13 Ocak 2017 Cuma

SA3862/KY1-CÇ359: Hangisi Sen?/ Roman-Bölüm I-3'ün devamı

"Osman bekleyecekti. Sonraki seansa fazla bir şey kalmamıştı. Gogol’ün çalınan paltosuna daha bir sımsıkı sarıldı."


Bölüm Bir
-3'ün Devamı-

Son durak Emek Apartmanı, şöyle bir durup soluklanır bir sigara içimlik kadar bekler sonra geri dönerdik. Ama azıcık da olsa yanık dereye yürümek gerekir. Yoksa her an karşımıza biri çıkıp;

- Ne işiniz var lan burada, bu binanın önünde neyi bekliyorsunuz? Burası otobüs durağı mı tren garı mı? diyebilir. Ama binayı geçip yirmi otuz adım atıp geri dönsek –hem böylece ikinci kata bir daha bakardım- o vakit bir yanıtımız olurdu elbet. 

- Sorma abi.. bir delilik ettik.. iddiaya girdik bu havada yanık dereye gideriz, gidemeyiz.. Buraya kadar geldik daha ileriye gitmeyi göze alamadık döndük!

- Lan ne salaksınız! Ya donup gebereceksiniz ya kurda kuşa yem olacaksınız.. çekin gidin fazla dolaşmayın buralarda.

Elbet “alırım ayağımın altına!” tehdit tümcesini de dile getirmeyi unutmadan. Kentimizin hemen her mahallesinde, her sokağında kendi kendine mahallenin, sokağın bekçiliğini yüklenmiş iri yarı –nedense hepsi de iri yarıdır- birileri olurdu. Çoğu da sokaktan geçen yabancı birini dövmek için bahane arardı. İsterse o yabancı hızlı hızlı başı önünde geçiyor olsun. Ki genelde yabancılar –o mahallenin, o sokağın sakini olmayan herkes- hızlı hızlı ve başları önünde yürürler. Çünkü başlarına ne gelebileceğini yakinen bilirler. Zira belki kendisi de mahallesinde, sokağında bir yabancıyı siygaya çekmiş veyahut siygaya çekilme anına tanıklık etmiştir hem de hemen her gün, her an. Böyle bir dayak atma hevesi vardı niyeyse.

Süklüm püklüm geldiğimiz yöne muhitimize doğru döner aheste adımlarla karlara bata çıka yürürdük, kimse de bizden kıllanmazdı. Kimse de bizi sorguya çekme hevesine kapılmazdı hem bu havada sorguya çekecek kadar aklını peynir ekmekle yemiş biri olabilir miydi? Hayır! 

Yine de Emek apartmanın oraya kadar gidip hemen geri dönmek olmaz. Kesin ya sağa ya sola dönüp öyle geri dönmek gerekir. Her şeyden önce O’nu görmenin –kim olduğu artık çoktan anlaşılmıştır- imkânlarını sonuna zorlamak gerekir. Bir de –belki en önemlisi- hemen geri dönmek tam da binanın önüne kadar gelip geri dönmek O’nun adını dillere düşürür ki bu hiç mi hiç tarafımızdan onanacak bir şey değil. Buna gönlümüz el vermez. Hem düşünün bir Füsun’un bu olayda şuncacık bir günahı yokken adı dillere düşsün.. ne insafsızlık! Hayır, yani mini minnacık bir imada bulunmuş olsa –onu da bırakın- durumu bilse ve ses çıkarmamış olsa işte o zaman hadi neyse. Hadi neyse deyişim lafın gelişi. Şunu da hemen belirteyim ki binanın hemen önünden geri dönmenin dile düşüreceğinin kesin kanıtları var elimizde. 

Ve bu kanıtların başında da çirkin mi çirkin, insafsız mı insafsız, kara mı kara, iğrenç mi iğrenç, fesat mı fesat, terbiyesiz mi terbiyesiz, yersiz mi yersiz bir aksiyom vardır. Ve bu aksiyom yediden yetmişe herkesin dilindedir. “Dişi kuyruk sallamasa..” Ne zaman bu yargıyı işitsem tüylerim diken diken olur ve “Neden bende bir seri katil ruhu yok!” diye hayıflanırım. Bir seri katil olsaydım o yargıyı dile getirenlerin, o yargıyı dillendirenlerin avcısı olur bir şekilde tuzağa düşürür sonra da işkence ede ede canlarını alır, en ufacık bir pişmanlık da duymazdım. Duymam! Farkındayım! 

Neyin farkında olduğum bilinmese de farkındayım. Bu sıralar sık sık seri katil sıfatını –seri katil bir sıfat değilse bugüne kadar sıfat bilinen hiçbir şey sıfat değil demektir, bizi aldattıkları ortadadır, ben seri katil sözcüğünün sıfat olduğuna kaniyim ve bu kanaati hiçbir otorite değiştiremez.- kullanıyorum ve bundan da itiraf edeyim ki rahatsızlık duyuyorum. Dilime bulaşan –hatta dilime pelesenk olan- ‘seri katil’ sözcüğü ne bir kitaptan ne bir filmden bulaştı. Evet normalde ya bir kitaptan ya bir filmden olması gerekir ama epey bir yokluyorum kendimi ve ne okuduğum kitaplar arasında seri katillerle ilgili bir kitap var ne izlediğim filmlerde. Ha şimdi denecek ki “Ya Buzdan Göğüsler?” hayır ben o filmin –hele de Peggy’nin- seri katille bir ilişkisi yok. Her ne kadar Öteki öyle yorumlasa da, her ne kadar Peggy birilerini öldürse de, her ne kadar Peggy tedavi görmüş olsa da bu böyle. Hayır, yani zorla mı? Kabul etmiyorum.

Allah sizi inandırsın Füsun her şeyden habersizdi. Habersizdir. Ne onu takip ettiğimi, ne evine kadar izlediğimi, ne dershane çıkışı karşılaşmak için sinema önünde durduğumu biliyor. Bilmediğini biliyorum. Öyle ise hangi hakla “Dişi kuyruk sallamasa..” türünden bir çirkinliği O’na yakıştırabilirsin? O’na veya bir başkasına.. bu çok çirkin ve iğrenç. 

Belki en çok da işte bu vicdansız yargının O’nun hakkında dillendirilme tehlikesinden ötürü Aliravi Caddesine doğru yürüme hevesimi boğdum, Ulu Camiye doğru devam ettim. İkircikli bir durumda bir an durdum Hükümet Konağının yanında. Sağa dönüp yürüsem mi? Hayır! Hayır! Bakın şu nimet –sigara da bir nimettir eninde sonunda- gözüme dizime dursun ki Aliravi Caddesinden yukarı doğru aheste aheste giden şu iriyarı sarı köpeğin varlığı değildir beni ikircikli durumda bırakan. 

