6 Ocak 2017 Cuma

SA3837/KY1-CÇ357: Hangisi Sen?/ Roman-Bölüm I-3

 "Bir kere olsun yapamadım ya!"


Bölüm Bir
-3-

Filvaki insan genelde elinde olmayan nedenlerden dolayı sızlanır. Sızlanması acaba rû be rû olan halden mi, aşina olunmayan nedenlerden mi kaynaklanır bilemiyorum. Bu soruya doğru dürüst, daha doğrusu insanın içine sinecek türden bir yanıtım yok. Birtakım uyduruk gerekçeler sunabilirim, öyle olduğuna yahut öyle olmadığına ilişkin. İnsanın neden dolayı sızlandığı aslında pek çetin bir muammadır. Hiç de benim sandığım gibi çetin bir muamma olmadığını söylemek için gereken koşulların yeterli miktarda elde olduğunu varsaysak da durumun niteliği değişecek değil. ben sızlanmaların her birinin çetin bir muamma olduğuna inanmaktayım. 

Ve fakat bunu şimdi burada, o anda, asansörün önünde derinlemesine analize kalkışmayacağım. Çetin bir muamma olduğunu söyleyerek geçeceğim. Belki ilerde detaylı bir çözümleme yapabiliriz. Kuşkusuz bir gerekçe bulursam. Ki şimdilik çevrende –yani ufukta- öyle bir şey görünmüyor.

Görünmezliğin gözlerden kaynaklanan bir şey olmadığını söylemem gerekiyor burada. Belki bana öyle geliyordur. Belki bana öyle gelmesi kolayıma geliyordur. Belki kolay olanın cazibesine kapılmışımdır. Belki Füsun’un böylesini sevdiği zehabına kapılmışımdır. Belki Füsun’un böylesini sevdiği bir önsezidir ya da. Ya da belki bunların hiç biri değildir de tam tersidir. Tam tersinin neliğine ilişkin uslamlama yürüteceklerin dikkatlerini zıt sözcükler üzerine çevirmelerini belirtirsek işlerini kolaylaştırmış oluruz gibi. Bu gibiler de can sıkıcı. En azından benim canımı sıkar bu gibiler. 

Gibilerin belkilikler üzerindeki katı baskısının da ayrımında olduğunu söylemeliyim. Somut göstergelerini şimdi burada, bu anda gösteremiyor olsam da böyle. Belki an olur, konu oraya gelir biz de tüm somut göstergeleri birer birer sıralarız. Hem hiç üşenmeden yaparım bunu. Çoğu insan anlamsız bir üşengeçliğin koynuna atarken kendini ben kendimi bundan sakınırım. Sakınırım çünkü Füsun’un beklentisi bu yöndedir. Füsun’un beklentisinin bu yönde olduğunu biliyorum. 

Bilgiçlik taslamak için böyle söylüyor değilim. Bir tür içe doğuş diyebilirsiniz. Ki ben içe doğuşlarıma her zaman güvenmişimdir. Hem daha göbeğini kesmeden hem de. Sımsıkı sarıldığım zamanlar beni yanıltmamıştır her hangi bir konuda her hangi bir içe doğuş. Yanıltmayacaktır. Bunu adım gibi biliyorum. Adımın bilgisinin kesinliği olsun sizi tatmin etmeli değil mi? hep de kuşkucu olunacak değiliz. Hep de belkilere yelken açacak değiliz. Bu durumun ne felaket bir muammayı, ya da ne derin bir muammayı içerdiğini görmemek için kör olmak gerek. Peki ya muammalar karşısında takınılan tavırlar. Bak bu konuda bir takım yargılarda bulunabilirim. Hem can sıkıcı yargılar olmadığı konusunda da sizi temin ederim.

İnsan çetin muammalar karşısında ister istemez, yani istemsiz bir takım düşünümler ileri sürmeyi itiyat edinmiştir ve bundan hiç mi hiç acı duymaz. Bir sıkıntı çekmez. Ve fakat yine de kendisine bir sorun olarak alır muammaları. Muhayyel varlıkların doğurduğu muammaları bile kendine problem alır ve fakat yeterli özeni göstermez. Sızlanır durur. Ve fakat kaçınmaz. Hem niye kaçınsın ki? Kaçınmasını gerektiren ne gibi koşullar karşısına çıkar ki? Hem hangi koşul eşkıyalığa heveslenebilir ki? Hangi koşul eşkıyalığa heveslenip bu yönde devinir ki? Böyle bir ihtimalle ilgili her hangi bir şey duymuş olan var mı? 

Hayır, yani saklamaya gerek yok eğer duyan varsa hemen, vakit kaybetmeden bildirsin. Bildirsin ki biz de yanlış yargılar deryasına yelken açmayalım. Bak! Bak şu tümcenin güzelliğine eğer aklımdan çıkmazsa, eğer aklımda tutarsam, eğer unutmazsam, eğer sımsıkı sarılırsam, eğer durup durup yinelersem kuşkusuz hafızama kazınacaktır. Büyük bir balık gibime geliyor. Balık burada lafın gelişi, yani balığı hiç mi hiç sevmem. Hatta tiksinirim desem.. Aslında tiksinirdim, demeliyim. Çünkü Serpil’e balığı söylediğini söylerken duymuştum. Çok önceleri duymuştum. Henüz Füsun’u fark etmediğim zamanlarda duymuştum sanırım. Acaba o sayılmaz mı? 

Fesatlığın gereği yok, burada balığı sevmeyişi sürdürmek için bir gayret sarf ediliyor değil. Hani O’nu O olarak görmeden önce O’nun söylediğinin O olarak söylenmemiştir, türünden bir karşı çıkış olursa nasıl bir yanıt vermeliyim, türünden bir uslamlama bu. Böyle bir uslamlamanın yapılmayacağına ilişkin elimde herhangi bir kanıt olmadığı gibi, başkasının elinde de olmadığına ilişkin ya da olduğuna ilişkin bir kanıt yoktur. 

Tamam, diyelim ki gelişigüzel bir uslamlama ve Füsun fark edilmeden önce söylenmiş sözlere ait kuşkuların yersizliği kendinden açık olsun.. bu sonucu değiştirmez mi? doğrusu ne söyleyeceğime ilişkin bir bilgim yok. Bütün bu olan bitenlerin gelişi güzel bir uslamlamayla rahatlamaya çalışmanın bir sonucu olarak görünüyor. Bu da rahatsız edici gibi geliyor. Yine gibi. Desem ki insanlık ne çektiyse bu gibiden çekti, katılacak yığınla insan olacağına bahse tutuşurum. Hem yüklü bir bahse tutuşurdum.

