3 Aralık 2014 Çarşamba

SA1020/KY5-PT35: Tasavvuf; Bir Düşünce Virüsü/ A-Nazarî Tasavvuf-Tasavvufun Tanrıları 2 (İbn-i Arabî'nin Tanrısı)

 بسم الله الرحمن الرحيم

Bismillahirrahmanirrahim

“Tasavvuf” İslâm dünyasına hicri II. asırdan itibaren girmeye başlamış bir “düşünce virüsü"dür. 

2-İbn- Arabî'nin Tanrısı

Tasavvufun bu en meşhuru, tasavvufçular için tuhaf bir tanrı uydurmuştur. Birbiriyle çelişen iki zıddı zatında ve hakiki iki zıddı sıfatlarında toplayan tuhaf bir tanrı! Gerçek varlık o, gerçek yokluk da o, yaratan da yaratılan da odur. Her varlığın kendisidir. Sıfatları da, var ve yok olan her varlığın sıfatlarıdır. Yüce hak ve çirkin batıl o'dur. Deha düşüncenin kendisi ve aptal hurafenin aynısıdır. Zihinde parlayan düşünce ve kaybolan kuruntu ile şaşkın hayal odur. Bir defa olsun meydana gelmesini aklın tasavvur edemeyeceği müstahil o, meydana gelmesi ve imkân dışılığı söz konusu olmayan mümkün o'dur. Hareketsiz cansız o, keskin duyarlı can o'dur. Arşın altında secde eden melek o, cehennemde yanan şeytan o'dur.

Gözyaşları dökerek tespih eden rahip o, günahlarıyla genelevini ayağa kaldıran zâni o'dur. Allah sevgisi ve korkusu ile yaşayan fahişe o'dur. Aydınlığıyla âlemi kuşatan ışık o, inleri korku ve dehşetle dolduran koyu karanlık o'dur.

İbn-i-i Arabî’nin rabbinin bazı kimlikleri ve tasavvufi tanrısının bazı hususiyetleri bunlardır. Onun için bu tağut, buzağıya tapan yahudilerin kurtuluşa erdiklerine, hatta ulûhiyetin hakikatini bildiklerine inanır. Musa ile Harun tecellilerinden ne bir parıltıya ne de kapalı iken açılan ilahi sırların bir kıvılcımına bile mazhar olmamıştır. Çünkü buzağıya tapanlar Musa gibi ibadeti soyut bir düşünce ile sınırlı görmemişler, buzağı suretinde tecelli eden rabbe ibadet etmişlerdir. Harun'un kavrayamadığı işin gerçeğini onlar kavramışlardır. O da ilahi zata ancak yaratıkların suretinde tecelli ettiği zaman ibadet edileceği gerçeğidir.

İbn-i- Arabî puta tapanların kutsallığına inanmakta, imanlarının doğruluğunu ve tevhitlerinin samimiyetini yüceltmektedir. Yıldızperest sabiilerin, Allah'ın birliğine inanıp ona taptıklarını ve dini ona halis kıldıklarını kabul eder. Üç tanrıya ibadet edenlerin yüceliğine inanır, ama gerçeği tam olarak kavrayamamalarını onlar için bir kusur olarak sayar. Çünkü her varlıkta Allah'a ibadet etmeleri gerekirken onlar sadece üç varlıkta ona tapmışlardır.

Hâlbuki Allah görülen ve hissedilen ile görülmeyen ve hissedilmeyen her şeyin kendisidir. Teslisçiler ona göre yanılmışlardır, çünkü rabbin sadece bazı tezahürlerine veya bazı görünümlerine tapmışlardır. Hâlbuki ona her şeyde tapmaları gerekirdi. Çünkü açık ve gizli kaldığı her şey odur. Her şey Allah'tır!

 Her şeyin Allah olduğunu açıkça belirttiği şu sözlerine bakınız:

"Onlar kendisi olduğu halde eşyayı açığa çıkaran münezzeh olsun. Arif, hakkı (Allah'ı) her şeyde gören, belki her şeyin kendisi olarak görendir."  

İbn-i Arabî’nin tağut dininde "şey" kelimesi, zatı ve hususiyetleriyle bizatihi kaim ve bağımsız olan maddi bütün varlıklar için kullanıldığı gibi, kuruntu, yok olan ve zihinsel suretler için de kullanılır. Görüldüğü gibi İbn-iArabî vahdet-i vücuda en açık davet eden, hatta onun mimarı sayılan kişidir.