Bir köpek nedir? Hem de şehir köpeğinden ne çıkar varsın boyu benim kadar olsun. Hani bana doğru gelse, hiç kıpırdamam.. iyice yaklaşmasını bekler sonra var gücümle –ayağımda kışlık bot yerine sivri burunlu bir ayakkabı olsa daha iyi olurdu elbet- böğrüne tekmeyi indirdiğim gibi köpek ne kadar iri yarı olursa olsun süklüm püklüm kuyruğunu ayaklarına kıstırıp bir de ciyak ciyak bağırıp kaçar. Hadi diyelim az biraz köylü bir yanı kalmış olsun bu köpeğin –bazen celepler kentimizin kombinasına sürü getirirlerdi ve sürüyü satar köpeklerini unutup çeker giderlerdi, bu çoban köpekleri pek iri yarı olur- ve hırlamaya devam etsin.. ben kitap okumuş adamım arkadaş o ağzını açar açmaz elimi –hangisi olursa olsun fark etmez, gerçi solak olduğum için büyük bir ihtimalle sol elimi- yumruk yapar gırtlağına kadar sokar nefessiz bırakırdım o iri yarı çoban köpeğini. 

Bak kitap okumak neler kazandırıyor insana. Bir köpekle karşılaşılınca –gerçi o kitapta kahraman kurtla karşılaşıyordu- yerinden kımıldamayacaksın köpek iyice yaklaşacak ve ağzını açıp sizi ısırmaya kalktığında gayet soğukkanlı bir biçimde elinizi yumruk yapıp gırtlağına kadar sokacaktınız. Peh! 

İkircikli durumdan çabucak kurtulup Ulu Cami'ye doğru yürüdüm. Lapa lapa yağan kar yeniden sulu sepkene döndü bu iyi. Atalay Kitap evi görünür mesafede. Ulu Camiyi geçip Çifte Minareler’ in oradan mı dönsem yoksa.. Saat biri on geçiyor. Daha var, hem de bir saat yirmi dakika. Vakit daha var. Madem vakit var tüm ciddiyetimi toplayarak Atalay Kitabevinden içeri girip ara sıra birkaç arkadaşlar birlikte –bazen yalnız ben ve Öteki olurdu- yaptığımız oyunu yapabilirim. 

Kitapçıyı İlginç biri işletiyor, sahibi mi, eleman mı bilemiyorum. Ne sorarsanız sorun –elbet kitap- “Sipariş verdik haftaya elimizde olur!” yanıtını alırdınız. Söylenen öyle kitap var mı? Öyle bir yazar var mı? Hiç düşünmez. Hiç inceleme gereği duymaz. Aslında adam –kitapçı- soranın dürüstlüğüne sığınarak yalan söylüyor. Hani beyaz yalan, masum bir yalan da denebilir. Elbet o yalanın arkasında başka bir kitapçıya gitmenin yolunu kesmek var var olmasına var ama bizim yaptığımız çok mu hoş. 

İyi de vakit geçmiyor ki! Öteki olsa hangi ismi kullanırdı? Hem kitap hem yazar ismi uydurmak gerekti. İlk aklıma gelen elbette Füsun oldu. Hemen tövbe edip tükürdüm. Ne diye ele güne ismini söyleyecektim? Çok istiyorsan –bunu kendime söyledim- git dipsiz bir kuyu bul ona fısılda adını Füsun’un! İyi dedin –bir teklifle çıkıp gelen bana diyorum bu ‘iyi dedin’ tümcesini- bir kuyu bulmalı ve o kuyuya haykırmalıyım "Füsun! Füsun! Füsun!" diye. En az üç kere bağırmalı. Yoksa istenen, beklenen olmaz. Bakarsın o kuyuda bu adı taşıyamaz gözyaşına boğulur, sular fışkırır ve o çorak topraklar yeşerir, kamışlar peyda olur, hafif veya şiddetli rüzgârlarda benim sırrımı kulaklara fısıldar. Kulağı olan her varlığa fısıldar adını Füsun’un! 

Olmaması için hiçbir neden yok. İş çorak bir mekânda olacak olan kör bir kuyuyu bulmaya kalmış. Bunu hiç savsaklamadan yapmalı! Madem bir kere böyle bir şey olmuş bir daha niye olmasın? Masalmış kıssaymış.. ne malum tek olarak kalmak için, öyle bir eylemde bir başkası bulunmasın için masal yahut kıssa numarası çekilmediği? Kimse denemiş mi? Hayır! Denenmediğini biliyorum. Hani denense en azından lüzumsuz bilgiler ansiklopedisinde kendisine mutlaka bir yar bulurdu. Valla bak! Kesin!

Kitapevinin önünde buzlu camekândan sergilenen kitaplara bakıyor ve bir kitap ismi bir de yazar bulmaya çalışıyordum. Hani şöyle çarpıcı bir şey olsun ki ciddiyetimizden kuşku duyulmasın. Yok! Arkadaş aklıma bir tek isim gelmiyor iyi mi? Yine de kapıyı açıp içeri girdim buyur etti kitapçı. Ne aradığımı sordu gayr-i ihtiyari "Barbara Cartland’ın 'Buzdan Göğüsler’i var mı?" dedim. "Haftaya gelecek" dedi. "Haftaya hangi gün?" dedim, "Belki cumartesi..." dedi, "Kesin mi?", dedim, "Ben nereden bileyim, havanın durumunu görmüyor musun?" dedi. "Hava haftaya da böyle mi olacak?" dedim, "Bilmiyorum, meteorolojiyi arayıp sormadım", dedi. "Açıp soramaz mısın?" dedim, tuhaf tuhaf yüzüme baktı. Kendisiyle eğlendiğime hükmetti hükmedecek yahut tımarhane kaçkını olduğuma, omu silkti, "Telefon çalışmıyor", dedi. "Havadan mı faturayı mı ödemedin?" dedim. "Isınmak için bahane mi arıyorsun?" dedi. "Hayır!", dedim. "Allah sizi inandırsın aklımın ucundan bile geçmemişti. Kaldı ki ısınmak için girmek demek dışarıdaki soğuğu daha şiddetli duymak demektir. Bunu çoğu insan bilmez. Vücut kendisini soğuğa göre hazırlamış, her türlü önlemle kendini güçlendirmiş, gereksiz organlara normalde gönderilen kan miktarını azaltmış sen ona destek olacağına sıcağa koşarak dengesini bozuyorsun ve sonra da sızlanıyorsun. Hayır bayım, ısınmak için gidilecek o kadar yer varken buraya niçin geleyim?" Bak bu da haklı bir çıkıştı. "Çünkü hemen karşıda –ki hepi topu on adım ya vardır ya yoktur, canım yani hadi olsun yirmi adım- Arı Sineması var, onun yanında kahvehane var. Girerim kahvehaneye bir iki bardak da sıcak çay içerim!" dedim. Kitapçı hiç bozuntuya vermeden, "Öyle ise oraya git", dedi. "Ben kitap bakıyorum, çay değil", dedim. Elbette ki iş inada binmişti. O da ben de bunun farkındaydık. Kim önce pes edecekti? Bu belirsizdi. Gülmek için bir oyun oynamaya kalkışmış elime yüzüme bulaştırmıştım. 