Gelişi güzel bir takım uslamlamaların yolunu açarak ferahlamayı seçse de yığınlar Allah için biz ne Füsun’da ne bende, ne çevremizde böylesi bir durum yaşayan birilerini bilmiyoruz. Bütün bunların suçlusu hiç kuşkusuz asansör karşısındaki durumumuzdur. Asansör karşısındaki durumum beni galeyana getireceğine gaflete sürüklüyor gibi gelebilir birilerine. Bu ‘gibi’leri, -‘gibi’ sözcüğünü- yani sevmediğimi söylemiş miydim? Söylemediysem de şimdi söyledim. Bu açıklamanın gereksiz bir açıklama olduğuna ilişkin çıkarımların önünü kesmek için yaptığım anlaşılıyordur. Anlaşılmalıdır da. Hani bu ‘gibi’ler, deyince akla kesin olmayan bildirim değil de, kendisine öyle gelenlerin kast edildiği anlaşılabilir. Kabul bu bir detay. Tıpkı İstanbul Kapıyı sorana anlatılan, tarif edilen güzergâhın en ince detayları gibi. Fakat ne gam! Ben üşenmem. 

Üşenilecek ne var? Başkasının üşenmesi doğal olabileceği gibi benim üşengeçlikten kaçınmam, üşengeçlikten yüksünmem niye tuhafına gider ki birilerinin? Öteki öyle der, ne canı tezsin, az ağırdan alsan ya! Bunun meali azıcık tembellik et, azıcık yapmaktan kaçın. Yapamam! Doğama tersi. Kimseye bir garezim olduğu için, çoğunluk arasında sivrilmek için yaptığım savı da koskoca bir yalan! Ben tek başıma da böyleyim. Kendim kendime ‘git kırk pınardan –gerçi onun özel deyişi vardır, kırk pungar, neyse biz resmi deyişinde kararlı olalım- su getir!’ Hiç yüksünmem. Eğer içimden geçirmişsem, hani koca bir testi su istenmemiş olsun, canım çekse gider kırk pınardan bir iki avuç su içerim. Onca yolu yürürüm. Belki on beş yirmi kilometre vardır. Giderim. Üşenmem. 

Şimdi böyle bir durumda ben kendimde kendimi sivriltmek için mi böyle davranmış oluyorum? İnsaf! Nasıl yani hiç üşenmedin mi? Bu şaşkınlık sorusunu kaç kez işitmişimdir. Hem de kaç kez. Yo, çetelesini tutmuş değilim. Hem çetelesini tutacak da değilim. Bu konuda –üşengeçlik- veya başka konularda gammazcı değilim ki arabulucu arayayım. Hala asansöre gidemediğimin farkındayım. Tabansız olduğumu söylemiş miydim? Söylemediysem de şimdi söylemiş oldum. Her şeyde değil ama. Gerçekten! Filvaki Füsun dışında hiç de tabansız değilim. Yok öyle vatan kurtaran aslanlar gibi de cesur sayılmam. Korkularım, çekingenliklerim bir sürüdür, biliyorum. İnkâr edecek değilim. Yine de Füsun’un karşısında, Füsun’la ilgili konularda hiç olmadığım kadar tabansızım. Biraz direnebilsem çoktan varmıştım asansöre. Olmuyor.

Elimde değil. Elimde olmayanın ne olduğuna ilişkin derinlikli bir bilgi olmadığını da açık yüreklilikle söyleyeyim. Her şey asansör karşısındaki durumla başlıyor. En nihayetinde asansörün muhayyel bir takım muammalara yol açacağını ve bizim de bundan sızlanacağımızı hatta sızlandığımızı söyleyenler çıkacaktır. Bütün bu anlatılanlardan sonra bulacağı, varacağı çıkarım bu olacaktır. Elinden geldiğince, gücü yettiğince, bilebildiğince, yeteneğince, anlağı el verdiğince, kendince kurduğu ölçü ve ölçütlerde bu konuda bir takım aksiyomlar bile oluşturduğunu sanacaktır. 

Oysa aksiyom sandıkları bir hevesin dışavurumu bile değildir. Enfes bir benzeti. Hadi hadi inkâra yeltenmeyin. Kıskançlık da bir yere kadar. İnanın itiraf, hakkını vermek insana hiç ummadığı ufuklar açar. Nice elemlerden insanı kurtarır. Nice sıkıntılardan azat eder. Bu bir tür edeptir. Gerçekten öyledir. İnsanı edilgen değil etken kılar. Kıskançlık elimizi ayağımız keser. Hiçbir eylemi hakkıyla yerine getiremeyiz. Gözümüzü köreltir. Elim duygulara gark eder. Ne yediğinin ne def-i hacet ettiğinin ayrımına varır insan. Bu açıktır. Bunun kapalı bir yanı yok. Kıskançlık insanı soldurur. İnsanı kudurtur. Serpil’den biliyorum bunu. 

Serpil’in Füsun’a bakışlarını yakaladığım günden beri bu böyle. Ama Füsun’unda bu arkadaşlıkta kabahati var. O’nun –Serpil’in- arkadaşlığının ne denli eğreti olduğunu anlayamıyor. Belki anlamak istemiyordur. Öyledir, bazen siz seversiniz de sevdiğiniz sizin sevginize layık değildir ama yine de seversiniz. Sizi kıskandığını, sizi çekemediğini bilirsiniz. Ve fakat farkında değilmiş gibi yaparsınız. Belki Füsun’da öyle yapıyordur yani her şeyin farkındadır da farkında değilmiş gibi yapıyordur. Serpil neredeyse kıskançlıktan çatlayacak. Kıskançlık Fiziksel özelliklere yönelik değil. Yani şimdilik anladığım o. Asansör diyorduk, muamma diyorduk. Geldiğimiz yere bak! “Oysa aksiyom sandıkları bir hevesin dışavurumu bile değildir” dedik ve aradan kaçtık. Her neyse! Bize ne kim nasıl ne düşünür ne yapar!

Ne diye biz bunlarla vakit kaybediyoruz? Lafın gelişi biz diyorum. Bu hususta yalnız başımayım. Tek başımayım. Nihayetinde asansörün karşısında duran, duracak olan durmuş olan benim. Hayır, elbette başkaları da durmuştur, duracaktır, duruyordur ve fakat onlar basit bir biçimde alışıldık bir tavır içindedirler. En azından asansöre binmek için değil de benim gibi asansörden inecek birini –ve hem de asansörden inecek kişinin kendisinin beklenildiğini de bilmeyecek- bekledikleri söylenecek değil herhalde. Böyle desem, Musa, niçin? Der. Öteki, amma uçmuşsun! Türü bir şeyler geveler ağzında. Destek çıkmazlar. Evet, kesinlikle destek çıkmazlar. Biliyorum. Benimle uğraşmaktan, benim söylediğim şeylerin tersini dile getirmekten pek tuhaf bir haz alırlar. Ve bunu gizlemeye de kalkışmazlar. 