Allah Büyük Bir İnsandır

Şimdi de tanrısının eksiklik, acizlik, ahmaklık ve cehalet gibi yaratıkların nitelendiği bütün sıfatlarla nitelenmesi ve onların tanımlarının aynı zamanda Allah'ın tanımı olduğuna dair sözlerine bakalım.

"Her şeyin tarifi (haddi) aynı zamanda Hakkı (Allah'ın) tarifidir. Yaratıkların ve eserlerin müsemmalarında sirayet etmiştir. Gören de, görülen de odur. Âlem onun suretidir. Âlemin ruhu ve yöneticisi de odur. O büyük insandır."

Allah Âlemin Suretleridir

 Âlemde görülen bütün suretlerin Allah olduğunu ifade ederek şöyle diyor:
"Onlar Hakkın zahiri (görünmesi)dir. Çünkü O zahirdir. Onların batını (gizlisi) de O'dur. Çünkü batın O'dur. Evvel de O'dur. Çünkü bunlar yok iken O vardı. Ahir de odur. Çünkü bunlar ortaya çıktıkları zaman Allah onların kendisiydi."

İbn-i Arabî rabbini de tarif ederek şöyle diyor:

"O ortaya çıkanların kendisidir. Ortaya çıktığı durumda gizli olanların da kendisidir. Ortada başkasının gördüğü bir şey yoktur. Kendisinden batın olacak bir şey de yoktur. O kendine zahir ve kendisinden gizli (bâtın)dır. Ebu Said el-Harraz diye adlandırılan da odur. Görünen ve isimlendirilen başka varlıklar da odur." 

 İbn-i Arabî’ye göre Allah'ı bilen gerçek arif, Allah'ın tabiattaki varlıkların suretlerinde sirayet edişini gören ve âlemdeki bütün varlıkların suretlerinde Allah'ın bizzat suretini müşahede eden kimsedir.

Allah'ın Sıfatları Yaratıkların Sıfatlarıdır

 İbn-i Arabî tanrısını acizlik ve zilletle, noksanlık ve ahmaklıkla niteliyor. Alçaklık, kötülük ve zilletle tavsif edilebileceğini ifade ederek şöyle diyor:

"Hakkın yaratıkların sıfatlarıyla ortaya çıktığını O’nun göründüğünü görmüyor musun? Bunu kendisi belirtmiştir. Noksanlık ve kötülük sıfatlarıyla ortaya çıktığını kendisi ifade etmiştir. Yaratıkların da başından sonuna kadar Hakk'ın sıfatlarıyla ortaya çıktığını görmüyor musun? Yaratıkların sıfatları O'nun için hak olduğu gibi O'nun sıfatları da yaratıklar için haktır."

İbn-i Arabi Allah'ın sıfatlarını mecazi olarak yaratıklara verdiğini yahut yaratıkların sıfatlarının mecazi manada Allah'ın sıfatları olduğunu söylediğini herhangi bir insanın tevehhüm etmesinden korkmuş ve birinci şıkta söylenenlerin mecazi manada değil, gerçek manada olduğunu söylemiştir.

Onun için "Yaratıkların sıfatları da Hakkın sıfatlarıdır" diyerek mecazi manada değil, gerçek manada böyle olduğunu belirtmiştir. İnsanlara, tanrısı hakkındaki hükümlerinde yahut onu acizlik, noksanlık ve kötülük gibi sıfatlarla nitelemesinde ve diğer yaratıklarla aynı görmesinde bir mecazın bulunmadığını vurgulamak istemekte ve şöyle demektedir:

"Allah'ın rablık, ilahlık, yaratma, rızık verme ve diğer bütün sıfatları yaratıklar için haktır."

Yani bu sıfatlar aynı zamanda yaratıkların da sıfatlarıdır. Onun için yaratıklar mecaz olarak değil, gerçek olarak Allah'ın sıfatlarını taşırlar. İşte İbn-i Arabî’nin dini!

