15 Ocak 2015 Perşembe

SA1094/KY1-CÇ95: Çocukluk

"Siz hiç Aydede'ye yetişebildiniz mi?"


“Çocukluk işte. Ço-cuk-luk!”

“Kulaklarını şöyle çekiverdin mi.. çocukluk-mocukluk kalmaz.. göz yummaların yoldan çıkaracak. Bu çocuk senin yüzünden serseri olacak.”

“Ana yüreği işte!”

“Boş versene sen de.. ana yüreğiymiş.. ya düşüp kolunu-ayağını kırsa.. maazallah.. sakat kalır hanım.. sakat kalır! O zaman ana yüreğini görürüz. Merhametten maraz doğar demiş büyükler. ”

“İyi yarın götür atölyeye..”

“Parmak kadar çocuğu atölyeye götüreyim.. Hanım valla sende şeye sürülecek akıl yok.. sanki atölye güllük gülistanlık. Oyun bahçesi.. uyudu mu velet!”

“Senin korkunla yatıp uyuyor işte..”

“Birimizden korkmalı..”

Hemen her gün annemle babamın arasında geçen diyalogdu bu. Uyur numarası yapardım babamın eve akşam dönüş vakitlerinde. Babam eve gelmeden yediğim azarlar uyku numarası için yetiyor da artıyordu. Hemen her gün bir şikayetle kapısı çalınırdı evimizin. Ya bir komşunun camı kırılmıştır, ya bir ağacın dalları.. ya da her hangi bir evin damına çıkarken verdiğim hasar. Kavgalar.. ve annemin “akşam baban gelsin hepsini söyleyeceğim.. artık ben seninle baş edemiyorum.. ayaklarından tavana astıracağım..” göz korkutmalarıyla yatağa büzülür kalırdım.. çocukluk işte.

Çocukluk. Daha on ikisini bitiremeden içimde öldürülen varlık.

Doğru haşarıydım. Ama hangi çocuk haşarı değildir ki.. hem haşarılık nedir.. tıpkı büyükler gibi olunsa o yaşlarda dünya daha bir cehennem olmaz mı? Eğer içimizdeki o varlık öldürülüp yok edilmemiş olsa dünya bu günkü kadar çekilmez olmazdı sanırım. Sanırım mı? Daha neler.. apaçık bir gerçek. Büyükler kendi zalimliklerinin tanığı olunmasın diye elbirliğiyle öldürürler çocuk denen varlığı.. çocuklar büyüdükleri için çıkmazlar çocukluktan yok edilirler.

Bilirsiniz çocukların büyükleri ilk sınavı sorularla olur; örneğin her gün gördüğü şeyi gösterip “Bu ne?” derler. Siz de kendinizden emin, “Masa!” cevabını verirsiniz. Çocuk yineler soruyu size bir şans daha vermiştir; “Bu ne?” siz bu kere hiddetli bir ses tonuyla, “Masa yavrum! Masa!” dersiniz.

Güler çocuk.. sınavı kaybetmişsinizdir. Niye güldüğü pek de umursanmaz büyük tarafından. Çocuk elindeki değneğe ata biniyormuş gibi yapar ve hızla uzaklaşır; “Deh! Dehh!” yıldırım hızıyla kaçar sorunun muhatabı büyüğün yanından.

Cahilliği bulaşmasın ister. Ama bir kumpas içindedir çocuk. Büyüklerin tuzakları pek albenilidir, pek can yakıcıdır. Ve bir gün ölür içimizdeki çocuk. Artık soru soran değilizdir. Bütün cevaplar cebimizdedir. Bütün her şey elimizin altındadır. Kasıla kasıla yürüme sırası bizdedir, böbürlenerek bir şeyler öğretme sırası. Nöbet devralınmıştır.

Nöbeti devr almışlar elinde bir çocuktum. Ağaçlara tırmanmak zarar vermek için değildi. Ya da evlerin damlarına çıkmak. Hele kendi evimizin, küçük oda dediğimiz odanın damı.. oradan güneşin batışını izlemek.. ah..

“Anne bak bulutlar yanıyor!” diye haykırırdım. Güneş tam ufukta batarken ufuktaki kızıllık tam bir yangın gibiydi. Bakın “Yangın gibiydi” dedim. Oysa o zamanlar yandığını gün gibi biliyordum.. ama annem, babam, “Aptal oğlum bulut yanar mı?” diye karşı çıkardılar.