Öteki üç kişinin umursamayacağı, hani hamama gitmiştik ve kovulmuştuk, işte o üç kişi, kesinlikle umursamayacaktır. Belki aralarında –bana sezdirmeden- ‘artistlik yapıyor züppe!’ türü bir şeyler konuşacaklardır. Yani onlar da bana destek olacak değil. Yalnızım. Korkularımla baş başayım ve güç alabileceğim kimsem yok! Hayır, Öteki’nin varlığı bile yeter. Evet, benimle eğlenmekten, benimle şakalaşmaktan, beni kızdırmaktan inanılmaz ölçüde haz alır ama bilirim ki başım dara düşse ailemden önce yanımda olacak olan O’dur. Bunu biliyorum. O da benim öyle olduğumu bilir. Dilazarlığımızı kedi-köpek kavgasına benzetenler pek de haksız sayılmaz. Hangimize kedi hangimize köpek derler bak bunu da bilmiyorum. Ve inanın şu ana kadar bunu hiç merak etmemiştim. 

Sahi acaba hangimize diyorlar? Hangimizi kedi hangimizi köpek görüyorlar? Nahoş bir durum! Tam bir nezaketsizlik örneği. Hayır yani eğer Musa’nın uydurması değilse –Öteki ile benim tartışmalarımızı, takışmalarımızı kedi-köpek kavgasına benzetildiğini Musa’dan duyduk- çok ayıp ediyorlar. İnsan insanın yüzüne güler sonra da hiç yakışık almayan, nahoş benzetilerde bulunur mu? Bu apaçık bir ikiyüzlülük değil mi? korkularım terletiyor beni. Asansör!

Bu asansör olayını tüm detaylarıyla, en ince ayrıntılarına kadar anlatmalıyım. Dershanenin bulunduğu en son kata kadar çıkan asansörün –ki sözü edilen asansörün salt son kata, yani dershanenin bulunduğu kattan başka kata çıkmadığı, başka kata uğramadan doğrudan doğruya dershanenin bulunduğu kata çıktığı anlamına gelmiyor. Birinci kattan itibaren asansör onuncu kata kadar hizmet veriyor, asansör tıpkı sıradan, olağan tüm asansörler gibi her bir katta eğer yolcusu varsa ve o yolcu asansörü çağırmışsa durur yolcusunu alır ve yoluna devam eder ya aşağı ya yukarı gider. Ve ara katta bekleyenler asansörün gidiş yönüne göre hareket eder eğer kendileri aşağı inecekse kuşkusuz yukarı çıkan asansöre niye binsinler, asansör gelip durdu belki kendisi çağırmıştı belki asansörde bir veya birkaç kişi bulunduğu katta inecekti bu durumda kendisinin gitmediği yöne giden asansöre niye binsin? 

Ki zaten kimse böyle bir şey yapmaz, asansöre bineceklerin durumu böyledir de ineceklerin durumu farklı mıdır? Değil elbet, onlar da inmeyi tasarladıkları kattan başkasının düğmesine dokunmayacaktır, kuşkusuz yanlışlıkla basmamışlar ise.- ruhumda, zihnimde, imgelemimde ne denli ve ne derin izler bıraktığını anlatmak istememde, anlatmak için yola çıkmamda kimse bir tuhaflık – en azından herhangi bir aşırılık, bir pervasızlık bir vurdumduymazlık, bir basiretsizlik, bir kayıtsızlık, bir sallapatilik, bir görgüsüzlük- görmeyecektir. 

Bana öyle geliyor ki bunu anlatmasam buraya kadar anlatılanlar, söylenenler, yazılanlar ve daha sonra anlatılacaklar, söylenecekler ve yazılacaklar hiç istenmediği halde havada kalacaktır. Tabi kuşkusuz asansöre varmadan – asansörün anlatımına başlamadan- önce buraya kadar anlatılanların anlaşılmasında etken olacak bir dipnot olarak Gülcan, Müge, Meltem, Türkan, Feride ve Aynur’un –ki bunların arasında şimdi, şuan adı geçenler olduğunu itiraf edelim, mesela Aynur’u, mesela Türkân’ı ve şuan bile daha nicelerini anmayışımız daha önce anmayışımız bir gereksizlik sonucu değildi ve belki o anda örneğin Gülcan’ın anıldığı anda anılmaları yersiz kaçardı, bunu sezmiştik ve Allaha şükür her türlü yersizlikten kaçınmayı şiar edinen ve yeri geldiğinde hemen yapmaya koyulan bir kişiliğimiz vardır- nasıl oluyor da Füsun’a evrildiği ve Füsun anılırken onlar nasıl oluyor da ortaya çıkıyor? Sorusunun yanıtı verilmeli, kısaca bu sorun aydınlatılmalıdır. Ki her şey hakkıyla anlaşılabilsin. 

Basit bir şıpsevdi ırasına sahip olduğumuz –bu ıra sözcüğünün burada doğru kullanılıp kullanılmadığı konusunda çekimserim, yanlış da olsa kullanmam gerekirdi gibi bir önsezi var ve ben önsezilerime oldum olası güvenirim. Kişi önsezilerine güvenmiyorsa, güvenemiyorsa sokağa çıkmasın, bir adım atmasın, derim.- anlamına gelmemeli. Dikkatli bir okuyucu yahut ferasetli bir okuyucu burada şıpsevdilikten ziyade köklü bir arayışın ayak seslerini çoktan duymuştur, duyuyordur. Nadanlığın gereği yok sanırım.  Öyle sanıyoruz ki adı anılanların -Gülcan, Müge, Meltem, Türkan, Feride, Nurbanı, Jale, Asude ve Aynur’un- bir potada eriyip Füsun’a dönüştüğü açıktı. Onlar da artık Füsun’du ve Füsun’dan birer parçaydı. Bu Füsunla –imgelemimde, bir potada eriyip imgelemimde varlık bulan muhayyel Füsun- gerçek Füsun’un –şuan, salt görmek için dershaneden çıkmasını beklediğim gerçek Füsun- niteliklerini karıştırıyordum. 

Bunu, yani karıştırmayı yeni ayrımsamış değilim. Bu karıştırma işlemi bazen –özellikle de gece uyumaya çalışırken- derin sıkıntılara, buruntulara, buhranlara sürüklüyordu. Bu durumun niçin belirtilmesi, şuana kadar anlatılanlar için niçin dipnot olduğu sanırım az biraz da olsa –ferasetli okuyucular yahut dikkatli okuyucular açısından- anlaşılıyordur. Eğer bu durum anlatılmamış, bu dipnot düşülmemiş olmasaydı ne burada, ne şuanda olan bekleyişin ne asansör karşısında durulup tasavvur edilenin anlaşılması olası olurdu. Sanırım bu durumu görmezden gelmeye kimsenin hakkı yoktur. En başta benim böyle bir hakkım yoktur. Bu dip not düşülmeliydi ve düşüldü de.

Gülcan, Müge, Meltem, Türkan, Feride, Nurbanı, Jale, Asude ve Aynur’un ve şuan ismini anımsayamadığım ve fakat aynı potada eriyip imgelemimde varlık bulan muhayyel Füsun ile gerçek Füsun arasındaki niteliklerin farklılığı salt kişilikten ibaret olduğu da sanılmasın. Nicelik boyutta da nitelik farklılığı aşikârdır. Aman neyse.. şimdi durup gerçek Füsunla öteki Füsun arasında bir karşılaştırma yapacak değilim. Yalnız görünen ve duyumsanan farklı niteliklerin olduğu bilgisinin uykularımı kaçırdığının bilinmesi yeterlidir. 