Ben; 

- Falan kitap var mı? diyecektim. 

O;

- Kalmadı.. haftaya elimizde olur! diyecekti. Ben dükkândan çıkıp gidecektim. Ve dışarıda kahkahalar savuracaktım. Unuttuğum yahut hesaba katmadığım şey yalnız oluşumdu. Kime ne deyip gülecektim? Kimin omzunu dürtüp “Bak bak duydun ne dedi.. kalmamış!” diyecektim? Ve peşine kasıklarımızı tuta tuta gülecektik. Böyle bir şeyin olmayacağı ortadaydı. Hayır, yani ihtiyarı da peşimden getirseydim yine bu oyunu oynamanın anlamı olmazdı. Dede ne bilsin söylenilen yazar var mı? Sorulan kitap var mı? Bilmeyince adamın vereceği yanıt karşısında niçin gülme eylemini seçsin? Böyle bir salaklığı yapmayacağımı biliyorum da yalnızken niye yaptığıma anlam veremedim doğrusu. 

- Kesin haftaya gelir mi? dedim. 

- Gelir, gelir! dedi.

- Cumartesi mi hafta içi mi? dedim.

- Çok mu uzak oturduğun yer? Kândan mı geliyorsun Ovacıktan mı? dedi.

- İkisi de değil! dedim.

- Gavurboğan mı? dedi.

- Hayır! dedim.

- Kavak Mahallesi, Dağ mahallesi! dedi.

- Hayır Alipaşa! dedim.

- Eh yakınmış.. hafta içi gel, gelmemişse hafta sonu da gelirsin! dedi.

- Hayır, yani kesin mi? dedim.

- Ne kesin mi? dedi.

- Kitabın geleceği! dedim.

- Kesin! dedi.

- Barbara Cartland’ın “Buzdan Göğüsler” kitabı haftaya kesin gelecek öyle mi? diye üsteledim.

- Evet, sorduğun kitap haftaya kesin gelecek. dedi.

- Ya gelmezse! dedim.

- Gelmemişse buradan istediğin bir kitabı sana bila ücret vereceğim, dedi.

- Söz mü? dedim.

- Söz! dedi.

- Tamam öyleyse! Peki, adımı falan yazmayacak mısın? dedim.

- Niye ki? dedi, Bir haftada değişecek değilsin ya!

- Belki bir arkadaşımı gönderirim hasta falan olurum.. o arkadaş da adımı söyler siz de istediği kitabı verirsiniz! dedim.

- Gerek yok! dedi, göndereceğin arkadaşın ‘hislon saatli arkadaş’ desin ben anlarım.

Bu son sözler üzerine elbette şaşırdım. Nasıl şaşırmazdım ki? hayır kim böyle bir söz ardından şaşırmazdı ki. Ben kitapçıya saatimden söz etmemiştim. Durup dururken “Benim hislon saatim var baak –bak sözcüğünü uzattıkça uzatırdım-” demedim ya, öyle ise niye şaşırmayayım? Kitapçı kolumdaki saati nasıl görmüştü. Saatin olduğu kolumu kaldırıp baktım. 

Kaşlarımı çatarak;

- Hislon saatim olduğunu nereden anladın, nasıl bildin? dedim.

- Ben anlarım! dedi.

- Nasıl? diye üsteledim. Adam inatçılığım –hatta Musacılığım da denebilir- karşısında gerçeği söylemek zorunda kalacaktı. 

Ve öyle de oldu yelkenleri indirip öfkeyle yanıtladı;

- Yahu manyak mısın sen? Dükkâna girer giremez iki de bir kolunu kaldırıp saati gözüme sokup durdun, saate bakıyormuş gibi yapıp. Elhamdülillah gözlerim kör değil görüyorum.

Demek sırrı buymuş. Susardım susmasına ya.. bir şeyler söylemek gerekiyormuş gibime geliyordu. Kem küm ettim, hatta boğazımı temizleyerek bir şeyler söyleyeceğimi ima ettim kitapçıya. Kitapçı bekliyor.

- Farkında değilim! dedim utana sıkıla. Gösterişi sevmezdim ama niye böyle yapmıştım ki.

- Tamam evladım.. Hadi işine!

- Ücretsiz kitap konusunu halletmeden olmaz! dedim.

- Eğer daha fazla uzatırsan verdiğim sözü rahatlıkla unutabilirsin! dedi.

- Peki, yalnız niçin adımı yazmaktan kaçındığını söylemeni rica etsem.. Yine söylemez misin?

Rica sözcüğüne güveniyordum. Hani belki istirham sözcüğünü kullansam daha erken sonuç alırdım ve fakat zaman geçirmeye gereksinimim vardı ve o bunu elbet bilmiyordu. Rica sözcüğünü epey bir tartıp sonra bir yanıt verecekti kitapçı. Yanıt beklediğim açıktı.

- Yazacak bir şeyim yok! dedi. Elbet inanmadım. Tezgâhın üstünde kalemlik ve kalemliğin hemen yanı başında bloknot vardı, nasıl ki o kör değildi ben de kör değildim. Kalemi bloknotu işaret ettim:

- Ya bunlar?

- Önemli şeyler için, boşu boşuna niye kalem kâğıt ziyan edeyim! dedi.

- Boşu boşuna olur mu? dedim, İşin ucunda ücretsiz kitap var.

- Söylediğin kitabın gelmeyeceğinden bu kadar eminsin öyle mi? dedi.

- Hayır! dedim. Burada yalan söylemek gerekiyordu. Foyam ortaya çıkarsa kitaptan olacaktım. Kaç zamandan beri Dostoyevski’nin “Delikanlı” kitabını almak istiyordum ve fakat bir türlü parayı denkleştiremiyordum. On paket Bafra sigara parasıydı. Az bir para değil elbette. Kitabı almaya çok yaklaştığımı hissediyordum ve bunun için de elimden geleni yapmalıydım. Azıcık da olsa, hani deniyor ya “masum yalan” işte öyle bir şeylere müracaat etmeliydim. Hiç kuşkusuz Buzdan Göğüsler bir film adıydı ve Barbara Cartland’ın öyle bir kitabı yoktu. hiç, ama hiç onun kitaplarına elimi sürmemiş olsam da, kitaplarının adlarını bilmesem de.. bir dakika ya varsa öyle bir kitabı? Delikanlı’ya veda ettiğimin resmidir. Ama hayır hayır! Yoktur canım.. olmamalı. Olmaması gerek! 

Kahretsin keşke aklıma ilk gelen yazar ve kitap ismini olanca ciddiyetimi takınarak söyleseydim; “Füsun Saral’ın –bu arada Saral benim soyadım, anımsanacağı gibi muhayyilemde muhayyel Füsun ile evlenmiştim ve hatta o meşum sözcük üzerine – o meşum sözcüğü burada dillendirmeyeceğim- yapay veya değil bir tartışma, tartışma türünden bir şeyler yaşamıştık- Yüksek Sosyete” adlı kitabı var mı?" 

