30 Kasım 2012 Cuma

SA111/PZ8: Çukurova’nın Bereketli Toprakları’ndan Esnaflığa

"İşinin hakkını vereceksin. Bu memlekette zaten bu meziyet azaldığı için sefalette uzun boylu kaldık."

"Esnaflık dürüstlük ister, temizlik ister. Köy yeridir, evde karı-kız kısmı bulunur, kimsenin evinin içine gözün kaymayacak; namuslu adam olmak ister. Kadın mutfağa bırakıver der, gider. İtimat etmiştir sana evin erkeği..."

Rençberlik güzeldir; ne yersen iştahınla yersin. Kilo derdin olmaz, kanın aktığı için hastalık, huzursuzluk yanına uğramaz. Belin yorgunluktan da olsa ağrımaz. Hastalık, tembellikten, yatmaktan gelir. Rençberin genci yaşlısı da olmaz. Köydeki ihtiyarların şehirdeki ihtiyarlar kadar hastalığı yoktur; doktor bilmezler. Yedikleri içtikleri bellidir. Sütü inekten, keçiden içerler; yumurtayı, eti dağın toprağın kucağında beslenen havyandan yerler; bostanın sebzesi ahır gübresinden, sudan alır gıdasını; ağaç meyvesini dumansız verir.


Köydekilerin iki hastalığı vardır; onlar da ihtiyarlıkla gelir, gözler ile dişler önden giderler. Köyün uzun ömürlü ihtiyarları, ömürleri bitince de sessiz sedasız ölürler hemen hepsi kefen paralarını biriktirmişlerdir ya da kefen almışlardır; başka da bir şeyleri yoktur. Fakat şehir; şehir eskitir adamı. Kafasını da eskitir, karnını da.


Adana bize kucak açtığında Çukurova’nın en verimli topraklarında, Seyhan Irmağı’nın kenarındaki bir köyde,  bizim hanımın bacısında, ilk nefesimizi aldık. Allah razı olsun; bir ev buldular, tabak çanak verdiler, başımızı sokacak bir yuvamız oldu. Rençberlik ettik; bildiğimiz başka iş yoktu. Ekin suladık, çapa yaptık, pamuk topladık; portakal, mandalina kestik; küncü çektik. Şafaktan önce tarlalara döküldük; güneş batarken tarlayı terk ettik. Şimdikiler mesai diyorlar, mesai parası diyorlar. Ne büyük nimet. Minibüslerle, yarım otobüslerle tarlaya gidiyor işçiler. Sabah 7-8’de başlıyorlar işe akşam 5'te bırakıyorlar işi. Sigortaları da yapılıyor diye duydum. Bu memleket çok yol aldı.

Tarlaya ya yürüyerek giderdik 60’larda ya da bir traktörün römorkunda soğuktan üşüye üşüye. Neyse geçmiş zaman. Çapa, kazma derken, mevsimine göre iş bulduk, çalıştık. Sulama zamanı tarla sular, pamuk zamanı pamuk toplardık. Adana kimseyi işsiz, aşsız bırakmazdı.

Parayı en çok sulamadan kazanırdım. ‘Kabala Usûlü’ derdik; diyelim yüz dönümlük tarlayı kaç suda anlaştıysak, pazarlık eder alırdık sulamasını. (Elbette Kabala isminin Yahudi Mistisizmi Kabala (Kabbalah) ile ilgisi yok. Seçkin Deniz) Bazıları da ‘Yevmiye Usûlü’ alırlar, sulama günlerce sürerdi; yevmiyeci işi ağırdan alır; ekin kurusa umurunda olmazdı.  Ben hiç pazarlık yapmazdım. Piyasası belliydi işin, işini temiz yaptığında hakkını verirlerdi ağalar. Merhametinden değil; menfaatinden, seneye sucu aramamak için verirlerdi hakkını.

Sulamayı bitirene kadar tarladan çıkmazdım; orada yatar kalkar gece bile sulamayı kesmezdim. Tarla öyle ister çünkü; işin hakkı budur. İşinin hakkını vereceksin. Bu memlekette zaten bu meziyet azaldığı için sefalette uzun boylu kaldık.