Nitel farklılıkların buna neden olduğunu yeniden yineleyelim. Olur ki bir nadan bu uyku kaçırılma işini başka yönlere taşır. Bu da bir vebaldir. Allah korusun kimsenin vebale sürüklenmesine razı olmayız. Hiç kuşkusuz haklı çıkışın haksız gerekçesi olamaz. Bak bu ne mühim bir söz. Ne diye çıkarıp atarsın defterini kalemini birader? Gören de sanır ki tonlarca yük. Ya, bu ve bundan önceki tümceler hafızandan uçup giderse. Sahi şimdi nereden ve nasıl ortaya çıktı bu “haklı çıkışın haksız gerekçesi olamaz!” yargısı? Bu yargının ortaya çıkış nedenini sorgulamadığımız –bunu aklımın ucundan bile geçirmedim- ortadadır. Aslında asansörden niçin kaçtığımı araştırıyorum. Yani asansör önünde sonuna kadar niçin bekleyemediğimi öğrenme ortaya çıkarma işleminden niçin kaçındığımı, niçin başka türlü yargıların tümcelerin peşinden koştuğumu anlamaya çalışıyorum. Bir şeyler var! 

Evet, kaçındığım bir şeyler var ve ben bunu kendime dahi itiraf edemiyorum. Bu gün gibi ortada. Hayır, bunun bekleyişimin başından beri yakama yapışan, bir başka dendikte pervasızca başıma musallat olan ihtiyarın varlığıyla ilgisi yok. Yani ben asansörün önünde niçin onu – Füsun’u- asansörden çıkışına kadar bekleyemediğimi bulursam densiz ihtiyar bunu mu fark edecek? Böyle bir şey kuşkusuz olanaksız. 

Kendimden gizlediğim bir nedeni var asansör önünde kurulan kurmacadan kaçışımın ve ben bundan çıkamıyorum. Bu bir kısır döngü, eskilerin deyimiyle bir fasit daire değil mi? Sahi dairenin kendisi fasit bir yol olduğuna göre niçin bir de ayrıca fasit daire diye belirtmek zorunluluğu duymuşlar ki? Bu soruyu ihtiyara sorsam tuhaf tuhaf yüzüme bakıp kaçmaz mı? Kaçar mı acaba? Denesem mi? 

Daire ister istemez fasit bir yoldur. Bu yargıya dudak bükenler çıkacaktır. Oysa ne kolaydır bunun öyle olup olmadığını test etmek. Üşenmeyin. kalkın bir daire çizin oldukça büyük bir daire olsun.. sonra bir başlangıç noktası belirleyin.. yürüyün.. daireden taşmadan, çizgiden uzaklaşmadan yürüyün.. başladığınız yere döneceksiniz.. ama paralel iki doğru çizseniz -kendinizin sığacağı bir genişlikte olsun bu çizgiler- ve içine girip yürümeye başlasanız.. hayır! nasılsa dünya elips aynı yere geri döneriz demeyin.. yok öyle bir şey.. o iki çizgi uzayda varlığını devam ettiriyor.. başlangıç noktanıza dönemezsiniz.. hem zaten dönmemelisiniz.. Yürüdüğünüz sanısından kurtulmak -dolap beygiri olmak istemediğinizi varsayarak diyoruz bunu- için de daireden çıkmalısınız. Umarım bu öneriyi sizden çok kendime yaptığım anlaşılıyordur. Buzdan Göğüsler filminde asansör sahnesinde geçen olayın kaçışımda etkisi olduğunu söyleyen çıkarsa – böyle bir şeyi söyleyecek yahut ima edecek yeryüzünde bir tek kişi var ve kim olduğu da açık ve fakat Öteki hem geveze değildir hem dedikoduyu sevmez- apaçık bir bühtanda bulunmuş olur. 

Muhayyilemde muhayyel asansör ve muhayyel Füsun ile tahayyül edilenlerin –imgelem, imge sözcükleri yerine bizden önceki kuşağın kullandığı sözcükleri kullanmamı yadırgayanlar çıkacaktır ama yadırgamamalarını istirham ederim, zira bir önceki kuşağın kullandığı sözcükler meramımı anlatmada daha bir yetkin gibime geliyor, hani bu yüzden zaman zaman bir önceki kuşağın kullandığı sözcükleri ya ayrı ya birlikte kullanmaktan çekinmeyeceğim sizler de bu durumu hoş görmelisiniz ve hatta biliyorum ki hoş göreceksiniz- o filmdeki sahne ile değil ki en küçük benzerliği olsun benzerliğin izi bile yoktur. Allah sizi inandırsın bir üşüme, bir üşüme geldi ki üstüme anlatamam. Belki apansız çıkan rüzgârın azizliğine uğradım, uğruyorum ve fakat ihtiyar tınmıyor bile. Hani ihtiyar olmasa hem azıcık ısınmak hem de kurulacak tahayyülün hazzını yaşamak için şimdi asansör önündeydim.

- Daldın, dedi ihtiyar

Daldın sözcüğüyle kendime gelsem de ihtiyar aklı başında, geçerliliğine ilişkin her hangi bir kuşkuya yol açmayacak bir yanıtım yoktu bu anda. Gafil avlandığım ortadaydı. Yine de göz açıp kapayıncaya kadar bir yanıt vermeliydim. Yoksa ihtiyar kuşkulanabilir ve kendinde nereden bulduğu meçhul sorgulama hakkını kullanmaya kalkardı.

- Yo.. dalmadım.. rüzgârdan, dedim.

- Haklısın, dedi ihtiyar, rüzgâr insanı bir yaprak gibi oradan oraya savurur.

- Evet, dedim, ihtiyarın gözlerinin içine bakarak. Olur a! Belki sesimden, belki sarf edilen sözcüklerden belki kurulan tümcelerden –insan bir tümcede hangi sözcüğün nerede olacağını tasarlayarak söylemez, eğer tasarlanarak söylenmeye kalkışılırsa muhakkak yalan söylüyordur yahut yalan söylemeye kalkışmış yahut kalkışmak üzeredir, şükür ki ben öyle uzun tümceler kurmuyordum ve kurmaya da hevesli değildim- bir şeyler sezer ve pervasızca hiç de nazik olmayan bir biçimde:

- Yalan söylüyorsun! derdi. Neyse ki inanmıştı sözlerime. Ve sorgulamaya yahut üstelemeye kalkışmadı. Öteki olsa bu halde bırakmazdı. Onun bu huyunu sevmezdim. Ne tuhaf muhayyel Füsun böyle değilken gerçek Füsun sanki böyleydi. Yani üstelemeyi seven bir yapısı vardı. 

Yine de itiraf edeyim ki başkasında –öncelikle kendimde, sonra Öteki’nde sonra diğerlerinde- sevmediğim bu üsteleme tavrı Füsun’a olmadık bir biçimde yakışıyordu. Mini minnacık bile olsa sırıtmıyordu. O tavır –yani üsteleme tavrı- muhayyel Füsun’da olsa çekilmezdi. Bu da apaçıktı hem de her hangi bir postulat kadar açıktı, hatta her hangi bir postulattan daha açıktı. Mini minnacık bir kuşkuya yer bırakmayacak kadar açıktı yani.