Bedava kitap işi kesin olacaktı böylece. Şimdi olmama ihtimali var. Neyse yapacak bir şey yok. Hem bir kitap için adını dillere düşüreceğim öyle mi? O kadar zayıf bir kişiliğim mi var benim? Hemen her hangi bir menfaat için –kendi bireysel menfaatim için, yoksa Füsun’un menfaati için gerekirse dünyayı yakarım- Füsun’u harcar mıyım? O kadar alçalır mıyım? Bunu sezdiğim an kendime vereceğim ceza açıktır. Yüksek bir binanın tepesine çıkar sonra da kendimi boşluğa bırakırım, hem gözümü kırpmadan yaparım bunu.

- Şey bir kitap daha soracaktım, Füsun Saral’ın “Yüksek Sosyete”si var mı? Tümcesi ben istemeden ağzımdan döküldü. Yerin dibine girsem de yapacak bir şey yoktu. Hem bu kentte, bu ülkede bir tane mi Füsun vardı? Bu ne anlamsız bir duyarlılıktı böyle. Adam ne bilsin aynı okulda, aynı sınıfta okuduğum biri olduğunu?

- Bir bakayım, olacaktı! dedi kitapçı, her zamanki yalancı tavırla. Gülmemek için kendimi zor tuttum. Adam içerilere gitti.. birkaç dakika oyalandı. Geldi.

- Buyur, Füsun Saral’ın değilse de Somerst Maugham’ın Yüksek Sosyetesi, dedi. Beyaz kaplı cep kitap boyutunda tiyatro eseri olan bir kitabı burnuma kadar uzattı. Pis pis sırıtıyordu.

- Ama yazar aynı değil, diye kem küm ettim.

- Belki karıştırıyorsun! dedi.

- Hayır! dedim, Kendime almıyorum, diye yalan söylemeyi ihmal etmeden.

- İşte almanı söyleyen karıştırmıştır, dedi.

- Belki de, diyebildim ancak. 

Ve çıktım. Şok olmuştum. Beklemiyordum. Ücretsiz kitap işini de sormadım. Soramadım çünkü soracak yüzüm kalmamıştı. Lanet olasıca Yüksek Sosyete. Demek bu kitabı görmüşüm. Aklımda kalmış. Tabi işi aceleye getirirsen böyle olur. Daha derli toplu plan yapıp öyle arz-ı endam etmeli kişi. Yoksa her şeyi eline yüzüne bulaştırır böyle. Kahretsin! Böyle işler tam Öteki’ne göre. Şimdi o olacaktı ki adamı tam anlamıyla ikna etsin. 

O olsaydı ihtimal şöyle derdi;

- Affedersin Tilki’nin Üç Günü var mı? –bak bak.. tilkinin üç günü.. Akbabanın üç günü filminden hareketle uydurduğu bir kitap adı. Sadece o kadar mı der? Hayır. Şöyle devam ederdi;

- Joseph Turner’ın kitabı. –bak bak.. akbabanın üç günü filmin kahramanının –Robert Redford’un canlandırdığı- adı. Gerçekte öyle biri yok.-

Adam durur biraz bekler, anımsamaya çalışır gibi yapar. Bizim ki üst üste yumruklar savurur tıpkı gardı düşen rakibine saldıran boksör gibi.

- Altın Kitaplar'dan çıktı. Polisiye. Hem yakın zamanda filmini de yaptılar.. duymuşsunuzdur başrollerde James Mason Sophia Loren paylaştılar.

Şimdi ne desin kitapçı? Altın kitapları mı reddetsin? James Mason’u mu? Kimi?

- Evet filmini izledim, gerçekten güzel.. Maalesef kitap çabuk tükendi ama sipariş verdim haftaya kesin elimizde olur. Böyle diyecekti kitapçı. Hiçbir kuşkuya mahal vermeden ve herhangi bir kitap da gözüne sokulmayacaktı. 

Ders almalıyım bu adamdan. Diyorum. Ve fakat nedense unutuyorum. Öteki’den alacağım çok ders var. İtiraf edemesem de, cesaret edemesem de çok.. hadi matematiğe alerjim var onu es geçiyorum ya insan tanıma konusunda, insanlara karşı takınılacak tavırlar hususunda, giyim kuşam –Öteki hem renk uyumu, hem ne ne ile gider çok iyi bilir- konusunda niçin geri duruyorum? Kıskanıyor muyum ne! 

Kıskançlık olsa da sanırım daha çok küçümseme var. Kabullenememe durumu! Biliyorum, itiraf edemesem de, hakkını yiyecek değilim. Hem pekiyi yalan söyler Öteki! Az şey midir? Tek ayaküstünde o kadar çok yalan söyler ve söylediği yalan hakkında öyle gerçekçi gerekçeler uydurur ki söylenenin-söylenilenlerin olmadığının tanığı bile olsanız onun ileri sürdüğü gerekçelerden zerre kuşkuya kapılmazsınız. Az şey mi? Tüm bu meziyetlerine karşın bazen öyle tuhaf bir tavır takınır ki salağın önde gideni der gören. 

- Yere göğe sığdıramadığınız kişi bu mu? Derler. Derler ve haksız da sayılmazlar. Bu nasıl oluyor, niye oluyor bilmiyorum. Kendisi de bilmiyor. Eğer rol yapmıyorsa elbet. Tabi böyle bir ihtimal de var. Sünepe, pısırık, beceriksiz birini zaman zaman oynamıştır, biliyorum. Acaba sözünü ettiğimiz tuhaf durum gerçek mi rol mü yapıyor, bak şimdi kuşkuya düşmedim desem yalan söylemiş olurum! Öteki bu.. Öteki dedin mi gözünü dört açacaksın. Yeter mi? Asla! Uyurken bile az değildir. Allah sizi inandırsın tek gözü açık uyur. Kaç kez yakaladım Allah bilir. Bir de ben. Öyle ya yakaladığımdan söz ediyorum. Annesi mi? Bilmiyorum! Belki. 

Kar neredeyse fırtına bozdu bozacak. Geri dönsem daha iyi olacak. Ama bir kere ihtiyara Ulu Cami dedim. Gitmezsem olmaz. Evet, benim tuhaflıklarım arasında böylesi de vardır. Yapmam gerekmediği halde, yapmaktan söz etsem, kimsenin yapıp yapmadığımla ilgilenmeyeceği de ortadayken yapmadan duramam. Her ne demişsem onu mutlaka yaparım! Mutlaka! Üşenmem. Ve fakat söz saya saya, kendime küfrede küfrede olsa da yaparım. Bak yine Öteki ile kendimi kıyaslayacağım. O yapmaz. Valla yapmaz! Hem de yapmak için söz verdiği halde. Yemin billah ettiği halde unutur ve fakat size de unutturur. İnanın böyledir! 