Tasavvufçuların Allah'ı Varlık Ve Yokluktur

İbn-i Arabî’nin dininde, tasavvufun tanrısı her türlü varlık ve yokluğu içine alır. Şöyle diyor:

"Kendi kendine yüce olan, örf, akıl ve şeriatta ister iyi, ister kötü olsun, hiçbir sıfattan yoksun kalmayacak şekilde varlık ve yokluğa ait bütün işleri kapsayan kemale sahip olandır. İşte bu, sadece Allah'ın müsemmasına mahsustur."

Varlığın dirilteceği ve yokluğun yok edeceği hangi tanrıdır bu? Örf, akıl ve şeriatta kötülenebilecek hangi ilahtır bu? İbn-i Arabî tanrısını bütün kötülüklerle nitelemiştir. Böyle olunca onu örf, akıl ve şeriat neden kötülemesin?!

Her Şey Tasavvufçuların Allah'ıdır

Yıldızlara tapanlar kâfir olmuşlardır. Buzağıya tapan Yahudiler de kâfir olmuşlardır. Hıristiyanlar da üç ortaklı (teslis) bir tanrıya taptıkları için kâfir olmuşlardır. Cahiliyye Arapları da ölenlerin putunu dikip hayatta kendilerine umut ve emellerle yaklaştıkları gibi ölümden sonra da benzer umut ve emellerle yaklaşıp kendileriyle Allah arasında aracılıklarını sağlamak için taptıklarından dolayı kâfir olmuşlardır. Bütün bu gruplar ve insanlar Allah'tan başka varlıklara taptıkları için kâfir oluyorken, acaba her şeye tapmaya çağıran tasavvufçular için ne diyeceksiniz?

İşte tasavvuf kâhinlerinden Abdulkerim el-Cîlî'nin sözleri:

"Zatı itibariyle yüce olan hakkın açığa çıktığı her varlığa tapmak gerekir. O âlemin zerrelerinde açığa çıkmış (zahir olmuş)tur."  

İbn-iArabî bunu daha açık ifade ederek şöyle demektedir:

"Mükemmel arif, tapılan her şeyin hakkın açığa çıktığı ve kendisinde hakka ibadet edildiğini görendir. Onun için tapılan bu tanrılara taş, ağaç, hayvan, insan, yıldız, melek gibi özel ismi yanında hepsi ilah adını vermişlerdir."

Kadın Suretine Girme

İbn-i el-Farid kadın vücuduna taptığı gibi İbn-i Arabî de kadın vücuduna tapmıştır. Birincisi iffetini kendisine teslim eden kadına taparken, diğeri isteklerine ram olmaya bir türlü yanaşmayan kadına tapmıştır.

İbn-i Arabî’nin dişiye tapma konusunda ne kadar sarih olduğunu gösteren, Fusus'ül-Hikem kitabından bir nakil yapıyoruz:

"Erkek kadını sevdiği zaman onunla yatmak istemiştir. Yani sevginin sonunda meydana gelen şey! Nikâh (kadın-erkek münasebeti)nden daha büyük bir kavuşma yoktur. Onun için şehvet kişinin bütün vücudunu kaplar. Onun için kişinin yıkanması emredilmiştir. Oluştuğu zaman şehvet bütün vücudu kapladığı için vücudun tamamı yıkanmıştır. Şüphesiz Allah kulunun kendisinden başka bir şeyle lezzet bulduğuna inanmasını çok kıskanır. Onun için kendisinde fena bulduğu (kadın) suretine girerek tekrar kendisine dönmesi için yıkanma (gusül) ile onu temizlemiştir. Çünkü bundan başkası olmaz. Erkek Allah'ı kadında müşahede ederse, buna münfailde müşahede denir. Kadının kendisinden zuhuru açısından kendisinde müşahede ederse, buna da failde müşahede denir. Kendisinden oluştuğu varlığın suretini göz önünde bulundurmadan kendi nefsinde müşahede ederse, buna da vasıtasız Allah'tan münfail olanda müşahede denir. Allah'ı kadında müşahede etmesi tam ve en mükemmeldir. Çünkü Allah'ı fail ve münfail olarak, özellikle kendisi de münfail olarak müşahede etmektedir. Onun için Rasûlullah kadınları sevmiştir. Çünkü Allah onlarda çok mükemmel müşahede edilmektedir. Zira Allah maddelerden soyut olarak hiçbir zaman müşahede edilmez. Allah'ın kadınlarda müşahede edilmesi en büyük ve en mükemmeldir. Kavuşmanın en büyüğü de nikâh (kadın-erkek münasebeti)dir."

