25 Kasım 2014 Salı

SA1006/KY5-PT34: Tasavvuf; Bir Düşünce Virüsü/ A-Nazarî Tasavvuf-Tasavvufun Tanrıları 1 (İbn el-Fârid'in Tanrısı)

 بسم الله الرحمن الرحيم

Bismillahirrahmanirrahim

“Tasavvuf” İslâm dünyasına hicri II. asırdan itibaren girmeye başlamış bir “düşünce virüsü"dür. 

Tasavvufun Tanrıları

Tasavvufçular, yüce Allah'ı şek ve şüphenin karışmadığı ve Hakk'ın yüceliğine gölge düşmediği bir bilgi ile bildiklerini söyleyerek iftira etmektedirler. (Zaten iftiradan başka meziyetleri yoktur.) Müslümanları da basiret körlüğü, akıl yetersizliği, düşünce sakatlığı, duygu körelmesi, zevk bozukluğu, his ve şuur yoksunluğu, kör maddeye kulaklarına kadar batma ve tarihe körü körüne tapma ile itham ederler. Sormak istiyorum, hangi tanrıya tapıyorlar? Daha açık bir ifade ile uydurup taptıkları tanrı hangisidir?

Söylediğim şeylerde herhangi bir şüpheniz varsa yahut onların büyüleyici bir tebessümü veya bir âşıkın tespih ve dua terennümleri sizi haktan alıkoyuyorsa, tasavvufun en büyük tanrısını öğrenmek için lütfen onların kitaplarından biraz okuyun.

Mesela Futuhatı Mekkiyye, Fususu'l-Hikem, Tercümanu'l-Eşvâk, Ankâ-u Mağrib, Mevakiu'n-Nucûm gibi hepsi de İbn Arabi'nin olan kitaplardan biraz okuyun.

Abdulkerim el-Cîlî'nin el-İnsanu'l-Kâmil, İbn el-Farıd'ın Tâiyye'sinden yahut onun Kâşâni veya Nablusi şerhlerinden okuyun.

Şa'rani'nin et-Tabakât, el-Cevahir, el-Kibrîtu'l-Ahmar, Abdulaziz ed-Debbağ’ın el-İbriz; Ticani tarikatının Kitabu'l-Cevahir, er-Rimah kitaplarından okuyun.

Yine Hasan Rıdvan'ın Ravdu'l-Kulûb el-Mustetâb, hatta şu anda ibadette kullandıkları Mecmûu'l-Evrâd, Delâilu'l-Hayrât ve kâhinlerinin yatsı ile seher vakitlerinde okudukları hiziplerinden okuyun.

Tasavvufçular, İbn Arabî’yi şeyh-i ekber ve Kibrit-i Ahmer (som altın) diye nitelemekte ve karşısında secdeye kapanmaktadır. Abdulkerim el-Cîlî'yi el-Ârifu'r-Rabbanî ve'l-Ma'dinu's-Samadânî (Rabbanî arif ve ilahi maden) diye tanımlamakta, İbn Farıd'ı sultanu'l-âşıkîn (âşıkların sultanı) ve Şa'râni'yi el-Heykelu's-Samadânî ve'l-Kutbu'r-Rabbanî (ilahi ulu ve rabbani kutb) diye anmaktadır.

O halde kitaplarından okuyun derken, tasavvufçuların kendisinden hakkın delillerini ve hidayetin nurunu aldıkları kitapları değil, bilakis değişik eğilim ve yollarına rağmen kutsallaştırıp yücelttikleri, hatta birçoğunun taptığı, tevhid nuru için en yüce ufuk ve ilahi feyizler için tükenmez pınar bildikleri kitapları okuyun, diyorum. 

Bu ve benzeri kitaplardan bir miktar okuduktan sonra Allah'ın kitabından bir ayeti düşünün ve batılın karanlıklarına hak nurunun projektörlerini tutun. O zaman tasavvufçuların en çirkin suretlerde somutlaşan, gizli ve açık kimliğini, en kokuşmuş leşlerde şekillenen bir tanrıya taptıklarını görecek ve lanetler yağdırmaktan kendinizi alamayacaksınız. 

Bu kitaplarda tasavvufçuların taptığı ilahın bitkin zihinlerde oluşan gerçek dışı resimler, sapık düşüncelerde şaşkınlık kuruntuları ve hayalde mitolojik öcülerden öte bir varlık olmadığını müşahede edeceksiniz. Tasavvuf kâhinlerinden et-Tilimsânî kokuşmuş ve kurtlaşmış bir köpek leşini tanrılaştırmadı mı?