Neyse ne! Dört beş adı daha attım mı Ulu Cami. On on beş, bilemedin yirmi adım daha yürüdüm mü caminin sonu. Koşuşmalar,  deyim yerindeyse beni olduğum yere mıh gibi çakmıştı. Arı Sinemasının kaleye doğru çıkan –elbet kaleye doğru gidecekseniz sırtınızı Ulu Camiye, yani caddeye dönmeniz yüzünüz de sokağın ufkuna doğru çevrili olmalı- sokaktan koşarak –biraz eğimlidir, bu eğim Ulu Camiye doğru, yani caddeye doğrudur- gelen –yer buz olabilirdi, yeni yağan karın buzlanmayı gizleme olasılığını hesaplamadan koşmaları bana tuhaf geldi- üç kişi vardı. ikisi arkada biri önde. 

Önde olanla arkada olanların arasında belki yirmi otuz adım vardı. Belki daha fazla. Üçü de koşarak geliyordu ya, öndeki daha bir can havliyle koşuyor gibiydi. Allah’tan caddede trafik fazla yoğun değil. öndeki hızla önümden geçip Çifte Minareli Medrese ile Ulu Cami arasındaki sokağa daldı çok az bir zaman sonra onu kovalayanlar –onu kovaladıkları her halinden belliydi- da önümden hızla geçtiler. 

İki kişiden kısa olanı durdu. Sonra da sokaktan çıkıp Çifte Minareli Medresenin önüne doğru sakin adımlarla yürüdü. Kısa boylunun geri dönmesinin nedenini hemen anladım. Çünkü daldıkları sokağın başında biri daha belirmişti. Demek ki bu oyunda sadece iki kişiye yer vardı ikili yine tamamlanmıştı. Önde koşanın takati kesilmiş olmalı yahut gittiği yönde sokağın başında beliren kişiyi gördüğünden ötürü durdu. Sırtını medresenin duvarına dayadı. Elini parkasından içeri soktu. Ve fakat geç kalmıştı. Yüzleri kar maskeli iki kişi –ki biz o kar maskeli denen şeye papak deriz, papağı boynunuza kadar çektiniz mi gözlerinizin görmesini sağlayan bir delik ortaya çıkar ve rüzgâr sadece gözlerinize vurur. Hem bizim papaklar genelde kahverengi olur, çok nadir siyah ve beyaz renkli olanları da vardır, –her ne kadar tiftik papak dense de tiftik keçisiyle ilgisi yoktur- koyun yününden yapılır, kar maskesi sözcüğünü filmlerden duymuş olmalıyım- parkalı ve bıyıkları yer çekimine karşı koyamayan kişiye silahlarını doğrultup ateş ediyorlardı. 

Kaç el ateş ettiler, bilmiyorum. Hayır saymak aklımın ucundan bile geçmedi. Yere düşmüştüm. Tam camiye girişin basamağının önünde yere düşmüştüm. Yere düşmede silah seslerinden duyulan korku mudur, yoksa parkalı ve bıyıkları yer çekimine karşı koyamayan gencin bedenine kurşunlar saplandığında neredeyse bir metreye kadar yükselmesi sonra yere düşmesi mi etkendi yoksa kurşun sıkanlardan birinin benim durduğum yöne doğru koşup neredeyse bana çarpması mı bilemiyorum. Hiçbir şey bilemiyorum. Filmlerdeki gibi olmuyor. Bunu anladım. Ağzınızda tuhaf bir tat beliriyor. Yutkunamıyorsunuz. Eliniz ayağınız titriyor. Hani mahsusçuktan havalanıp yine mahsusçuktan yere düşmüş olduğunu bilseniz belki böyle bir hale bürünmeyeceksiniz. 

Ben düştüğüm yahut yattığım –sanırım camiye çıkan basamağı kendime siper olarak almak için yatmıştım, yine de kesin olduğunu söyleyemeyeceğim- yerden doğruluncaya kadar insanlar üşüşmüştü saldırıya uğrayanın başına. Süklüm püklüm dizlerim titreyerek oraya doğru yürüdüm. Polisler de gelmişti. Açılın diyordu polisler kalabalığa. Sonra olayı gören var mı? diye soruyordu. Olayın olduğu anda kimseler yoktu. Bundan kesinlikle emindim. Ve fakat birkaç kişi tanık soruşturan polislerin yanında bitmiş kendilerinin gördüklerini anlatmaya başlamışlardı.

- Ben gördüm, diyordu başında papağı, küllahı, başını örten hiçbir şey olmayan dazlak bir genç. 

Benden yaşça büyüktü. İhtimal o da üniversite öğrencisiydi. Ki saldırıya uğrayan da üniversite öğrencisiydi. Öğrenci olduğunu söylememe sebep olan şey polislerin ‘Öğrenci çatışması!” sözleri oldu.

- Ben gördüm, dedi başı dazlak genç. Dört kişiydiler, dördü de sokağın öteki ucuna doğru kaçtı.

Yalan söylüyordu. Hayır! kesinlikle yalan söylüyordu. bir başkası;

- Hayır efendim tek kişiydi ve oldukça uzun boyluydu üzerinde parka vardı şu –maktulü gösterek- zavallının giydiği türden parka vardı ve medresenin sağına doğru koşup gitti. 

O da yalan söylüyordu. bu yalan söyleyenin başında neyse ki şapka türü bir şey vardı. bir başkası daha söze karışmıştı;

- Hayır efendim bu arkadaşlar yanılıyor, üç kişiydiler üçü de caddeye doğru, sinemanın sokağından kaleye doğru kaçtılar, dedi. Üçünün de üzerinde tiftikten yapılmış paltoları ve papakları vardı.

Bunda –bu tanıklıklarda- bir tuhaflık vardı. not alan polis tuhaflığın farkındaydı ki not almakta pek isteksizdi sadece tanıkların adlarını ve adreslerini büyük bir hevesle kaydetti. Tanıklar bu hevesin farkında değillerdi yahut farkındaydılar da umursamamışlardı. Kararımı verdim. Gerçek tanık bendim ve vatandaşlık görevimi –tanıklığın bir vatandaşlık görevi olduğunu ballandıra ballandıra anlatmıştı bir keresinde Füsun, sanırım çabuk geçen rehberlik derslerinden birinde anlatmıştı- yerine getirmeliydim. Tanıkları dinleyen toplum polis memurunun yanına gittim. Gazetelerle örtülü cesedin hemen yanı başında duruyordu. Boğazımı temizledim, yutkundum ve;

- Bu adamlar yanılıyor olmalı, dedim – aslında kasti bir yanılmaydı bunu sonradan öğrenecektim, buna soruşturmayı yanlış yönlendirme eylemi deniyordu, faillere zaman kazandırma için önceden üzerinde çalışılmış bir yanılmaydı-

- Peki sen anlat! dedi not alan toplum polis memuru.

- İki kişiydiler, dedim.

- Üzerlerinde ne vardı? dedi.