Maraşlılar vardı; su dışında iş yapmazlardı. Memleketlerinden su vaktinde gelir, birkaç ay sulama yapar sonra çeker giderlerdi. Fakat paldır küldür iş yapar; gelecek seneyi düşünmezlerdi

Benim de tarlasını suladığım tarla sahipleri vardı. Hele bir tanesi vardı ki, su vakti birkaç gün geçse de beni beklerdi ki işim bitsin gidip tarlasını sulayayım. Bir gün sordum, “Bir sürü sulamacı var, beni niye bekliyorsun?” diye. “Oğlum,”dedi. “Sen işini temiz yapıyorsun, tepeye su çıkarıyorsun, kuru yer bırakmıyorsun, kendi malın gibi suluyorsun. Onlar öyle yapmıyor, toprağı ıslatıp geçiyorlar, ürün kuruyor.”

Her ne iş yaptıysam alnımın terini koydum, karşılığını da verdiler. Fakat kafamda esnaflık vardı, aylıklı iş sevmiyordum, yevmiye varsa gidiyordum; o da yetmiyordu. 67’de bir at arabası aldım; bir de at. Köylerde sebzecilik yapacaktım. İşim rast gitti, başka bir köye taşındık ve At arabasıyla sebze-meyve satmaya başladım. Güzel kârı vardı. Arabamda çürük, kokmuş, ezik mal tutmazdım. İyi mal biraz pahalı olur, fakat çürük olmaz. Her gittiğim köyde müşterilerim bilirdi hangi gün hangi saatte geleceğimi. Ağaların hanımları seslenirlerdi: “Oğlum bize iki kilo şeftali, dört kilo elma” neyse, fazlasıyla tartar verirdim. Alan bilirdi ki bende malın hepsi birdi. Çürüğü alta, sağlamı üste koymazdım; meyvenin, sebzenin yarısı çöpe gitmezdi.

Esnaflık dürüstlük ister, temizlik ister. Köy yeridir, evde karı-kız kısmı bulunur, kimsenin evinin içine gözün kaymayacak; namuslu adam olmak ister. Kadın mutfağa bırakıver der, gider. İtimat etmiştir sana evin erkeği… Sana Ahmet Efendi, Mehmet Efendi, demiştir; güvenmiştir. Bu güveni yıkmayacaksın ki ekmeğini helaliyle kazanasın. Gözün aç olmayacak. Kefenin kilo kısmı aşağıda olmayacak ya tam tartacaksın, terazinin horozları birbirine denk gelecek ya da malı ağır vereceksin biraz. Daraya dikkat edeceksin.

At arabasını caminin önüne bırakır, namazı kılar gelirdim. Kimse bir tek elma almazdı, el hakkı göz hakkı diye.  Her köyün yaşlısı, sahipsizi vardı, bilirdim. Onlara da uğrar birkaç öteberi bırakır geçerdim. İnsanın içi rahatlamaz mı? Güzeldi Allah’a şükür o günler. Gençlik vardı, keder azdı. Yol yoktu, yazın toz, kışın çamur; geçer giderdik yolları. Şimdi her yer asfalt; fakat lezzet yok. Yok, eski adamlar gibi, geçmişi ak-pak saymıyorum. Geçmişin de iyisi kötüsü vardı; şimdinin de. Yalnız lezzet başka bir şey.

O aralar köy yerlerinde radyo var. Küçük bir radyom vardı. Havadisleri ondan dinlerdim; şarkı türküyle aram yoktu. Fakat yanık türkülere biraz meylim vardı. Yetim büyümüştüm, yalnız büyümüştüm; öyle işte.

Radyo havadisleri verirken öğrenirdik siyaseti; kim ne yapmış ne olmuş? Demirel, diyordu havadislerde; İnönü diyordu. Menderes’i asmışlardı; ama davası sürüyordu. Demirel fırsatını buldukça, devraldığı mirastan bahsediyordu. Menderes’ten sonra darbeden yeteri kadar menfaat temin edemeyenler, başka darbeler peşinde koştular. Millet Demirel’in laflarına kanıyordu; nasıl kanmasın ki, millet ne isterse onu söylüyordu. 50 sene boyunca da hep söyle yaptı; fakat hep boş konuştu. Bu memlekete faydası olmadı Demirel’in. Fakat sıkışmış millet ne yapsın; bir yanda ‘Allah’ demeyen İsmet vardı; bir yanda dinden imandan bahseden Demirel. Demirel 50 sene boş vaatleriyle bu milleti kandırdı. Albay Türkeş’in de tırnakları söküldü, Hindistan’a sürüldü,  diye duyduk.

