1 Şubat 2013 Cuma

SA168/MEY15: Öğretmene Güvenmek

“Bu yazı, bu güzel ülkenin sahipsiz güzel, şirin ve zeki çocuklarına ithafen yazılmıştır.”


On sekizlik delikanlınınki gibi dalgalı, gür ve siyah beyaz saçlarını itina ile taramıştı; pahalı ceketinin içinden görünen, kaliteli çizgilerini muhafaza etmekten ziyade illaki göze batırmak için didinip duran gömleğine ve pahalı gömleğinin düzgün yakalarını bir araya getiren kaliteli kravatına bakıyordum ben, o konuşurken. Yaşı bana öğretmenlik yapacak kadar vardı; bense on yedi yıllık bir öğretmendim ve onun şu anda yaptığı konuşmayı yapmak aklımın ucundan bile geçmezdi.

Dilimi ve gözlerimi kontrol edemeyeceğim endişesiyle başımı öğretmenler odasının onun olmadığı diğer kısımlarında gezdirmeye başladım. Oda sıcaktı. İki tane bilgisayar vardı duvarın kıyısında. Tombul tombul babaanneler öğretmenler odasına girip çıkıyorlardı, onlara ve şık dedelere öğretmenim diye sesleniyordu bir kaç güzel-şirin çocuk.

Şık-ihtiyar delikanlı konuşuyordu hâlâ. Bizim büyük tomurcuğun geçen yılki matematik öğretmeniydi. Bugünküne benzer bir sebeple tanışmıştık. Önce bizim hanım tanışmıştı, sonra da ben. Performans ödevi denen bir hilkat garibesi yüzünden epeyce düşük gelen bir puan – 80 puan- yüzünden altıncı sınıf öğrencisi olan oğlumuz üzülmüştü. Sınav puanları 95 ila 100 arasındaydı. Ve Performans ödevini bizzat ben denetlemiştim. Hanım, düşük puanın nedenini öğrenmek için görüşmeye gitmiş ve o görüşmede çocuğun babasının da matematik öğretmeni olduğunu söylemiş. Bizim şık-ihtiyar hemen tavrını değiştirmiş o yukarılarda gezinen burnunu çocuğa doğru eğerek 90 derecelik şirinlik pozlarına bürünmüş.

Daha sonraları ben de şık ihtiyarı ziyaret ettim. Hâsılı mesele derinleşmeden ortadan kalkmıştı. Meselenin ortanda kalkması midemi rahatsız etmişti. Madem yetersizdi performans ödevi, hiçbir görüşme bu yetersizliği giderememeliydi. Madem yeterliydi, o zaman neden sınav puanlarından daha düşük bir puanla çocuğun psikolojisine, bizim zihnimize kezzap döktün? “Vay, sahipsizlere!” diye hayıflandığımı hatırlıyorum.

O günden sonra bizim tomurcuğun öğretmenine güven duymadığını da fark ettim. Mesleğim adına üzüntü verici bir durumdu. Meslektaşım adına daha kahredici bir durum. Bu ülkenin güzel, şirin ve zeki çocuklarına ve bütün ebeveynlere karşı devletin ve milli eğitimin bu öğretmenin ve benzerlerinin şahsında yaşattığı zulmün varlığına üzüldüm.

Bu meseleden sonra, şık ihtiyarın bizim tomurcuğa birkaç kez bir ders saati süresince bağımsız ders anlattırdığını; kendisine gelen soruları çözmek üzere bizim delikanlıya yönlendirdiğini de öğrenmiş bulundum. “Seni yetiştirmek üzere, sana sorumluluk yüklüyor, oğlum!” desem de bana pek inanmadı sanırım.

Şimdi onu dinlerken, oğlumun yeni öğretmenini bekliyordum. Yeni dediğim, bizim şık ihtiyarın bir kopyası; sadece bu yıl matematik derslerine o girdiği için yeni. Sebep geçen yıl ki sebeple aynıydı. İlk iki sınav puanı 100, performans puanı 80. Ben anlatınca şaşırır gibi oldu şık ihtiyar. “ Yapmaması lâzımdı, sizin çocuk çok iyi.” der gibi oldu, sonra sustu. “Buralardaydı, derse girdi galiba” dedi bana,”bekleyin, gelir birazdan.” Ben de beklemeye başlamıştım ki; bir veli daha geldi.

Başka bir ilden yeni nakil bir öğrencinin velisi. Veli, itibarlı bir devlet dairesinde genel sekreter. Ona izah ediyorlar, bende el mahkûm dinliyorum. Midem kalkıp duruyor, babaanne öğretmenin üst perdeden beylik laflarını dinlerken. “Bilgi eksikliği falan var!”, diyor veli, “geldiğimiz okulda birçok öğretmenin tayini çıkmıştı, çocuk zorlandı.” “Evet”, diyor fen bilgisi öğretmeni babaanne, “bilgi eksiği var; baktım henüz kuvvet konusuna bile girmemişler, ben nasıl eksiğini gidereyim?” Oysa gencecik öğretmenler merkezdeki okullara gelmek için onların emekli olmalarını bekliyorlar. Çok azı aynı yetersizlik itiraflarına mazeret diye sığınacaklarsa da pek çocuğu muhakkak bir çözüm bulacak şekilde yetiştirilmişlerdi.