- Siyah palto vardı ve bir de siyah papakları yüzlerini örtüyordu, Mahmut’u burada –elimle düştüğü yeri gösterdim- sıkıştırdılar bir tür çapraz ateşe aldılar.

- Öleni nereden tanıyorsun? dedi.

- Tanımıyorum! dedim.

- Adını söyledin ya! dedi.

- Evet söyledim, adını şimdi bilmiyorum, yarın öğreneceğim.

- Peki, dedi not alan memur, Sonra?

- Olayın başlangıcı şu sinemanın sokağıdır. Oradan koşarak geliyorlardı. İçimden Allah vere de kayıp düşmeseler, diye geçirmiştim. Mahmut Yıldırım.

- Mahmut Yıldırım da kim? dedi memur.

- Şu öldürülen, dedim, Bıyıkları yer çekimine karşı koyamayan adam.

- Ha, dedi memur, O ne demek?

- Hangisi? dedim.

- Bıyıkları yer çekimine karşı koyamayan dedin ya.. o? dedi memur.

- Ha, dedim, Onu ihtiyardan öğrendim?

- Hangi ihtiyar? dedi not tutan memur.

- Dadaş Sinemasının önünde bıraktığım adam! dedim.

- Dadaş Sinemasının önünde niye bıraktın yaşlı adamı? dedi memur.

- Bana ayak uyduramaz diye! dedim.

- Peki, olaya gelelim, adını nasıl öğrendin? dedi memur.

- Kimin adını? dedim.

- Maktulün adını? dedi.

- Yarın tıpkı maktul gibi parkalı ve bıyıkları yer çekimine karşı koyamayan gençler ona –maktule- bir cenaze töreni hazırlayacaklar bir protesto yürüyüşü yapacaklar. Ve sol elleri havada “Mahmutlar Ölmez!” diye haykıracaklar. Babası en önde iki genç arasında –ki gençler babanın kollarına girecekler, ayakta duramayacak halde çünkü- yürüyecek. Mahmut’un babası kondüktör olmalı.

- Nereden anladın? dedi not alan memur.

- Sivil değildi, tıpkı Gülcan’ın babası gibi tren yolu elemanlarının –özellikle kondüktörlerin- giydikleri bir giysi, bir üniforma vardı. Ben ihtiyara sormalıyım..

- Neyi hangi ihtiyara soracaksın?

- Dadaş Sinemasının önünde bıraktığım ihtiyara bıyıkları yer çekimine karşı koyamayanın ne anlama geldiğini.

- Belki pos bıyıklılara, o bıyıklarını ağzına kadar uzatanlara, ağzını kapatanlara öyle demiştir ihtiyar. Ama yer çekimi ne ayak.. öyle bir benzetmeyi nasıl yapmış, doğrusu aklım almıyor. Belki senin ihtiyar casustur. dedi not alan memur.

- Sanmam, dedim, Ama yine de niye olmasın ki.

- Sonra ne oldu? dedi not alan memur.

- Protesto yapan grup doğu sinemasının oraya geldiğinde –havuz başının oradan başlamışlardı yürümeye, dolayısıyla kortejin soluna düşüyordu doğu sineması- doğu sinemasının bulunduğu sokağa hücuma kalktılar. Polis etten duvar örmüştü sokağa giremediler. Sanırım oradaki derneğe saldıracaklardı. Yani öyle anlaşılıyordu ve fakat biliyorum ki dernekte o an kimse olmayacaktı. 

- Nereden biliyorsun? dedi not alan memur.

- Kortejin oradan geçeceğini biliyorlardı, bir tatsızlığa niye mahal versinler ki? dedim.

- Haklısın! dedi, sonra.

- Birkaç gün yahut birkaç hafta, yahut birkaç ay sonra Selahattin Durmaz pınarı vuracaklar böylece Mahmut Yıldırım’ın intikamını aldıklarını düşünüp avunacaklardı.

- Selahattin Durmazpınar kim?

- Mahmut’u vuranların cephesinde biri. Belki Selahattin vuranları hiç tanımıyordu. Ve Mahmut’u da hiç görmemişti, bilemiyorum. dedim.

- Anladım, dedi not alan polis, Ayakaltında fazla dolaşma, seni tanık olarak yazmıyorum, hadi şimdi var git.

- Baş üstüne, dedim, saatime baktım. Okuyamadım. "Affedersin, dedim not alan polise, acaba saatiniz kaç? "Ne yapacaksın?" dedi. "Benim saatim durmuş da, kurayım. Ne de olsa devlet memurusunuz dakik olmak zorunluluğunuz var sizin saate göre kurayım," dedim. Not alan polis üşenmeden kalemi tutan elinin avucunu yere doğrultup parkasını biraz geri ittirip saatine baktı. "Biri yirmi beş geçiyor", dedi arkasını dönüp gitti. 

Hislon marka saatimi kolumdan çıkarıp hiç vakit kaybetmeden hemen kurdum. Salladım. Çalışıyordu. Allah korusun ya bozulmuş olsaydı! Ne yapardım saatsiz? İki de bir yanımdan yöremden geçenlere saati soramazdım ya! Hadi sordum dikkatim dağılmaz mıydı? Öyle ya adama saati sorup sonra da başımı kaldırıp ya dershanenin bulunduğu son kata yahut yan kapıya bakacak olsam saati sorduğum kişi işkillenmez mi? İşkillenip benimle tartışmaya hatta işi kavgaya kadar götürmez miydi? Öyle olurdu. Hayır, ben bile aynını yapardım. Bu ne ciddiyetsizlik! 

Yazık oldu Mahmut’a. Ama elden ne gelir ki? Olup bitmesine engel olamadım, sonrasında yapılacak olan ne? Hiç! Numune Hastahanesi önünde nöbet tutacaklar arasına mı katılaydım? Hadi öyle yaptım neyi kanıtlamış olacaktım ki? Füsun “Biz sade vatandaşlar olarak vurdumduymaz olmayıp da ilk cinayette toplu halde tavır koysaydık gençler ölmezdi. Şimdi çok geç!” türünden sözler söylememiş olsaydı bu kadar bile üstünde durmayacağımı adım gibi biliyorum. 

Ayaklarım titreye titreye çalan sirenler eşliğinde dadaş sinemasına doğru ağır adımlarla yürüyorum. Gözlerim hiçbir şey görmüyor. Etrafımdan gelip geçenlere dikkat etmiyorum. Atalay Kitapevini geçtim mi? Farkında değilim. Nihayetinde bir cinayete tanık olmuştum. Hayır hayır cinayeti işleyenlerin benim peşime düşecek diye bir korku değil.. zaten öyle şeyler sadece filmlerde olur. Failin seninle işi ne? Hem bu cinayetin kim veya kimler tarafından işlendiği gizlenecek değil ki! Tersine ilan edilecek. Salınan korkunun ve egemenliğin sürdüğünün göstergesi olarak fısıltılar halinde kulaktan kulağa yayılacak. Daha hükümet konağına gelmeden, daha ertesi gün olmadan kulağıma çalınanlar bu yargımın haklılığını isabetliliğini ortaya koyuyor. 