- Sen de rüzgârdan çok çektin herhalde Dede, dedim ihtiyara.

- Çekmeyen var mıdır ki?, dedi ihtiyar

- Gerçekten yok mudur?, dedim.

- Ben bu yaşıma kadar çekmeyen duymadım. Elbet kendi çevremdekiler, dedi ihtiyar.

Tam “Asansör” diyecektim. Kendimi tuttum. Hayır, asansörde sizin aklınıza gelen şey olmadı. Böyle diyorsam “içinin kötülüğü” gibi bir yargı dolaşmasın zihninizde. Peggy ile Fransuva asansöre bindiklerinde ve asansör stop ettiğinde Öteki eğilip sağ kulağıma- Öteki sağımdaki koltukta oturuyordu çünkü- eğilip gülerek,

- Şimdi bunlar soyunur! dedi.

- Füsun asla soyunmaz! dedim yüksek sesle.

Salonda sesler, mırıltılar yükseldi. Biz susmuştuk. Susmuştuk ama Öteki’nin bu konuşmayı orada bırakmayacağını biliyordum. Hem adım gibi biliyordum. Bırakmazdı. Bırakmadı da.

- Füsun kim? dedi muzipçe gülerek, Film Fransız filmi değil mi? 

Sinemadan çıkmış eve doğru Aliravi caddesine doğru ağır adımlarla yürürken. Öteki’ni o güzergâha sürüklerken biraz şaşırmıştı. Yolu uzatıyorduk. Hem ne uzatmak! Aliravi artı ise bizim muhit –Alipaşa- eksiydi. İster istemez şaşırmıştı ve fakat bir şey demesine fırsat bulamamıştı, bunu hem kendisinin tartışma hevesi hem benim tartışmayı alevlendirme amacım sağlamıştı.

- İsimleri karıştırdım, dedim utanarak.

- Hadi canım sende, hangi filmin kahramanına Füsun dedirttirir her hangi bir yönetmen.

- İyi ama dediğim çıkmadı mı? dedim. Oldukça usta bir manevraydı yaptığım. 

Öteki yarışa, “ben demedim mi, ben demiştim” türü söylemlere dayanamaz her şeyi unutur, elindekini savurur o sözü söyleyenin peşine düşerdi öyle de oldu.

- Sen neyi demiştin? dedi öfkeyle.

- Soyunmaz, demiştim, dedim.

- Daha önce izlemişsindir, dedi canı yanmış bir kedinin çıkarabileceği bir sesle.

- İzlemediğimi biliyorsun, dedim.

- O zaman gelecek hafta gösterilecek filmin fragmanı –fragman sözcüğünü kullanmadı aslında, parça sözcüğünü kullanırdık Öteki de parça sözcüğünü kullandı, nereden aklıma estiyse bu fragman sözcüğü? Bazen böyle oluyor, birden bir yerlerden bir sözcük çıkıp geliyor ve kendisine kurduğum bir tümcede ilgili olsun olmasın yer buluyordu ve sanırım benden başka kimse de yersiz olduğunu ayrımsamıyordu yahut bana öyle geliyordu, gerçi bana öyle gelmesinin nedeni her hangi bir uyarı almamış olmamdır, her hangi bir uyarı almış olsam niye o tavırda direteyim ki?- olarak o sahne gösterilmiştir sen de öyle görmüşsündür, dedi üsteleme nöbetine tutulduğunun bütün alametleriyle birlikte.

- Bu filmin parçasını izlemediğimi de biliyorsun, dedim.

- O zaman birinden duymuşsundur, dedi ağlamaklı.

- Bizden başka kimse izlemez, dedim gülerek.

- İşte şimdi şapa oturdun.. dedi sevinçle, adeta haykırarak, Salonda bir biz mi vardık? Bizim dışımızdakiler cansız birer kukla mıydı? –kukla sözcüğünü de kullanmamıştı- Öteki manken demişti ve cansız manken dememiş, konu mankeni mi? diye bir tümce kurmuştu.

- Bizim çevremizden, dedim, ne oldu senin keskin anlayışına.

- Ne olmuş benim keskin anlayışıma? dedi. Şimdi o manevra yapıyordu. Çıkmaz bir sokaktaydı ve ben üstelemedim. Üstelemedim çünkü “Füsun soyunmaz!” yargısını çoktan unutmuştu, o tümceyi anımsatacak her hangi bir sözcüğün gün yüzüne çıkmasına neden olmayacaktım. 

Asansör stop edince korkmuşlardı. Fransuva cebinden çakmağını çıkarıp – ki asansörün ışığı da gitmişti- ne olup bittiğini anlamaya çalıştı. Derken asansör yeniden hareket etti –elektrik kesintisi olduğuna dair ima vardı o sahnede- sevindiler ve fakat daha fazla ürkmeye başladılar. Çünkü onlar –Peggy ile Fransuva- asansörle yukarı çıkıyorlardı ve fakat yeniden çalışmaya başladığın asansörün yönü değişmiş aşağı iniyordu. İndi. Hem de bodrum kata. Bodrum kat karanlıktı. İkisi de korkmuştu. Ve Fransuva o sahnede görünmeyen bir tarafından öldürülmüştü. Şunu da itiraf edeyim ki Peggy’nin gerçek Füsunla uzaktan yakından ilgisi yoktu. 

Hayır, yani şunu demek istemiyorum Füsun olsaydı korkmazdı! Hayır, bunu demek istemiyorum belki korkardı hatta belki çığlık atardı, hatta belki bayılıp düşerdi, hatta belki evet belki hafızasını bile kaybederdi, kısa dönem bir hafıza kaybı bile yaşayabilirdi. 

Demem o ki gerçek Füsun ile Peggy’nin fiziksel bir benzerliği yoktu. Belki üçgenimsi bir yüzden hareketle bir benzerlik kurulsa da birinin saçları sarı –Peggy’nin- diğerinin ki –Füsun- siyahtı. Hem sonra Peggy’nin burnu küçüktü ve kalkık da değildi. Füsun’un burnu ise onun burnuna göre büyük –gerçi bu burun Füsun’un kendi yüzüne göre büyük değildi elbet- ve kalkıktı. Ki Füsun’un burnu Peggy’nin ki gibi küçük ve kalkık olmasaydı fiziksel insicamı bozulurdu. Bir de restoratif tedaviyi gerektiren dişleri yoktu Peggy’nin. Bütün bu benzersizliklere karşın muhayyel Füsun ile o kadar benzerdiler ki, insan şaşırıp kalıyordu. Bu benzerlik bana ve Öteki’ne olmadık bir iş yaptıracaktı. 