1-İbn el-Fârid'in Tanrısı

Bu sofu ittihada yahut vahdete inanır. Kulun Rab, mahlûkun yaratıcı ve vücutça fani olan varlığın vacibu'l-vücut olduğunu söyler. Kısa ve açık bir şekilde ifade edersek, bu adamın ittihat bid'atına inandığını söylememiz gerekir.

Tasavvuf kâhinlerinin inandığı bu hurafeye göre tasavvufi rab (Allah bundan münezzehtir) zatı, sıfatları, isimleri ve fiilleriyle maddi yahut soyut suretlerde ortaya çıkmıştır. Mesela insan, hayvan, cansız, cin, put, vehim, hayal ve zan olmuştur. İsimleri, fiilleri ve sıfatları da o varlıkların isim, fiil ve sıfatlarının aynısı olmuştur. Çünkü mutlak veya mukayyet varlık odur ve mahiyet itibariyle bu varlıklar tasavvufi rabbin kendisi ve aynısıdır. Azgın ve canilerin işlediği bütün günahlar, yırtıcıların avlarını parçalaması veya kemiklerini kırması tasavvufi rabbin işi, günahı ve işlediği suçudur.

İlahi zatın kendisinden bütün gayrilik ve farklılık perdelerini kaldırdığını, gizli hakkı ona açığa çıkardığını, böylece bizzat Allah'ın hakikatinin âlemdeki bütün varlıklarda ortaya çıktığını iddia etmektedir.

Kısaca, artık âlemdeki bütün varlıkların bizzat Allah'ın zatı olduğunu gördüğünü ifade etmektedir.
Bu madde âlemindeki bütün varlıklar, gece karanlığında can alan veya cinayet işleyen bütün caniler, tenha köşelerde her türlü ahlaksızlığı işleyenler v.b. bütün maddi varlıkların Allah'ın aynısı ve hüviyeti olduğunu, kendi varlığının da O'nun varlığının kendisi olduğunu gördüğünü söyler.

İbn el-Farid'a göre Allah olmayan hiçbir şey yoktur. Hatta Allah'ın -İbn el-Farid'in tanrısının- bu maddi suretlerden yahut varlığı kesin veya vehim yahut hayali varlıkların zihindeki suretlerinden başka bir varlığı yoktur.

Bu iftirada bulunan bir kimse, elbette inancının sonuçlarına katlanacaktır. Bu inancı gereği zatının tanrısının zatıyla ittihat ettiğini (bütünleştiğini) ve ikiliğin isimden başka bir şey olmadığını iddia edecektir. Birliğin varlıkta ve hakikatte olduğunu, bu birliğin açığa çıktığı anda zatında, sıfatlarında ve fiillerinde Allah'ın zatının, sıfatlarının ve fiillerinin kendisini müşahede ettiğini söyleyecektir.

İşte sözleri:

"İlahi zat açığa çıkıp göründüğü anda gaybim bana gösterildi ve kendimin ondan başka olmadığımı gördüm."

İlahi varlığın hüviyetini veya gizli hakikatini, kendi varlığının da zahirini veya türlü varlıklarda tezahürünü müşahede etmiş, kendi varlığından başka rabbin varlığını ve kendi yapısından başka onun ayrı bir yapısını görememiş, müjde sevinci içinde, "Ben Allah'ım" diye haykırmış!

Ne var ki görünen bu varlığın birden ortaya çıkan bir vehim (kuruntu) veya geçici bir durum yahut gözüne görünen ve zihinde şekillenen bir hayal olduğunu birilerinin sanmasından korkmuş ve arkasında şöyle demiştir:

"Yokluk (mahv)dan sonra ayıldığım (sahv)da ondan başkası değildim. Zatım zatıma büründüğü zaman tecelli eden yine zatımdı."

Sahv (ayılma) tasavvuf dininde, kuvvetli bir varitle sarhoş olduktan sonra arifin kendine gelmesi ve duyarlılık kazanmasıdır. Bu durumda ârif, ilahi zat ile sıfatları yahut tezahürleri arasındaki farklılığı müşahede eder. Kâinatın, ilahi zatın kendisi olmadığını, sadece isim, sıfat ve fiillerinin tecellileri olduğunu müşahede eder.

Tasavvuf dininde mahv (yokluk) da çokluk ve başkalığın yok olması, birden fazla olan değişik yaratığın ortadan kalkmasıdır. Başkalığın kaybolması ve mutlak birliğin tecelli etmesidir. Bu durumda sofu, yaratıkları hakkın kendisi ve kulu rabbin aynısı olarak görür.