Hayır kulağıma çalınanların bir tekini bile söylemeyeceğim. Selahattin Durmazpınar’ın öldürülmesinden sonra kulağıma fısıldananları söylemeyeceğim gibi. Kulağıma fısıldananları fısıldayanların art niyetli olup olmadıklarından emin olmadığım için böyleyim. Yani sessizliği seçerim. Sessizliği seçmem gerektiği de bir içe doğuştur. Hem insan fısıltıyla söyleme gereksinimi neden duyar? Bu gereksinimin altında yatan şeyin neliği hakkında bir şey bilmeyen fısıldananları unutmalıdır. Böyle yapmalıdır. Belki hiç istenmedik durumlara sokmak için fısıldanmıştır. Açık değil ki! Hadi diyelim sinemada, bir gösteride, bir kalabalıkta, bir toplantıda kimsenin duymasını istemediğin bir durumu anlatmak istiyorsun, bunda bir art niyet yoktur. Sinemada yanındaki arkadaşının kulağına “Çişim geldi ben tuvalete gidiyorum!” demek yerine her halde ulu orta “Çişim geldi, tuvalete gidiyorum!” demezsin. Bu densizlik olur. el aleme ne senin gelen çişinden. Mecbur mu bilmeye? 

Yahut borç isteyeceksin, acil bir durum, kahvedesin –belki çay parasını vereceksin- herkesin içinde arkadaşının kulağı yerine ulu orta “Bana varsa bir yirmi lira verir misin?” demezsin, elbet fısıldarsın. Zaten bu fısıldananlarda ki meramı bilirsin ve kimseye bir şey söylemeden istenilenleri yaparsın. Kimse de kınamaz.

 Ama bazen öyle tuhaf şeyler fısıldanır ki, ona bir inansan yanındakinin gırtlağını sıkman gerekir. Ve o fısıldananı yüksek sesle haykırırsın “Tutun şu ırz düşmanını!” Oysa yalandır. Ve fakat kapılmışsındır. Kemal Durmazpınar’ın ölümü üzerine kulağıma neler fısıldanmadı ki.. Kimseye söylemedim. Osman da söylemedi. 

Osman, Mahmut Yıldırım’ın hemşerisiydi. Mahmut S. Kentinin Alibaba semtinde tekke civarında mukimdi. Annesi ve kardeşleri – üç kardeşi vardı, biri kız diğerleri erkek- ve babası Mahmut’u bekliyorlardı. Osman S. Kenti merkezinde Kepenek Caddesinde Yalçın sinemasının önünde bekliyordu. Daha on üç dört yaşlarındaydı. Cumartesiydi ve okullar tatildi. Hani tatil olmasa bu saatte okulda –Osman ortaokul öğrencisiydi o vakitler- olurdu. Saat on üç otuzdu. Yarım saatle kaçırmıştı seansı çarnaçar bir sonraki seansı bekleyecekti. Bekliyordu. Sırtında siyah tiftik yakası kürklü paltosu ve bir de Erzurum işi kalpak vardı ve Osman Erzurum’da başındaki kalpağa papak dendiğini bilmiyordu. 

Afişe baktı yeniden bir western filmiydi. Orijinal adı küçücük puntolarla “God Forgives I don't” yazılıydı ve Türkçe adı daha büyük puntolarla “Kayalar Kan Ve Kum” yazılıydı. Osman iki yazı arasındaki farkı seziyor, işkilleniyor ve fakat bir türlü anlam veremiyordu. "Niçin?", diyordu kendi kendine, niçin “Tanrı Affeder Ben Affetmem” değil de, “Kayalar Kan ve Kum”? anlamlı ve haklı bir yanıt bulamıyordu kendine verecek. Umursamazdı umursamamasına ancak düpedüz bir yanlışa da göz yumacak değildi. Ve bu yüzden kendi bilgisinden kuşkulandı. Yanlış çeviriyor olabilir miydi? Oncacık bir tümceyi yanlış mı çeviriyordu? "Hayır!", dedi kendi kendine, "Hayır zannetmem, yani kesinlikle eminim ‘forgive’ affetmek demek, bunu daha iki gün önce öğrendim, iki günlük taze bir bilgi ‘god’ zaten bildiğim ‘I’ ben, ‘don’t’ ta yapmak, etmek, uymak ve benzeri fiilerin olumsuzu olduğunu adım gibi biliyorum, hayır bende hata yok, kasten böyle yapmışlar. Kasten yanlış çevirmişler. Hani o tümcede kaya ‘rock’, hani o tümcede kum ‘sand or grave’ bence o tümcede", dedi yine kendi kendine Osman, "‘sand’ sözcüğü kullanılmalı. ‘Grave’ sözcüğünü kuvvetle muhtemel daha çok çakıl için kullanıyordur İngilizler. Ve fakat asıl tümcede Türkçe yazılan sözcüklerin bir teki bile yok. Şimdi ben", dedi Osman kendi kendine ve fısıltıyla dedi,"Arkadaşlarıma filmin hangi adını söyleyerek anlatmalıyım? ‘Tanrı Affeder Ben Affetmem’ diyerek mi başlamalıyım sözüme? Yoksa.." dedi sustu. 

Sıkışmıştı. Yalçın Sinemasıyla hemen bitişiğindeki Pastanenin arasında sokak benzeri dar bir aralık vardı. tıpkı çıkmaz sokaklar gibi. ve fakat burası dardı. Oraya doğru yürüdü Osman. Çişi gelmişti ve etrafına bakınarak girdi oraya. Çişini yaptı. Suyu neredeyse buz tutmuş kepenek çeşmesine doğru yürüdü. 

Birkaç adım ötedeydi çeşme. S. Kentinin en meşhur çeşmesiydi. Yazın harareti alır kışın ise insanın ayaklarını yerden keserdi. Buz tutardı çünkü. Önünden geçerken eğer dikkat etmezseniz bir anda kendinizi yerde bulurdunuz. Osman yaşına karşın dikkatliydi, dikkatli adımlarla çeşmeye kadar vardı. İstemeyerek de olsa ellerini yıkadı. Yeniden sinemanın önüne doğru yürüdü. Vakit daha vardı. Üşüyen ellerini sıcacık Rus paltosunun ceplerine soktu. Üşüyen ellerini bir anda ısınıvermişti. İşte bu yüzden seviyordu bu paltoyu. İlk başlarda bitpazarına gittiklerinde babası bu paltoyu işaret etmiş ve fakat Osman burun kıvırır gibi olmuştu. Demode bir tipi var gibiydi. 