İtiraf edeyim ki o olmayacak işe en ufacık bir hazırlığım yoktu. Aslında o olmayacak işe beni sürükleyen benzerlik midir yoksa Öteki’nin muzipliği midir? Kesin bir şey söyleyemem. O olmayacak işi Dadaş sinemasında değil de dadaş sinemasından biraz ötede ve karşıda Yakutiye Medresesinin arkasındaki Doğu sinemasında gerçekleştirdik. Kalk gidelim yahut yer değiştirme, dediğimiz düpedüz hırsızlık olan bir şeydi bu. Kimi aktör ve aktrislerin –yabancı ağırlıklıydı bekleme salonunu kaplayan fotoğraflar, yerli olarak erkekler arasında bir Ayhan Işık’ın, bir Yılmaz Güney’in, bir Murat Soydan’ın, bir Kartal Tibet’in, bayanlar arasında da bir Nebahat Çehre’nin, bir Aliye Rona’nın, bir Belgin Doruk’un, bir Cahide Sonku’nun, bir Türkan Şoray’ın- çerçevelenmiş fotoğrafları vardı.

- Seninkine benzemiyor mu? demişti Öteki Mireille Darc’ı göstererek.

- Evet, demiştim, biraz sıkılarak. Onun –Füsun’un- böyle ulu orta teşhir edilmesi elbet can yakıcıydı.

- Kalk gidelim yapmalı? dedi Öteki, gayet ciddi bir tavırla.

- Olur! dedim, her hangi bir yorum yapmadan.

- Yalnız yanındakini de almalı? dedi Öteki.

- O nedenmiş, dedim şaşırarak. Kim Novak ne alaka? Frances Farmer olsa hadi neyse.

- Ben niye Rita Hayworth değil diyor muyum yahut Barbara Stanwyck yahut Hedi Lamarr yahut Ginger Rogers? Daha sayayım mı? demişti pek bir öfkeyle dökülmüştü ağzından bu sözler.

- Peki peki! demiş, başımı sallamakla yetinmiştim. Aslında peki yerine tamam sözcüğü daha uygun düşüyordu burada, ama nedense “peki” çıkmıştı ağzımdan, sanırım uzatmamak adına böyle yapmış değildim, önerisini onadığımı anlaması için “peki” sözcüğünü kullanmıştım. 

Bu bilişin gayri iradi olduğunu itiraftan çekinmeyeceğim. “Peki” sözcüğünde aşikâr bir onama vardır, “Tamam” da onama çok örtük gibime geliyor. Hatta onama örtük olarak bile “tamam” sözcüğünde yok diyebilirim. “Tamam” sözcüğü bana hep bir kaçışı çağrıştırıyor yahut olumsuz bir durumdan kurtulmak için yapılan hamle arasında denmesi gereken bir sözcük olarak geliyor. 

Burada “Peki-Tamam” sözcükleri üzerine yapılacak tartışmaların yahut yürütülecek uslamlamaların bize bir getirisi olmadığını belirtmeliyim. İnsan doğası gereği tartışmayı yahut uslamlamayı sever ve fakat bir getirisi olduğundan kuşkuluyum. Ha kimseyi de niye tartıştın niye uslamlama yaptın diyerek suçlayacak değilim. Belki de bir getirisi vardır ve fakat ben o getirilerle henüz karşılaşmamış olabilirim. Hani bu olasılık da yok değil. Bakın görüldüğü gibi hiçbir olasılığı yabana atmayan bir yapım hemen her yerde varlığını sezdiriyor.

- Kim Novak benim için, demişti Öteki biraz öfkeli biraz mahcup bir tavırla.

- Peki, tamam, anlaşılmıştır! dedim oldukça aceleci bir sesle.

Karar verilmişti. Olacaktı. Oldu da.

Yirmi dörde on altı santim siyah beyaz fotoğraflar. Keoma diye bir filme gitmiştik ötekiyle. Bir western –nam-ı diğer Kovboy- filmiydi. Hayır, yanlış anlaşılmasın o yer değiştirme işini o filmde yapmadık. O filmde duvardaki fotoğraflar üzerine konuşmuştuk. Öteki nedense Kim Novak’a takmıştı. Hoş Eda ile en ufacık benzerliği yoktu Kim Novak’ın. Buradan bile Öteki’nin ne denli tuhaf olduğu anlaşılıyordur. Gerçi günahını almayayım belki başka birine, yeni birine tutulmuştur da O’na benziyordur Kim Novak ve fakat öyle bir şey olsa benden niye saklasın ki? Hem çevremizde öyle sivri suratlı biri de yok. Belki de var ve benim dikkatimi çekmemiştir. Bilemiyorum. Dediğim gibi yine de günahını almayalım. 

Benim oyum nedense Eda tarafındaydı. Ben Mireille Darc’ı gözüme kestirmiştim doğal olarak. Nihayetinde muhayyel Füsun’un tıpkısıydı Darc. Hani tek yumurta ikizi olsa ancak bu kadar benzerlerdi. Ertesi hafta –Keoma filminden sonraki film, hangi film olduğunu anımsamıyorum, belki vatan kurtaran aslandı, belki kayalar kan ve kum idi, belki bozgun’du belki ölümsüz elmaslardı, belki topaz’dı belki hiç biri değil de akbabanın üç günü idi, çok da önemli değil o filmin adı Keoma’dan sonra gittiğimiz film olsun çok önemliyse- gittiğimizde filmin ortalarında Öteki ile birlikte tuvalete gidiyormuş gibi yaptık birimiz kapıyı gözetlerken –Öteki gözetleme işinde pek mahirdi- diğerimiz –ben- iki çerçeveli fotoğrafı kaptığım gibi tuvaletlerden içeri daldım. Birine girdim. Elimden geldiğince sessiz kalarak fotoğrafları çerçevelerinden çıkarıp her iki fotoğrafı kazağımın altına koyup tuvaletten çıktım. 

Hayır, çerçeveleri kırmadım. Neden öyle bir şey yapayım ki? Çöp kutularının yanına bıraktım. Böyle yaparak hem sinemacıların öfkesini azaltmayı düşünmüştüm hem de israfı sevmem ben. Hatta Öteki’ne boş çerçeveleri yerlerine asalım, diye teklifte bulunmuştum da kabul etmemişti. Filmin bitmesini beklemeden çıkıp gitmiştik. 

Epey bir zaman Türk Dili ve Edebiyatı kitabımın arasında durmuştu o resim. Sonra ne oldu bilmiyorum. Asansörle ilgili tahayyülden kaçınmamın nedeni sanırım Fransuva’nın acı sonuydu. Hoş kendimi o salakla özdeşleştirdiğim yoktu tersine ona düşman bile kesilmiştim. Film boyunca hangi erkeğe düşman kesilmemiştim ki? Bazen kendi kendime “Allah'tan sen Amerika’da değilsin.. Allah korusun Amerika’da olsan kesin seri katil olup çıkmıştın. Hem muhayyel Füsun’a benzer kadınları hem onun yanında bitiveren erkekleri benzersiz biçimlerde öldürürdün..” derim. Neyse verilmiş sadakam varmış ki Amerikalı olarak dünyaya gelmemişim. 