İbn-i Arabî’nin bütün dinini bu ibarelerden çıkarabilirsiniz. Tasavvuf tanrısının en mükemmel ve tam şekilde tecellisinin şehvet küpü haline gelen erkeğin musallat olduğu ve etini budunu okşadığı kadın suretinde tecellisi olduğuna inanmaktadır.

Gecenin karanlıklarında birbirinin vücutlarından yararlanan âşıkların tasavvufun tanrıları olduğuna inanmaktadır. Günah sarhoşluğunu kendilerine yorgan edinen âşık ve zânilerin gece karanlığında her türlü cinayetlerini işlerken bütün günah, lezzet, şehvet ve karanlıklarıyla aslında birer tasavvuf  tanrısı olduklarını söylemektedir.

Şehvet ve lezzetlerini bir dişide değil, rezalet fırtınasına tutulmuş günah küpüne dönüşen tasavvufi tanrıda tatmin etmişlerdir. Ondan sonra İbn-i Arabî, maddenin en derin çukurlarına çılgın bir hızla yuvarlanarak şunu bize vurgulamaya çalışmaktadır:

Tasavvuf tanrısı maddi bir şeydir. Ancak ve ancak maddede görülür.

Hıristiyanlıktaki Tecessüd (Bir Varlığın Vücuduna Bürünme) Ve Tasavvuftaki Tecessüd:

Bu konuda İbn-i Arabî’den daha fazla nakil yaparak okuyucuların yaralarına tuz ekmek istemiyorum. Ancak şunu belirtmek isterim ki sofuluk, Hıristiyanlığı baştan çıkarıp hidayet ve doğruluğundan uzaklaştırınca, ruhani kutsallık ve münzevi rahiplik onun saflığını bulandırınca üç ilaha tapmağa dönüşerek katıksız tevhidden sapmış, yine de tasavvuftaki kadar her varlığı tanrı sayarak her şeye tapma derecesine inmeden yüce Allah'ın risaletle şereflendirdiği ve insanlar arasından seçtiği tertemiz bir zatı seçmiş, yüce Allah'ın en büyük tecessüdü olduğuna inanarak ona tapmıştır. Hz. İsa'nın Allah'ın tecessüd ettiği insan olduğuna inanıp taptığı için de Allah'ın ebedi lanetine, gazabına, cehennem azabına uğramıştır.

İbn-i Arabî Niçin Kadına Tapmıştır?

Tasavvufun şeyh-i ekberi bir defasında Şeyh Mekinuddin'in kızına âşık olmuştur. Nerede? Mekke'de!

Çılgın âşık, kadının vücuduna ulaşıp pençe ve tırnaklarını ona nasıl saplayacağının yollarını aramış, onunla baş başa kalması için yalvarmış, kendisini ona teslim etmesi için yüzsuyu dökmüş, ama iffetli kadın, bir canavarın iffetiyle oynamasını kabul etmeyip hayâ zırhına bürünerek defetmiştir.

Kadın kendisini temiz bir kalp için sevmiş, o ise şehvetten gözü dönmüş bir ceset için istemiştir. Onu iffet ve dindarlık için istemiş, kendisi ahlaksız ve orta malı olmasını istemiştir. Bunu gören kadıncağız canavar pençelerinden uzaklaşmış ve isteklerini reddetmiştir.

Bunun üzerine İbn-i Arabî kadının nazenin tenine ve iffetli cesedine ulaşma hülyasıyla "Tercümanu'l- Eşvak" divanını yazmıştır. Belki kadın insafa gelir ve kendisiyle beraber uçuruma yuvarlanır, ona vücudundan bir parça, kanından bir avuç bağışlar diye düşünerek aşkını şiire dökmüştür. Ama iffetli kadın onu güllerle çevrili hareminden uzaklaştırmış, şeref ve namusuna toz kondurmamıştır. Duyguları nezih, iffetli, temiz, şerefi parlak ve ahlakı örnek bir kadın olmanın dışında yaşamayı reddetmiştir.