Amerikan Filosu gelmişti İstanbul’a 67-68’de. Radyo da terörist laflarını duymaya başladık. Yeni bir laftı bu. Komünist, terörist hep o zamanlarda kulaklarımıza girdi. Radyo iyi bir şeydi; memleketten dünyadan haberdar oluyorduk. Geçip gidiyordu günler.

Üç kızımız oldu Allah’ın hikmetiyle. Öfkem vardı hâlâ köye. Demek Allah öfkem yatışana kadar oğlan vermeyecekti. Ne zaman ki;  üç kız, anam, hanım, beş eksik etek tek başına ne yapacak derdi düştü içime, o zaman duruldum. Ondan sonra Allah bir oğul verdi. Sene 70. Rahmetlik anam o kadar dert etmiş demek içine, hanım oğlana hamile iken geldi.” Bu da oğlan olmazsa git evlen, bana sen oğlan doğuramazsın diyorlar”, dedi. “Evladı veren Allah’tır bu senin elinde değil ki, hanım” dedim. Oturdu ağladı. Ne zordur bu töre, ne zordur bu yalnızlık.

70’te oğlan doğduğunda baktım oturduğumuz köyde de bize hayat yok. Hanımın akrabaları kavga etmiş köyden ayrılmışlar, Adana’ya bizim köye gelmişler. Bana bize burada ev bul dediler. Köy, Yörük göçmen köyü. Kürtlere, Zazalara kiralık da olsa ev vermiyorlar. Kendimden biliyordum, toprak bir evi kirayla zor tutmuştuk. Dürüstlüğümüz, doğruluğumuzla köyde kalmıştık. 


Yersiz yurtsuz kalmasınlar diye, aracı oldum; bana itimat ederek onlara ev verdi köylü. Gel zaman git zaman, bir ağadan tarlasının karpuzunu aldım, yola sergi açtım, döktüm karpuzu. Bizim hanımın akrabası Osman Dayı, geldi serginin başına, “Vay, “ dedi “ Biz varken sen sergi açıyorsun ha!”

Ne dersin? Köye sen yerleştirmişsin, hanımının amcası, kalabalıklar, ama gelmiş ekmeğine mani oluyor.  Nankörlük bir yana, üç kız, bir bebek oğlan var evde. Senin koca koca oğulların. Gözüm keser kesmesine de, evde çoluk çocuk ne yapacak.  Memlekette kendi akrabalarım, burada hanımın akrabaları rahat vermediler.

Hatta bir bahçeye talip olmuştum, satın alacaktım. Mandalina bahçesi, çok da güzeldi. Bekçilik de yapmıştım o bahçede… Pazarlığını da yapmıştım; ama bu mesele ortaya çıkınca vazgeçtim. Biriktirdiğim parayla Adana’da bir bakkal dükkanı açmaya karar verdim. At arabasıyla sebze satarken tanıdığım, başka bir köyden Kadir Ağa vardı. Üç katlı bir bina yaptırmıştı çarşıda, altında da dükkanlar vardı. Dükkanlardan birini istedim verdi. 
Dükkanı açtık 70’te. Her gün köye gidip gelemiyoruz; araba yok, eski magiruslar vardı. Ancak haftada bir köye gidebiliyordum; dükkanda yatıp kalkıyordum. Senesi dolmadan bir arsa aldım şehirde. Bir oda bir mutfak yaptırdım ve o köyden de elimi ayağımı çektim.

Şehir hayatı başkaydı. Derken 71’de 12 Mart muhtırası oldu. Demirel istifa etti… Ortalık karışmaya işte o zaman başladı. Asker ne zaman elini siyasete atsa memleket elli sene belini doğrultamıyordu. Memleketin sahibi milleti, ama millet yetimdi; öksüzdü. Yazık; ama ne yapalım. Kimse unutmasın bu memleket buralara kolay gelmedi, Allah’ın izniyle bir daha da sahipsiz kalmayacak.

Eski zaman… İçim kabardı yine.  Allah hepimize selamet versin.



Piro Zaza, Sonsuz Ark, 29.11.2012





Seçkin Deniz Twitter Akışı