Ve iyi ki de Füsun’u betimlemekten uzak durmuşum. Duruyorum. Ne ilgisi var? Denilecek. Seri katillikle benim ne kadar ilgim varsa Füsun’un da o denli betimlemeyle ilgisi var. Ondan –Füsun’dan- arada sırada bölük pörçük bir şeyler anlatıyorsam, yani tam bir anlatmaktan kaçınıyorsam, bütün görkemiyle ortaya koymuyorsam bunun seri katil olmayışımla ilgisi var. Biliyorum bir bağıntı kurmanın olanaksızlığından mustarip olacaklar çıkacaktır. 

Bakın seri katillerin kendilerine özgü bir tarzları vardır, kurbanlarını olmadık biçimde sergileme fantezilerine sahiptirler. Kurbanlarını nesneleştirmek içindir bütün eylemleri. Hatta zaten kurbanlarını daha başından bir nesne olarak görürler. Betimleme de öyledir. Yârinin tebessümünü ırmak üzerinde bir yel diye tanımlayan aşık ile Füsun’un tebessümünü hiçbir yere yerleştiremeyen, hiçbir şeye benzetemeyen benim yerim herhangi bir sevda hekatında, herhangi bir aşk masalında, herhangi bir sevgi öyküsünde bir olabilir mi? 

Yârinin tebessümünü bir yele benzeten onu nesneleştirmiş, yaşayan bir şey olmaktan çıkarmış değil midir? Böyledir. 

Yârin gülümsemesini betimleyen ne denli görkemli betimlemiş olursa olsun, ne denli sıradan olan yahut olmayan nice insanı yaptığı betimlemeyle şaşırtıp alıklaştırırsa alıklaştırsın o tebessümün katili olmuştur. Dondurmuştur. Oysa O’nun tebessümü –Füsun’un- elimde, nereye koyacağımı ne yapacağımı bilmediğim o tebessüm bende yaşayandır. Soluk alandır. Diri olandır. O tebessüm varlığını hep sürdürecektir kımıltısız bir heykel gibi olmayacaktır. İşte belki bu yüzden betimlemeden uzak duruyorum. Füsun’u betimlemek için duyduğum şiddetli arzuya, neredeyse çıldıracak raddeye gelişe karşın bu hevesten, bu arzudan uzak duruşum içimi burkup, ruhumu parça parça etse de betimleyerek onun ruhun çalamazdım, çalmayacaktım. İşte bu tavrın altında hiç kuşkusuz seri katil olmayışım var. Öyle bir ruh taşımadığım gerçeği kaskatı bir gerçek olarak karşımda duruyor. 

Hani şimdi bazıları içlerinin kötülüğünden, hasete bulaşmış kişiliklerinden, nefretle yoğrulmuş bir gönle sahip olduklarından benim bu kaçınışımı betimlemenin yasalarını, kurallarını bilmeyişime hamledecektir ki bunun böyle olmadığını her insaf ehli dile getirecektir. Bakın mesela ben eş dost arasında yahut hiç tanımadık insanlar arasında bir öykü anlatayım yahut ne bileyim bir filmi baştan sona anlatsam o ortamda çıt çıkmaz herkes taş kesilir, kımıldamadan, nefeslerini tutarak bitirmemi bekler tüm dinleyiciler. Ben medusa olmaya hevesli değilim. 

Betimlemek -salt Füsun için geçerli bu- medusa olmaya kalkışmak, medusa olmaktır. Ben Füsun’u bir taşa çevirecek, kımıltısız bir nesneye çevirecek kadar kendimi kaybedecek değilim. Birileri öyle veya böyle düşünürmüş falan filan.. geçin bunları. Eğer siz de Füsun’un gökler kadar derin gözlerine bir kere, ama bir kere bakabilmiş olsaydınız ne demek istediğimi daha iyi anlardınız. Daha vakit var. hem daha çok vakit var. böyle burada bu ihtiyarla çene çalarak vaktin geçmeyeceği aşikâr. 

Biraz uzaklaşmalı, hiç değilse Ulu Camiye kadar –Arı Sineması da diyebilirdim, ki Ulu Cami ile karşı karşıyadırlar, o yüzden Arı Sineması da diyebilirdim, ancak niyetim Ulu Camiye kadar gitmekti, içimden öyle geçti- yürüyüp dönsem en azından bir on dakika daha geçer diye düşünüyorum. Yok, aslında normal bir insan evladı normal bir yürüyüşle en az yirmi dakika geçirir de ben o kadar zaman geçiremem. Hem daha varmadan, bakarsınız daha hükümet konağını geçmeden geri dönmüşüm. Bunu birkaç kere yaptım da oradan biliyorum. 

Kitap Sarayının oradan geri döndüm. Nedense bir his –bu hep benimle var- onu görmeyi ıskalayacağım kaygısını doğuruyor ve elimi ayağımı bağlıyor. Bu hep böyle. İkinci üçüncü bekleyişlerimde dördüncü bekleyişte alışırım buna, dediysem de beşinci bekleyişte de bir şey değişmemiş oldu. ben hamle yaptığımda ihtiyar üzgün bir sesle,

- Hayırdır gidiyor musun? dedi.

- Hayır, dedim, şöyle ulu camiye kadar uzanacağım, sonra geri döneceğim.

- Ya ben? dedi ihtiyar.

- Sana ne olmuş? dedim.

- Ben burada bir başıma ne yapacağım? dedi ihtiyar.

- Anlamadım, dedim, Çok istiyorsan burada dönüşümü bekle ama ben –hislon marka saatimin olduğu kolumu kaldırdım, çünkü saate bakıp öyle bir yanıt verecektim dedeye- bir saat bilemedin bir buçuk saat sonra çekip gideceğim.

- İyi ya ben de çekip giderim, ama şimdi niye gidiyorsun? Hayır, küçük su falansa Lalapaşa daha yakın. Hem bu binada da yüznumara var. dedi.

- Dede senin derdin ne? Ne ayaksın? demek geldi içimden. Üniversitelinin gevezeliğe muhtaç sözünden, yakıştırmasından, nitelemesinden daha sert daha acımasız bir söz, bir yakıştırma, bir niteleme olduğu, olacağı açıktı bu ve bu yüzden –ki o üniversitelilerin yaptığını kaba, nezaketsiz bulmuştum daha önce- aklımdan geçenleri, dilimin ucuna kadar gelenleri dışa yansıtamadım hiçbir şey demeden hızlı hızlı hükümet konağına doğru yürümeye başladım. Dede arkamdan cılız mı cılız ve şaşkın bir sesle,

- Öyle yeğin yeğin nereye, sana yetişemem ki.. dedi. 