Ne dersiniz? Elde edememenin ümitsizliği İbn-i Arabî’nin aşkını söndürmüş müdür? Hayır.  Aksine ruhunu, vücudunu sarmış, fitne, istikrarsızlık, üzüntü, sıkıntı ve ızdırapla doldurmuştur. Ümitsizliği gitmediği gibi alevi de sönmemiştir. Bu sefer divanını tasavvuf dini ile şerh etmiş, vücudunu ellerine teslim etmeyen bu iffetli ve namuslu kadının, çok güzel bir kadının vücuduna bürünen bir rab olduğunu, ancak ilahi hakikatin en güzel tecessüdü ve zuhuru olduğu için kendisini sevdiğini, onu arzularken aslında rabbinin kadınlığını ve güzel vücudunu arzuladığını vurgulayarak belirtmiştir.

Ancak kadın günahları avuçlayan tasavvufi bir tanrı değil, sadece ve sadece iffetli ve namuslu bir kadın olarak kalacağını söylemiştir. İbn-i Arabî mitoloji yolunda devam ederek onu yüceltmiş ve apaçık bir tasavvufi gerçek halini kazanıncaya kadar onun reklâmını yapmıştır. Ona apaçık ve sarih bir vücut vermiş, kendisiyle beraber ve kendisinden sonra onun gibi zındıklar da desteklemiştir.

Bu şekilde tasavvufçular Leyla, Büseyna ve Suad diyerek gazel okumuştur. Bunun ne demek olduğunu sorduğunuz zaman tasavvufçular cahilliğinize dudak bükerler.

"Zavallı! Rabbimizin güzel bir kadın olduğunu hâlâ bilmiyor, oynayıp şakırdayan, saçılıp dökülen şarkıcının ilahi tecellilerin en yüce ufku ve haramlar girdabı cesedinin yüce rabbimizin cesedi olduğunu, baştan çıkaran bir ceset ve kara bir rezalet olarak Allah'ın o kadın olduğunu bu miskin bilmiyor" diyerek birbirlerine göz işaretleri yaparlar.[1]


 Tasavvufun Tanrısı Kullara Muhtaç

Yüce Allah "Ey insanlar, siz Allah'a muhtaçsınız. Zengin ve övülmeğe layık olan Allah'tır" (Fatır 15) buyuruyor. Ama tasavvufçular kullara muhtaç bir tanrıya inanıyorlar. Varlığında, bilgisinde, kalıcılığında, yeme içmesinde, gizlilikten sonra açığa çıkma, yokluktan sonra meydana gelme ve yok olmasını önlemede kullara muhtaç bir ilaha inanıyorlar.

İbn-iArabî şöyle diyor:

"Varlığımız onun varlığıdır. Varlığımız açısından biz ona muhtaç, nefsinde zuhuru için o bize muhtaçtır."

Yine şöyle devam ediyor:

"Sen ahkâmla onun gıdası, o da varlıkla senin gıdandır. Senin özelliğin ne ise, onun özelliği de odur. Emir, ondan sana olduğu gibi senden de onadır. Ne var ki sen mükellef diye adlandırılıyorsun. Gerçi halinle sen ona "beni mükellef kıl" dediğin için seni mükellef kılmıştır. Ama o mükellef diye isimlendirilmez. O bana hamd eder, ben ona hamd ederim, o bana ibadet eder, ben ona ibadet ederim."

İbn-i Arabî ilmini ve kitaplarını direkt Rasûlullah'tan aldığını, levh-i mahfuzdan vasıtasız yazdığını iddia etmiştir. Vahdet-i vücut inancını sistemleştirip tevhit inancına meydan okurcasına halka sunması, Kur'ân ayetlerini tahrif ederek kâfir Hûd kavminin sıratı müstakim üzere oldukları, Firavun'ın imanı kâmil bir mümin olduğu gibi Nuh kavminin de mümin bir kavim olduğu ve bu imanlarından dolayı Allah onları mükâfatlandırıp vahdet deryasına batırdığı, nimetini tatmaları için ilahi sevgi ateşine soktuğu, Hz. Harun'un İsrail oğullarını buzağıya tapmaktan alıkoyarak yanıldığı, çünkü buzağının gerçek mabud veya onun suretlerinden bir suret olduğu, Nuh kavminin Ved, Yeğus, Yeûk, Suva' ve Nesr putlarına tapmayı bırakmamakla isabet ettikleri, çünkü bu putların ilahın birer görünümü oldukları, ateşin azap değil, tatlılık olduğu, rahmete uğramayan ve rızaya kavuşmayan hiçbir insanın bulunmadığı, bir şey var olmadan önce Allah'ın onu bilemeyeceği, çünkü bir şeyin varlığı ilmin varlığı demek olduğu, hatta her şeyin varlığının Allah'ın varlığının tercümesi olduğunu ve benzeri birçok saçmalıkları söylemesine rağmen, İbn-iArabî bunların hepsini eksiltmeden ve çoğaltmadan doğrudan Rasûlullah'tan aldığını söylemiş ve Rasûlullah'ın bunları insanlara tebliğ etmesini emrettiğini iddia etmiştir.