O halde tasavvufta “sahv” ile “mahv” arasında fark vardır. Ama İbn el-Farid sonradan ortaya çıkarılan bu ayırımı kabullenmemiş ve tasavvufçuların inançlarının gerçeğini bütün çıplaklığıyla ortaya koymak için maskeyi yırtmış ve örtüyü kaldırmıştır. Sahv ile mahv arasındaki bu farkı başkaları kavramasın diye telaşlı bir şekilde arayı kapatmaya çalışmıştır.

Tasavvuf dininin baştan beri ve temelde yüce Allah'ın, âlemin bizzat kendisi olduğuna iman esasına dayandığını, yaratan ile yaratılan arasında mutlak veya mukayyet, rölatif veya sübjektif hiçbir gayriliğin bulunmadığına, “mahv”da da, “sahv”da da sofunun halinin aynı olduğuna inanmaya dayandığını vurgulamaya çalışmıştır.

Hakkın deliliyle yüz yüze geldikleri zaman başka tasavvufçuların münafıklık yaparak üstü kapalı ve kinaye yolu ile söylerken, İbn el-Farid çılgın bir cesaretle bunların ne demek istediklerini açıkça ifade etmiş ve şöyle demiştir:

"Ne zamana kadar örtülü kalacağım! İşte perdeyi yırttım. Zaten perdenin düğümlerini çözmek, yaptığım biat antlaşmasında vardır."

Yani Allah'a yaptığı biat akdinde, Allah'ın her zaman yaratıkların suretinde ortaya çıktığını ve zatının onların zatıyla belirlediğini herkesin görmesi için bütün perdeleri yırtacağı ve bütün düğümleri çözeceğine dair söz vermiştir.

 İbn el-Farid'in "Zatım zatıma büründüğü zaman tecelli etti" sözündeki sarahati ve cüretkârlığı düşünün. "Zatım onun zatına" yahut "Onun zatı zatıma" demiyor. Onun yerine, âlemin gerçek Rabbini tasavvuf dininde yok saymak için "Zatım zatıma" diyor.

 İbn el-Farid'in yanında ne rab var, ne yaratık var. Yaratan da o, yaratılan da o, var olan ve varı var eden de odur. Yüce rab ancak onun kudretinin eserinden bir eser yahut bütününden kopan başıboş bir cüzden başkası değildir. İbn el-Farid'in dini işte budur. Hakkında ne ile hükmedersiniz?

"İkilik olmadığından, sıfatım onun sıfatı ve şekli benim şeklimdir. Çünkü biz biriz."

Yüce Allah'ın kendisini tavsif ettiği bütün sıfatlarla gerçekte tavsif edilen İbn el-Farid'in kendisidir. Çünkü ezeli, ebedi, kalıcı ve kuşatıcı özellikleriyle gerçek ilahi varlık O’dur. Şöyle devam ediyor:

"O çağrılınca cevap veren benim, ben çağırılırsam, beni çağırana o cevap ve karşılık verir."

Allah çağrılırsa, İbn el-Farid cevap verir. Çünkü Allah -hâşâ- kendisidir. İbn el-Farid çağrılırsa, Allah cevap verir. Çünkü onun isim ve müsemmasıdır.

İbn el-Farid'in ifadesindeki Allah'a karşı küstahlık ve edepsizliği görüyor musunuz? Allah çağrıldığı zaman, İbn el-Farid'in bütün yaptığı cevap vermekten ibarettir. Ama İbn el-Farid çağrıldığı zaman, Allah'ın cevap vermesi yetmiyor, derhal karşılık vermesi de gerekiyor. Kendisinin Allah olduğunu iddia etmesi yetmiyor, yüce Rabbin kendisinin ancak sönük bir sureti ve şaşkın bir gölgesinden ibaret olduğunu da vurguluyor. Şöyle devam ediyor:

"Aramızda muhatap tâ'sı kaldırılmıştır. Yüceliğim, fark ayrılığının kaldırılmasındandır."

Muhataplık ikiliği gerektiriyor. Çünkü hitap eden ve muhatap olan iki tarafın varlığı şarttır. Onun için İbn el-Fârid, Allah'ın ayetlerinde yahut dua edenin duasında muhataplar arasındaki farkı ifade eden şeyleri inkâr ediyor. Kendisinden ayrı herhangi bir ğayrıya veya başkaya hitabın yahut duanın olmasını reddediyor. Çünkü ona göre kendisinden ayrı bir "başka" yoktur ki ona hitab etsin veya duada bulunsun.