Sanırım bir yanıt vermediğim için beni takip etmesini istediğim sanmıştı. Acıdım. Ve fakat duraksamadım. İhtiyar sözünü tamamlayamadan ben gözden kayboldum. Öyle sanıyordum. Öyleydi de. Hükümet konağına vardığımda saate bir daha baktım. Üç dakikada gelmişim. Bekleyişim üzerinden toplam hepi topu bir buçuk saat geçmişti. On iki otuzdu. Bu tarafa doğru yürümeye başladığımda saat on ikiyi yirmi yedi geçiyordu. Bugün bekleyişim daha uzun sürecek. İki saat daha var. Dershane on dört otuzda dağılıyor. Zaman yine her zamanki yaptığını yapıyor. Milim kımıldamıyor. Allah vere de hava daha da kötüleşmese. Kar serpiştirmesi yerini daha yoğun bir yağışa bırakıyor gibi. Olsun! Yolumuzdan dönecek değiliz. 

Şuan yanımda biri olsaydı –özellikle de Öteki-.. bak hakkını yememeli bir başkadır Öteki. Benimle uzun soluklu yürüyüş yapacak biri varsa o da Öteki’dir. Hem Musa gibi sorularıyla da sıkboğaz etmez. Yok, bu Musa kıssası anlatılan Musa değil. Hazır adını anmışken hakkında daha detaylı bilgi vermesem ayıp olur mu? Karar veremedim. Yine de kıyısından köşesinden hakkında bir şeyler söylemem gerekiyor gibi. Hani bir keresinde “eğer söylemezseniz” diye tehditler savurmuştu ve adı bile verilmemişti ya işte O. O da kapı komşumuz. Ama insanı çileden çıkaran bir komşu. Sanki adından ötürü böyle. Hani kıssa da geçiyor “ Eğer bundan sonra sana bir şey sorarsam bana arkadaş olma! Hakikaten benim tarafımdan ileri sürülebilecek son mazerete ulaştın”.. o –Musa- da böyle. Aman Tanrım sanki sormadan edemez, sormadan nefes alamaz bir yaratık.

Musa dedin mi duracaksın. Hani lüzumlu olsa soruları, hadi hoş görelim. Nereden? Oturup bir bardak çay içseniz yahut bir lokma bir şeyler yeseniz yahut bir yudum su içseniz onlar hakkında sorular bir yağmur sağanağı gibi başınızdan aşağı dökülür.

- Çay nerenin? Demlerken çayı yıkayıp öyle demlediniz mi? Yıkamadan demlerseniz istenilen, beklenilen rengi vermez! Bir süre dinlendirdiniz mi? Bu yemekte hangi yağ kullanıldı? Mutfağı gördünüz mü bakımlı mı değil mi? Pişirenin eli ayağı düzgün mü? Titiz mi savruk mu? Su hangi çeşmenin suyu? Hayır, ikindi ya onun için sordum, eğer Zeynel’den değilse karnını ağrıtır insanın. Paltonun kumaşı tiftik keçisinden mi –artık öğrenip ne yapacaksa-? Yatağa girmeden önce bir bardak ılık su içtin mi –sanırım kalbinin duracağından ödü kopuyor-? Ayakkabının ökçesi deri mi değil mi? 

Daha ne abuk sabuk sorular. O yüzden kimse O’nunla –Musa’yla- bir arada olmayı istemez, kaçar. Ana babası, kardeşleri bile ondan kaçar. Hani bu sözüm bir iftira, bir abartı sayılmasın bak gerçekten ana-babası bile kaçar, her iki ebeveynin de bu yüzden onu iyi bir ıslattıklarını bilirim. İnsanı çileden çıkarmak için var olmuş adeta. Hem bizim Musa pek bir pisboğazdır. Üstüne üstlük cimridir. Ve tam bir otlakçıdır. Ailesi sırf kendilerinden uzak olsun diye cebinden parasını eksik etmez ve fakat bizimki sigara içtiği halde bir güne bir gün bir paket sigara alıp da –hiç değilse sigara istediği kişilere- ikram etmemiştir. Kimseye bir bardak çay ikram etmemiştir ama helalı hoş olsun kendisi içmiştir benim, Öteki’nin bizim çay ikramlarımızı. Böyle de açıkgözdür aklınca. 

Ben bu kişiliğin nedeni olarak boyunun kısalığını görüyorum. Ona yoruyorum. Yaşıtlarından –yani bizlerden, ben Öteki ve diğer üç kişiden- oldukça kısadır. Hem sadece bizden mi kısa iki kardeşi var ikisinden de oldukça kısa. Aralarında da en az beş altı yaş –birinden beş, birinden altı- küçüktür. 

Düşünün bir hem abisiniz ve hem de size abi diyenlerin yanında cüce kalıyorsunuz. Bu acı bir şeydir. Evet öyledir. Ve o – Musa- acıyı dindirmek için böylesine pervasız, atak, yüzsüz olmak zorunda kalmıştır. Kendisini göstermenin yolu bu tavırlardan geçiyor. ve şunu da belirtmeden geçmeyelim ki Öteki’ye karşı bu tavırların hiç biri hiçbir zaman sökmedi. Öteki hiç ama hiç duymaz O’nun –Musa’nın- sorularını. Ama ben Öteki kadar sabırlı, Öteki kadar dirayetli, Öteki kadar vurdumduymaz, Öteki kadar dayanıklı değilim. Şalterlerim hemen atar.

Onunla –Musa ile- dünyada bir yol gitmem. Yanımda Öteki olacaktı ve birlikte sessiz sedasız –belki içimizde kıyametler kopuyor ve fakat ikimizin de bundan haberi yok- Aliravi caddesinden yukarı doğru yürüyecektik, yürürdüm. Yürürdü. Ta caddenin sonuna kadar. Bu kara rağmen. Bu ne ki.. göz gözü görmez kar fırtınalarında bile yürüdük. 

Yok, sadece bu caddede değil. İstasyon caddesinde –çavuşun bahçesi dediğimiz- alandan Gülcanların evine doğru yürüdük. Birbirimize tutunarak. Rüzgâr ve kar ikimizin de soluğunu kesiyordu ama ne o ne ben sızlanmadık. Benim elbette sızlanmaya hakkım yoktu zira Öteki’ni ben zorlamıştım, ben sürüklemiştim. İçinden küfretmesinin bir anlamı yoktu. Burada Öteki’ne iftira ettiğim sanılmasın. Kendisi itiraf etti. Hem de kendi deyimiyle katı açılmamış ne küfürler etmiş içinden. Hem anlatıyor hem gülüyordu. Birlikte gülüyorduk. Şimdi o olsaydı Emek Apartmanına kadar yürürdük. Bir süre dinlenirdik. Apartmanın ikinci katını dikizlediğimi çevreye sezdirmeden bakardım, dinleniyormuş gibi yaparak. 

Emek apartmanı son durak. Orada oyalanmayıp sağa dönsek Yanık Dere, sola dönüp devam etsek Asri mezarlığına çıkardık. Bu havada, bu saatte pek de iç açıcı yerler değildir. Kurtlarla bile karşılaşma tehlikesi vardı. Nihayetinde dağların eteğine kadar varmış oluyorduk. Oralarda işimiz ne? 



<<Önceki                  Sonraki>>


Cemal Çalık, 06.01.2017,  Konuk Yazar, Sonsuz Ark, Kumpas, Roman 


Seçkin Deniz Twitter Akışı