Kur'ân'a ve sahih sünnete açıkça aykırı ve küfür oldukları apaçık olan bütün bu saçmalıklara rağmen İbn-i Arabi bunları söylediğinden günümüze kadar adı Müslüman olan yığınlardan pek çok taraftar ve sempatizan bulmuş, fikirleri İslâm dünyasında alabildiğine yayılmıştır. Günde defalarca "Lailahe İllallah, Muhammed ün Rasûlullah" diyen İslâm ümmeti içinde hâlâ evliyanın büyüğü ve asfiyanın kutbu olarak görülmüş ve adı bin bir takdis ve tazimle anılmıştır.

İşte tuhaf olan budur!


<<Önceki                Sonraki>>



 Puran Tilmiz, 03.12.2014, Sonsuz Ark, Konuk Yazarlar, Tasavvuf; Bir Düşünce Virüsü





[1] Meşhur tasavvufçuların çoğu Allah'ı kadın suretinde tasavvur eder ve zevklerini tatmin için seksi bir pozisyonda canlandırırlar. Bu gerçeği onlarla ilgili menkıbe kitaplarının hemen hepsinde görmek mümkündür. Hatta bazen işi Lut kavminin o çirkin alışkanlığına kadar götürdüklerini anlatan olaylar naklederler. 

Mesela, bu kitapların en meşhurlarından Menakibu'l-Ârifin'den bazı misaller verelim.

"Şemsi Tebrizi’nin Kimya adında bir karısı vardı. Bir gün Şems hazretlerine kızıp Meram bağları tarafına gitti. Mevlana hazretleri medresenin kadınlarına işaretle: "Haydi gidin, Kimya hatunu buraya getirin. Şemseddin'in gönlü ona çok bağlıdır" buyurdu. Bunun üzerine kadınlardan bir grup onu aramaya hazırlandıkları sırada, Mevlana Şems'in yanına girdi. Şems şahane bir çadırda oturmuş, Kimya hatunla konuşup oynaşıyor ve Kimya hatun da giydiği elbiselerle orada oturuyordu. Mevlana bunu görünce hayrette kaldı. Onu aramaya hazırlanan dostların karıları da henüz gitmemişlerdi. Mevlana dışarı çıktı. Bu karıkocanın oynaşmalarına mani olmamak için medresede aşağı yukarı dolaştı. Sonra Şems "İçeri gel" diye bağırdı. Mevlana içeri girdiği vakit, Şems'den başkasını görmedi. Bunun sırrını sordu ve "Kimya nereye gitti?" dedi. Şems "Yüce tanrı beni o kadar sever ki istediğim şekilde yanıma gelir. Şu anda da Kimya şeklinde geldi" buyurdu. Sayfa, 2/56–57.

Yine Sultan Veled hazretlerinden nakledilmiştir: 

Bir gün Mevlana Şemseddin iyi ve namuslu kadınları övüyor ve onların iffet ve ismeti hakkında:

"Bununla beraber bir kadına arşın üstünde bir yer verseler, onun nazarı birdenbire dünya üzerine düşse ve yeryüzünde intiaza (intizzaa olsa gerek) gelmiş bir tenasül aleti görse, deli gibi kendini oradan aşağı atar ve aletin üstüne düşer. Çünkü kadınların mezhebinde ondan daha yüksek bir mertebe yoktur" buyurdu.