İnatla, “İşte görmüyor musunuz? Bakın!” derdim ufku göstererek.. onlardan her hangi biri başını sallayarak, “Bulutlar yanmaz.. bak hiç duman var mı? Yanıyor olsalar duman çıkar..” karşılığını verirlerdi.

Hırçınlaşırdım. Sertleşirdim ve belli etmeden, “Güneşten de duman çıkmıyor!” derdim. Çocuktum işte. Beni küçük odanın bacasında gören büyüklerin -kendi deyimleriyle- “Yürekleri ağızlarına” gelirdi.

“İn!” diye bağırırlardı. Sanırım biraz tehlikeliydi. İkinci kattaki salon büyüklüğündeki odanın penceresinden geçiyordum.. oda sonradan ilave edilmiş. Asıl evle arası bir çocuğun sığabileceği genişlikteydi. Ben kolayca geçerdim asıl evin penceresinden küçük odanın bacasına.

 Babam kulağımdan birine asılıp, “Bu oğlan cin gibi.. bak çocuklardan hiç biri böyle bir şey yaptı mı? Yok.. ama bu.. inan hanım bundan çekeceğimiz var. Bak görürsün! Deme ki demedin! Kime çekmiş Allah bilir. ”

Çıkışırdı anneme. Bu yüzden beni bacada gören  annem ağlamaklı, “Hadi oğlum.. in artık.. baban şimdi gelir. Senin yüzünden ben azar mı işiteyim.. hem inersen sana çiklet veririm. Hem de meltem.”

Dayanamaz inerdim. Onun ağlamaklı sesiydi beni indiren. Bunu anlamazdı. İşte rüşvet gösterilirdi.

“Çiklet! Hem de meltem!”

Bütün ev halkı ya da bana söz dinletmek isteyen her büyüğün ağzında bu ifade vardı. Güya ben çiklete pek düşkündüm.. hele meltem olanına. Bunu nerden, nasıl keşfetmişlerdi bilmiyorum. Oysa nefret ederdim çikletten. Hele meltem markalısından. Yine de denileni yapardım..bir oyundan başka bir şey değildi.

İstenileni  yapmadan önce görme şartı koşardım. Rüşvetin nesnesini görmeden denileni yapmazdım. Annem hariç. Diğerleri beni aldatırdı. Ama hiç biri farkında değildi ki asıl ben onları aldatıyordum. Denileni yapıyor çikleti alıyor ve onların gözünden ırakta yere atıyor çiğniyordum. Hınçla öfkeyle. Üzerinde zıplıyor, zıplıyor, zıplıyordum.

Ben istiyordum ki güneşin batışını biri benimle izlesin. Birlikte bir gün batımı, birlikte bir gün doğumu. Güneşin batışını ve doğuşunu.. kayan yıldızları.. şekilden şekle giren aydedeyle yarışmayı.
Siz hiç aydedeye yetişebildiniz mi? Ben bir keresinde az kalsın yetişiyordum. Güçlü bir el ensemden yakalamış havaya kaldırmıştı. 

Ve öfkeyle söylenmişti:

“Gecenin bu saatinde sokağa kaçarsın ha!” 

Sadece ağladım. İçimi çeke çeke ağladım. Çünkü az kalsın aydedeyi geçiyordum işte, engellenmiştim.

Uçurtmamı istediğim yerde uçurmak.. kuşların yuvada yalnız bıraktıkları yavrularını kedilerin kapmasını önlemek. Onları korumamın neresinde kötülük vardı ki.. kedi yavrularını erkek kedilerden korumak için anne kediye yardım etmemde kötü olan neydi? Evet anne kedi saldırır gibi yapardı. Ama anlardı çocuk yüreğimi. Ve izin verirdi.

Kaç kediyi köpeklerin elinden, kaç kuşu kedilerin pençesinden kurtardım, bilmiyorum. Isırılmadım. Onlar beni ısırır ben kuduz olurdum. Ama olmadı. Ne onlar ısırdı ne de onlardan her hangi bir hastalık kaptım.

Güneşin yaktığı bulutlar üstüne yaşıtlarıma öyküler anlattığımda hiç biri gülmezdi, dudak bükmezdi. Kayan yıldız avcılığına çıkmaya yeltenirdik, büyükler yolumuzu keserdi. Akşamdı. Geceydi. Bir şey olurdu. Ne? Zaten bir şey oluyordu işte.