O ara söz nasıl değişti, ne oldu da bizim şık ihtiyar konuşmaya başladı, tam olarak hatırlamıyorum. Gâliba bizim son tomurcuk elinde mini bir kola şişesiyle yanıma geldiğinde onunla ilgilenmiştim ve geçişi kaçırmıştım.

Ne yapsak vazgeçirememiştik koladan. Bir fırsat bulup ağabeyi ile birlikte kantine gitmişler ve elinde kolayla dönmüştü.

“İsteksizler” diyordu şık ihtiyar,” ilk defa hafta sonu kursu açtım, parasında değilim, sırf inat olsun diye açtım kursu, ama isteksiz ve ilgisizler; bir daha asla kurs açmam!”

Sözleri bitince kollarını kucağında birleştirmişti beylik bir pozla. Gözlerimi ve dilimi o ara kaçırmıştım önümdeki trajediden. İçimde fırtınalar kopuyordu. “Hafta içi veremediğini, hafta sonu nasıl vereceksin?”, diyordum. “Hafta içi senden öğrenemeyen hafta sonu sana neden gelsin? Dershaneye gitmeyen tek öğrencin bizim tomurcuktu, öğrencilerin dershane varken sana neden gelsinler? Sen varken öğrencilerin neden dershaneye gitme gereği duyuyorlar? Parasında değilsen neden parasında değilim diyorsun; parasında değilsen neden kurs açıyorsun? Şehrin en popüler semtlerinden birinde yaşayan bu çocuklar, evlerinde her türlü teknoloji ile başbaşalar, sen neden bilişim teknolojilerini kullanarak çocukların öğrenme performanslarını arttırmıyorsun? Sen neden kurs açma gereği duyuyorsun? Okul müdürün neden kurs açılmasına yönelik mesajında emirdâr bir dil kullanıyor? Neden ta üçüncü sınıftan itibaren çocuklarımızı hafta sonunda açılacak kursa zorluyorsunuz? Şu lanet olasıca kurs sizin yetersizliğinizin delili değil mi? Söylesenize dürüstçe; siz para için değilse ne için kurs açıyorsunuz? Yaşınıza yazık değil mi? Çocuklarımızın kişiliklerine, güvenine, geleceğine yazık değil mi? Daha şık giyinmek için mi yapıyorsunuz bütün bunları? Nerede vicdanınız, nerede vatan sevginiz, nerede yeni nesil kaygınız, nerede 1739?”

İçimdeki fırtınayı dindiremiyordum.

“Sizden ders alamayanları cezalandırmak için mi bu performans denen hilkat garibesi? Ortalamasını düşürdüğünüz çocukları kendinizi mahkûm etmek mi niyetiniz? Siz, kendiniz acaba onların hazırladığı performans ödevini yapacak kapasitede ve yeterlilikte misiniz? Powerpoint kullanmasını biliyor musunuz? Ya word, excel dosyası? Öğrencilerinizin başarı grafiklerini hazırlayabiliyor musunuz? Başarı-başarısızlık analizi yapıyor musunuz? Uyduruk saçma sapan zümre toplantılarınızda neyi tartışıyorsunuz? Beceremiyorsanız çekip gitsenize, emekli olsanıza!”

Kızgınlığım gözlerime ve dilime çok çabuk yansır, o yüzden suskundum ve başka yerlere bakıyordum; oğlumun geçen yıl ki matematik öğretmenini dinlerken, bu yıl ki matematik öğretmenini geçen yıl ki aynı nedenle sabırsızca bekliyordum. Ama bir türlü gelmiyordu. Sanırım gelmeyecekti; ertesi gün tekrar gidecektim. Öğretmenler odasına sığamıyordum.

Bizim son tomurcuk elinde kola şişesiyle uğraşıp dururken, bizim şık ihtiyar tekrar yanımıza geldi ve: “Kola içmemelisin.”, dedi son tomurcuğa; eline dokundu ve ona: “ Eğer kola içersen derin pütür pütür olur.”

Ne demeliydim?

Bu kadar ince düşünceli olan yaşlı meslektaşım, acaba ben halktan biri olsaydım gelip çocuğuma bunları söyler miydin? Keşke söyleseydin, keşke benim meslektaşın olduğumu öğrenmeden önceki yüzünü ve öğrendikten sonraki yüzünü hatırlamasaydım ben. Keşke, Hanım, “birdenbire değişti “ demeseydi senin için.

Uzmanlar, saçların genellikle stres, genetik nedenler, hava ve su özellikleri ile beslenme alışkanlıklarına bağlı olarak döküldüğünü söylerler. Öğretmenlik, adı üstünde stresin yoğun bir şekilde yaşandığı bir meslek. Söyle bize senin saçların niye bu kadar gür, ey şık-ihtiyar öğretmen?



Mustafa Eyyüboğlu, OnAltı Aralık İkiBİnOn- Oniki
Mustafa Eyyüboğlu Yazıları

Seçkin Deniz Twitter Akışı