Sonra şu hikâyeyi anlattı: Şam'da bulunan şeyh Ali Harirî kademli, parlak kalpli, metanet sahibi bir kişiydi. Sema esnasında kime baksa derhal o, ona mürit olurdu. Giydiği hırka parça parça idi. (Bu yüzden) sema esnasında vücudun her tarafı görünürdü. Halifenin oğlu da bunun menkıbelerini işittiği için sema'ını görmek istedi.

Sema edenleri seyretmek için makam kapısından içeri girdiği vakit şeyhin nazarı ona ilişti. O derhal mürit oldu ve elbise giydi. Oğlunun şeyhe mürid olduğu haberi Mısır'da halifenin kulağına ulaştı. Son derece de canı sıkıldı. Şeyhi öldürmek istedi. Fakat şeyhin yüzünü görür görmez o da tam bir samimiyetle şeyhe teveccüh gösterdi. Halifenin karısı da onu görmek istedi. Şeyhi eve davet ettiler.

Hatun ilerleyip şeyhin ayaklarına kapandı ve elini öpmek istedi. Şeyh tenasül aletini kaldırarak kadının eline verdi ve "Senin istediğin o değil, budur" dedi ve sema başladı. Bunun üzerine halifenin itikadı bir iken bin oldu." Sayfa, 2/59–60.

"Bir gün Şemseddin (Tebrizi), seyahati esnasında bir şeyhe rasltadı. Bu şeyh, mahbuperestlik (genç çocuklar seyretmek) illetine tutulmuştu. Nerede genç bir çocuk görse onun yüzünü temaşa etmekten kendini alamazdı. Şems ona "Hey, bu ne haldir?" diye çıkıştı. Şeyh: "Güzellerin yüzü ayna gibidir. Ben Tanrıyı o aynada müşahade ediyorum" dedi...." Sayfa, 2/49–50.

"Mevlana hazretleri, Sultan Veled'i Şemsi Tebrizi'ye mürit yaptığı vakit: "Bahaddinim haşhaş yemez ve asla livata yapmaz. Çünkü bu iki şey, kerim olan tanrının yanında son derece yerilmiştir" buyurdu. Sayfa, 2/52.

Herhalde rastgele bu iki çirkin fiile dikkati çekmiyor. Çünkü bunlar tekke çevrelerinde yaygın fiillerdir.

Yine Sultan Veled'den nakledilmiştir: Bir gün ileri gelen sofular babam Hüdavendigar'dan "Ebu Yezid (el-Bistami), "Ben Tanrımı daha sakalı bitmemiş bir genç şeklinde gördüm" buyuruyor. Bu nasıl olur? diye sordular. Babam; "Bunda iki hüküm vardır. Ya Bayezid, Tanrıyı sakalı bitmemiş genç şeklinde görmüş, yahut Bayezid'in meylinden ötürü Tanrı onun gözüne bir genç çocuk suretinde gözükmüştür" dedi. (Devamında Kimya Hatun olayını anlatır). Sayfa, 2/56.

Bu misalleri daha da çoğaltmak mümkündür. Ancak bütün bunların arkasında yatan gerçek, tasavvuf çevrelerinin Allah hakkında taşıdıkları ve iman esaslarıyla bağdaşmayan bozukluklar ve zındıklıkların çokluğudur. Üstelik bu sapıklık ve zındıklıkların dindarlık, ermişlik, velilik ve Allah'ın sıfatlarına sahip olmakla kamufle edilmesine çalışılmasıdır. Küçüğünden büyüğüne kadar hemen hepsinin eserlerinde ve sözlerinde bunu bulmak mümkündür.

İsterseniz âlimlerin gavsı, ariflerin kutbu, evliyanın önderi, müceddid-i elf-i sani İmam Rabbani’nin mektubatından örnek verelim:

Birinci mektupta şöyle diyor: "Kıymetli emirlerinize uyarak bu mektubu yüzümün karasıyla yazıyorum. Dağınık, bozuk olan hallerimi titriyerek arz ediyorum. Bu yolda ilerlerken, Allah'u Teâlâ'nın ismi zahirleri o kadar çok tecelli etti ki, her şeyde ayrı ayrı göründü. Hatta nisa (kadınlar) şeklinde, onların organları halinde ayrı ayrı zahir oldu..." 

Mektubat Tercemesi, 1/6, Birinci Mektup, Terceme: Hüseyin Hilmi Işık, Sönmez, İstanbul 1968.


Seçkin Deniz Twitter Akışı