Yolumuz kesiliyordu. Yolumuzu kesiyordunuz. Merakımızı öldürüyordunuz. Sevinçlerimizi çarmıha geriyordunuz. Ve korkular ekiyordunuz içimize. Koşarken düştüğümde siz paniklemeseniz canım yanmıyordu. Bunu hiç fark etmediniz. Siz dövündükçe canım daha fazla yanardı ve avazım çıktığı kadar haykırırdım. Sizlerden uzakta düşünce gülerek kalkardım. Bütün yaşıtlarım öyleydi. Öyleydik. Güle oynaya kalkardık yerden.

Büyüklerin yanında yürümeye korkar o yüzden düşerdik.

En zor olanı kıştı. Büyükler için tehlikenin en yoğun olduğu mevsimdi. Her şeyden önce üşütür hasta olurduk. Ayağımız buzda kayar ters bir düşüşle boynumuzu kırardık. Saçak altlarında oynarken mızrağı andıran buzlar tepemize inerdi. Haylazın biri kar topunun içine taş parçası koyar gözümüzü çıkarırdı. Gören, duyan bütün bir mahallenin sakatlar diyarı olduğunu sanırdı. Korkuları öyle çok ve öyle pervasızca içimize dolduruyorlardı ki..

Çocukluk işte.. yağmur yağmaya başlayınca bir fırsatını bulur sokağa fırlardım. Yağmur damlalarını yakalamaya çalışırdım. Annem eline geçirdiği bir örtüye yarım yamalak bürünür peşime düşerdi. Yanaklarından süzülen yağmur damlaları mıydı, göz yaşı mıydı bilemem.. yakalanırdım.. bilerek.

Üç beş dakikalık bir oyun olurdu. Yeterdi ama. Yetmediğini çok sonraları anladım. Şimdi her normal büyük gibi yağmurdan kaçmak için nasıl da gayret ediyorum. Ve hatta öfkeleniyorum. Diş biliyorum yağmura yağdığı zaman.

Yağmura diş bilemek.. evet itiraf ediyorum; Yağmura diş biliyorum. Sevinin! Hatta kına yakın. Kırk gün kırk gece bayram yapın, herkes bayram yapsın. Ve işte içimde ölü bir çocuğun cesediyle yaşıyorum. Sahi içinizde hiç değilse cesedini koruyanınız var mı? Yüzünde gülücüklerin donup kaldığı.

Hayret dolu bakışların yumulu göz kapaklarından süzüldüğü bir çocuk. Baktıkça yüzünüzü ekşitiyor musunuz? Tüylerinizi diken diken ediyor mu? Hani ağaçlar yeni tomurcuklanırdı da o çocuk coşkuyla bağırırdı:

“Merhaba! Ne kadar da güzelsin.. kışın çok üşümüş müydün? Dallarını buz kapladığında nefesinle mi ısıtıyordun? Ben ellerimi hep “hoh” diyerek ısıttım. Sen şanslısın kulakların yok. Öyle kötü sızlıyorlar ki.. ama hep de şanslı sayılmazsın.. sana başlık ören yok.. tiftik eldiven giydiren yok. Yine de kabukların var.. kalın. Ben büyüdüğümde senin akrabalarını yakarak ısınmayacağım.. söz.”

Ya da bir kuş yumurtasından yeni çıkmış civcivler nasıl da şirin görünürlerdi onun gözüne.. hani şimdi pek çirkin görüyorsunuz ya, pek çirkindirler ya.. oysa dünyanın en güzel şeyleri olarak görünürdü ve anneye müjde verirdi..

Kuş anneye, “Bak bebelerin ne kadar güzel.. bak kanatları tıpkı sen..” Böyle derdi çünkü büyüklerden çirkin oldukları hükmünü duymuş ve minicik yüreğinde anne kuşun bunu duyup yavruları yuvadan atabilir korkusunu yaşamıştı.. ne korkular yaşatırız nöbeti devraldığımızda.

“Bak işte gagası aynı senin gagan anne kuş.. ayakları da babaya benziyor.. bak bak.. kanatlarına iyi bak..”

Belki anne kuş bu yüzden yavruları atmıyordu yuvadan. Belki bu yüzden başlarından ayrılmıyordu uzun süre.

İçimdeki çocuğun dirilmesi için neler vermem ki.



Cemal Çalık, 15.01.2015,  Konuk Yazar, Sonsuz Ark, Öykü



Seçkin Deniz Twitter Akışı