Mahmut’la yolları o zaman kesişmişti Osman’ın. Bazı şeyler hiç demode, olmaz demişti gülerek Osman’a. Osman babasına, bu çok demode, demişti Mahmut bunun üzerine çekinerek de olsa söze karışmıştı. Ama senin niye parkan var, demişti Osman. Mahmut yine gülerek, bana göre olsa babanın gösterdiği elinden kaçırırdım. Göz kırpmıştı. Osman duraklamıştı. Gerçekten paltonun tuhaf bir albenisi vardı. ne görüntüsü –paltonun- ne rengi, ne tipi eğreti değildi. Mahmut müşteri olduğu halde dükkân sahibinden daha çok ilgileniyordu. Paltonun rüzgâra, ayaza ne denli dirençli olduğunu ve bu paltonun Gogol’un anlattığı çalınan Palto olduğunu da iddia etmişti. Masum bir yalandı elbet. 

Ve fakat Mahmut nedense ülkesinde satılan her Rus paltosu için "Gogol’ün çalınan paltosu" derdi. "Bak", demişti Mahmut, "Yakasındaki kürkü görüyor musun? Hakiki bu. Şöyle bir kaldırdın mı yakasını paltonun kulaklarını içine soktun mu, evde bile çıkarmak istemezsin. Keşke bana göre olsaydı. Yahut keşke ben senin yaşında olsaydım" demişti. Osman da gülmüştü. Ve paltoyu biraz daha kendine yaklaştırmış incelemeye koyulmuştu. 

"Niye böyle çift düğmeleri var?" diye sormuştu Osman. "Buna Kruvaze tip derler. Yakaları da bak sivridir. Bu elindeki palto büyük bir olasılıkla hani kontları sevmesem de bir Rus kontuna ait olduğunu söyleyebilirim. Yani bir kont paltosu buralara kadar düşmüş öyle mi?" demişti Osman. "Eh bitpazarı kimlere ev sahipliği yapmaz ki?" diye yanıtlamıştı Mahmut. "Rus kontları, dünyanın her yerindeki kontlar ağızlarının tadını iyi bilirler biz sıradan insanlar da işte böyle bitpazarlarında bunlara denk geliyoruz. Hani kontluğa özenme anlamında değil. Onlar olmayınca biz giyeceğiz bunları, hem de eskimemiş olanı". diye sürdürmüştü konuşmasını. Göz kırpmayı ihmal etmeden. 

Babası – Osman’ın- bir yandan Mahmut bir yandan Osman’ı kafalamışlardı. Ve Rus Kontlarından miras palto alınmıştı. Gogol’ün Çalınan paltosu, yakası kürklü kruvaze palto Osman’ı hiç üşütmüyordu. "Dediği kadar varmış abinin", diye geçirdi Osman içinden. "Keşke adını sorsaydım", diye hayıflandı. 

Osman o abinin adını öğrenemeden o abi – Ki adı Mahmut idi ve bitpazarına gitmek niyetiyle çıkmıştı yurttan, hafta sonları bitpazarlarını gezmeyi severdi, bir hoş olurdu, tüm haftanın, tüm ayın, tüm yılın yorgunluğu alırdı bitpazarları nedense- tam bu vakitlerde bir başka kentin E. Kentinin çifte minareli medresenin yan duvarlarına sıkıştırılarak öldürülecekti tam da Osman’ın ‘God Forgives I Don’t’ tümcesini ‘Tanrı Affeder Ben Affetmem’ anlamındaki tümcenin niçin ‘Kayalar Kan Ve Kum’ diye çevrildiğini yazıldığını sorgularken. Kepenek çeşmesinin suyunda buz kesen ellerini kruvaze Rus paltosunun cebine sokar sokmaz aklına gelen ‘keşke adını bilseydim! Keşke adını sorsaydım!’ dediği anlarda kurşunlar saplanmıştı bedenine ve önce havalanıp sonra düşüvermişti karlar üzerine. 

Osman adını hiç öğrenemeyecekti ve fakat hep “Keşke adını bilseydim!” diyecekti Rus paltosunun içinde ayaza karşı, sert rüzgârlara karşı üşümeden dolaşırken kentin sokaklarında. Ben bilsem de Osman bilmeyecekti Mahmut’un öldürüldüğünü. Osman da bir benzerinin öldürülüşüne tanık olacaktı kendi kentinde, kendi sokağında, kendi caddelerinde, kendi mahallelerinde kentinin. Osman Kemal Durmazpınar’ın öldürülüşünü bilmeyecekti ben bilecektim ve fakat o kentte bir başka Durmazpınar’ın kurşun yağmuruna tutulduğunu da ben bilmeyecektim. Niçin Tanrı Affeder Ben Affetmem tümcesinin Kayalar Kan Ve Kum yazıldığını da ne Osman ne ben ne Öteki ne Musa ne diğer üç kişi bilemeyecektik. Yine bilemeyecektim, yine bilemeyecektik niçin birine –bir erkeğin bir kıza, bir kızın bir erkeğe, erkeğin erkeğe, kızın kıza, babanın-annenin evlatlarına, evlatların ana-babaya- ‘seni seviyorum!’ demenin niçin ayıp olduğunu, niçin yerildiğini sevmenin niçin terbiyesizlik olarak adlandırıldığını buna karşın ‘Falanlara Ölüm! Kahrolsun Filanlar!’ diye ünlenmenin yüceltilmesini, taltif edilmesini, teşvikini de bilemeyecektik. 

Osman saatine baktı daha on üç otuzdu ve sonraki seansa daha çok vardı. Yalçın Sinemasının önünde neredeyse buz kesmiş karlar üstünde bir o tarafa bir bu tarafa gidip gelerek ayaklarını ısıtmaya çalışıyor ve bekliyordu. Öteki de gelir miydi? Bu Öteki Osman’ın Ötekisiydi. Osman Füsun’u beklemiyordu. S. Kentinde Füsun olmadığı için değil. Sinemanın bulunduğu binanın üstünde bir dershane olmayışından da değil. Osman henüz Füsun’u fark etmemişti. Füsunlardan bir Füsun’un diğerlerinden niçin ayrı olduğunu bilecek çağda değildi. Şimdilik yanlış yazılan tümcenin, çevirinin sorgusunu yapmakla yetiniyordu. Henüz Genç Werther'in Acılarıyla tanışmasına vardı. 

Yeniden çişi gelmişti. Biraz daha sıktı kendini. Kışın böyle oluyordu. Sık sık tuvalet ihtiyacı oluyordu insanın. Geciktirmesi, geciktirme gayreti pek de haksız değildi. Suyu donmak üzere olan kepenek çeşmesinde ellerini yıkaması gerekecekti. Hem çişini tutabilirse belki sinemada girerdi tuvalete. Hem gelip geçenlerin görme telaşesi, hem çeşmenin soğuk suyu ister istemez Osman’ı beklemeye itiyordu.

Osman bekleyecekti. Sonraki seansa fazla bir şey kalmamıştı. Gogol’ün çalınan paltosuna daha bir sımsıkı sarıldı.




<<Önceki                  Sonraki>>


Cemal Çalık, 13.01.2017,  Konuk Yazar, Sonsuz Ark, Kumpas, Roman 


Seçkin Deniz Twitter Akışı