İbn el-Fârid'dan Allah'a bir hitap yahut bir dua meydana gelecek olursa, sanmayın ki başkasına hitap ediyor veya dua ediyor. Çünkü hitap kendisinden kendisine oluyor ve dua da kendisinden yine kendisine yönelik bulunuyor. Perdesi kalkmadan önce "sen sen" diyordu. Ama perde kalktıktan sonra artık "ben ben" demiştir. Gerçek şu ki o "sen" zat ve vücut olarak, bu "ben"den başka bir şey değildir.

İbn el-Fârid, kendisi için sadece yaratıcı rububiyeti ispat etmenin, yüce makamı için yeterli olmadığını görür ve vahdaniyetiyle, sıfat, isim ve fiilleriyle, mülk ve melekûtuyla, rahmet ve ceberutuyla, her şeyi kuşatan ilim ve kudretiyle, varlıkları yaratıp hayatı bağışlamasıyla, kısaca bütün hususiyetleriyle rububiyetin kendisinde olduğunu söyler.

Şöyle der:

"Hiçbir felek yoktur ki irademle hidayete eriştiren ve batınımın nurundan olan bir melek ihtiva etmesin. Bulutlardan dökülen hiçbir yağmur damlası yoktur ki zahirimin feyzinden bir damla içermesin. Ben olmasaydım ne varlık olur, ne şahit olur, ne de bir kimse söz ve ahit üstlenmiş olurdu. Hayatı hayatımdan olmayan hiçbir canlı yoktur. Her nefis benim isteğimi ister."

İbn el-Farid şöyle devam ediyor:

"O arada şeyh efendiye kapıyı açan adam geldi ve kendisine şöyle dedi: Efendim, falan kadın öldü. O kadınlardan birinin adını söyledi. Tellal çağırın ve yerinde şarkı söyleyecek bir kadın satın alın, dedi. Kulağımdan tutup şöyle dedi: Fakirlere (yani sofulara) bunu yadırgama." [1]

İşte tasavvuf azizi İbn el-Farid budur. Dans ediyor, şarkı söylüyor, kadınlar da onunla beraber dans edip şarkı söylüyor ve tef çalıyor. Buna rağmen mensuplarına kendisini tenkit etmelerini de yasaklıyor.

"İkimiz" kelimesi ister istemez biri diğerinden ayrı iki varlığın mevcudiyetine delalet etmektedir. Onun için İbn el-Farid, "İkimiz" kelimesinin vehmettireceği manayı neshetmek için hemen harekete geçmekte ve büyük bir telaş içinde şöyle demektedir:

"Başkası bana namaz kılmış değildir. Her secde edişimde başkasına da namaz kılmış değilim."

 Dişiliğe Tapma

Anlayamıyorum, neden tasavvufçular her zaman kendisini elde etmek isteyen ve şehvetten çılgına dönen delikanlıyı baştan çıkaran ceylan gözlü ve huri yüzlü nazlı bir kadının suretinde Allah'ı niteleyip görmek istiyorlar?  Neden Allah'ı hep âşık oldukları fettan bir kadın suretinde görmek istiyorlar?

Dişiliğe tapma konusundaki bu bedenî ısrar, seks ateşini tanrılaştıran bu tasavvufi Mecusiliğin sebebini kavramak için İbn el-Farid'in nasıl çılgın şehvetler ve ateşli güdülerle tutuşan bir şuur haletine sahip olduğunu ortaya çıkarmaya itmektedir bizi.

Acaba tasavvufçular hayallerinde canlandırdıkları ve azgınlaşan şehvet ateşini söndürmek için, ahlaksız da olsa, bir kadının gölgesine bile abayı yaktıkları için mi kadını hep yüceler yücesi ve arşı her şeyin üstünde olan bir tanrı şeklinde tasavvur ediyorlar?

Yoksa iç dünyalarını saran ve yüreklerini yakan fiziki aşk ateşini meşru yollarla söndüremedikleri için mi aşkları onlara Allah'ı her zaman cilveli ve işveli bir kadın suretinde canlandırmaktadır?

Yahut al yanakları ve kiraz dudaklarıyla kollarına teslim olan kadını günah küpüne batırıp ona ilahi hakikatin sadece arzu edilen ve elde edilmesi için can atılan cazip bir dişiden ibaret olduğunu mu terennüm ediyorlar? Kısaca, karasevdalısı oldukları kadını aşk tanrıçası mı ilan ediyorlar?

