!” derdik. O korkma diyemezdi. Belki diyebiliyordu da demiyordu oyunumuzu bozmamak için. Ve efendim bu pislik Murat yerde ne bulsa ağzına alır çiğnerdi. Lastik naylon parçası, odun parçası.. mahallemizin ilk sigara içeni o oldu. İzmaritle başladı sigaraya. Sigarası bitmek üzere olanları izler izmarit yere atılınca koşar yerden alır keyifle tüttürürdü. Yere atılmış, çamura fazla bulanmamış çiklet görse bir kartal gibi hamle ederdi. Ve alır zevkle çiğnerdi. Hastalıklıdır falan dinlemezdi. Öyle bir bilgisi yoktu. Yani o sözcüğün nesnesi yoktu bizim Pislik Murat’ta. İçimizde her türlü pisliğin ilk yapanı o oldu. Her türlü pislik nedense ilk önce onun aklına gelirdi. Hatta içimizde her şeyin ilk deneyeni odur. Toplum tarafından kabul görmeyen hangi eylem hangi davranış biçimi varsa ondadır. Yine de hakkını yemeyelim onun yapabildiği öyle şeyler var ki yüz yıl geçse kimse yapamaz.. her şeyden önce aklına gelmez insanın. Şunu da belirteyim ki Sevinç Hanım'ın suçlamaları yersizdir. İddiaları anlamsızdır. Ne demek özendirilmiş? Elbet hüküm mercii ben değilim. Ama silah zoruyla mı yaptırmış? Şakağına Murat silah mı dayamış? Gerçi Sevgi Hanım'a hak vermiyor değilim.. gerçekten Pislik Murat’ın iblisçe bir çekiciliği vardır. Belki kapılmış olabilir. Yine de zorlama olmadığına göre.. biz niye onun yaptıklarını yapmadık? Evet.. o beni, Daştan’ın ve Ressamın yaptıklarını taklit ederdi biz onun davranışlarından uzak dururduk ve hatta Sevinç hanımı uyardım bile. İşte yüzü, işte yüzüm. Murat serçelerin güvercinlerin bir çekişte kafasını koparırdı ve bu yüzden de dayak yerdi.. bazen Daştan bile vurmuştur ona ve ressam.. ben nedense vuramazdım. Gizlide ağlardım. Diyeceğim o ki kimse onun peşine takılmazken yaptıkları konusunda Sevinç hanım neden takılmıştır? Hadi cevap versin? Ya.. Sevgi Hanıma itiraz ediyorum. Medeha Yengenin güğümleri kaybolduğunda da Murat suçlanırken ben savundum. Her kes, “Kesin O çalmıştır!” diyordu. Sanki görmüşler gibi. Ben, “Hayır o yapmadı!” diyordum ağlayarak. Ve öfkeyle. Neredeyse ben suçlanır olacaktım. Madem bu kadar emindim onun çalmadığında.. öyle ise kim.. belki de ben.. aslında mahalleli haklıydı kuşkusunda. Çünkü ilk hırsızlığı da o yaptı. Hem başkalarının evinden hem kendi evinden bir şeyler aşıran ilk insandı. Ama Medeha yengenin güğümlerini o çalmamıştı. Sütçü yalan söylüyordu. Güğümleri görmüştüm. Kimseye söyleyemezdim. Sütçüde sütçüydü hani. Bana inanmamakta haklıydı mahalleli.. uydururdum. Masaldaki yalancı çoban gibi. Durup dururken uydururdum. Sayın yargıcım pislik Murat suçlandığı bu şeyden ötürü mahkum edilemez. Masumdur. Ayağınız kaşınıyor diyelim. Bu durumda bir kaşağı mı alırsınız tırnaklarınızı yeni kestiniz diye? Yapmayın! Sevgi Hanım..”

Yağmur diyordum. Yağmurlar niçin küs? Kanına kim girdi?

Kime sorsam sırt çeviriyor buna. Tersliyorlar. Tersleniyorum. Ayaklarım ağrıdı oturmaktan. İşte anlamadığım ŞEY bu? Niçin anlamıyorsunuz? Niçin?

Daştan ölürken yalnızdı. İşte elim kolum bağlı zamanı izliyorum. Canım yanıyor. Hiçbir şeye kulak asmamış olmak nasıl rahatlatır ki..



Cemal Çalık, 22.01.2015,  Konuk Yazar, Sonsuz Ark, Öykü


Seçkin Deniz Twitter Akışı