Bütün âlemdeki gerçeklerin, vücudunun yıllanmış şarabını şehvetlerin içtiği dişiden ibaret olduğunu mu iddia ediyorlar? Birinci grubu İbn Arabî temsil etmektedir. Haberlerini ileride vereceğiz.

İbn el-Farid ise şöyle diyor:

"Oğul hükmünden önce ilk yaratılışta Âdem'e Havva suretinde göründü. Bir defasında Lübna, birinde Büseyna, bazen de yüce olsun, Azze diye anılır."

İbn el-Farid, rabbinin Âdem'e Havva suretinde, Kays'a Lübna suretinde, Cemil'e Büseyna suretinde, Kuseyyir'a da Azze suretinde göründüğünü iddia ediyor. Âdemoğullarının annesi gerçekte ilahi hakikatten başka bir şey değilmiş!

Dudaklarında haram öpücükler kondurulan ve âşıkların vücudunu saran taşkın şehvetlerin kucağına atılan bütün bu sevgililer tasavvufçuların tanrısından başka bir şey değilmiş! Akıllarını başlarından alan çılgın bir şehvet ateşinin veya sarhoş keyfinin yahut aşıkın gözünü bürüyen arzunun baştan çıkardığı şarkıcılar suretinde görünen tanrı!

İbn el-Farîd, rabbinin dişiliğini ve gecenin karanlığında baş başa kalıp şehvetini tatmin ettiği kadın vücudu suretinde tecelli edişini vurgulayarak şöyle devam etmektedir:

"O kadından başkası değiliz, zaten ondan başkası da olmadık. Güzelliğinde eşsizdir o"

İbn el-Farid ikide bir şarkıcı veya dansöz kadın suretinde görünen rabbinin kendi hakikatinden ayrı bir şey olduğunu yahut sıfatlarının kendi sıfatlarından farklı olduğunu birilerinin tevehhüm etmesinden veya dillere destan olmuş şarkıcı Lübna, Büseyna ve Azze'nin herhangi bir şekilde rabbinin hakikatinden başka olduğunu sanmasından korkmuş olacak ki zihinlere rabbinin kesinlikle dişi olduğunu hemen telkin etmiş ve şöyle demiştir:

"O kadından başkası değiliz. Zaten ondan başkası da olmadık..."

Yüce Allah'ın şu buyruğu bunları ne kadar güzel dile getirmektedir: "Onlar O'nu bırakıp yalnızca birtakım dişilerden istiyorlar, sadece inatçı şeytandan dilekte bulunuyorlar."

Kime Secde Edildi?

İbn el-Farid, Allah olduğunu iddia ettiği putperest düşüncelerini tekrardan usanmamakta, buna insanlığın atası Âdem'in ve ona secde eden meleklerin, sonra bizzat peygamberlerin kendisi olduğu iftiralarını da eklemektedir.

Şöyle diyor:

"Görünümüme secde edenlerin secdelerini ben de müşahede ettim ve kesin olarak inandım ki secdesinde Âdem'in kendisiydim."

Tasavvuf kâhinlerinden olan el-Kâşânî bu beyti şöyle açıklamaktadır:

"Görünümüme secde eden melekleri kendimde gördüm. Kesin olarak bildim ki o secdede Âdem'in kendisiydim. Melekler bana secde ediyorlardı. Melekler sıfatlarımdan bir sıfattır. Secde eden benim sıfatımdır ve zatıma secde etmektedir."

Kâşânî'nin açıklamasını gördünüz mü? İbn el-Fârid'in açıklamasını yaptığım beyitlerini açıklarken heva ve hevese göre hareket etmediğimden kesin olarak emin olmanız için tasavvufçuların hurafe dinlerini nasıl açıkladıklarına bir örnek olması açısından Kâşânî'nin şerhini kendi lafzıyla naklettim.

İnanıyorum ki Kâşânî gibi şerh edemezdim. Çünkü o da İbn el-Farid'in Tâ'iyyesine inanan tasavvuf kâhinlerindendir. Tasavvuf âşıklarının sultanından bu kadar söz etmek sanırım yeterlidir.


<<Önceki                Sonraki>>


 Puran Tilmiz, 25.11.2014, Sonsuz Ark, Konuk Yazarlar, Tasavvuf; Bir Düşünce Virüsü




[1] Bkz. İbn Hacer el-Askalani, Lisanu'l-Mizan, 4/319, Hindistan baskısı, 1320 h.

Seçkin Deniz Twitter Akışı