23 Aralık 2016 Cuma

SA3782/KY1-CÇ352: Hangisi Sen?/ Roman Bölüm I-1'in devamı

 "Kar ile mücadelesi henüz bitmemişti"


Bölüm Bir
-1'in Devamı-

Kırk yıl. İmgeleminde bile canlandıramadığı, canlandırmaya güç yetiremediği kırk yıl. Kırk yıla kalmadan ayrı kentlerde öğrenimlerini sürdürmüştüler, hayat her birini –Füsun ile Sacit’i- ayrı bir yere savurmuştu. Üstüne üstlük Füsun’un anısı daha sıcacıkken bir başkasıyla evlenmişti Sacit. Hoş Sacit’e sorsalar evlendiği kişi zaten Füsun idi, yok Gülcan’dı, yok Müge idi, yok Meltem idi, yok.. yok.. derken eşine sormuştu Sacit kadınların niçin bu denli görmez olduklarını. Niçin kendisini göstermek için gösterdiği onca çabaya rağmen niçin kendisini epey uzun bir süre görmediğini sormuştu eşine.

- Niçin? dedim.

- Sana öyle geliyor. Ben seni senden önce gördüm! Sonra kendimi sana gösterip geri çekildim. Pişmen olgunlaşman için, dedi.

- Ya o esnada ben çekilirsem?, dedim.

- İşte o biraz zor, dedi.

- Neden zor?, dedim.

- Bak belki hemcinslerim alınacak ama, her kadın biraz analık avucu gibidir.. dedi.

- O ne demek?, dedim.

- Analık elini yumar. Sonra avucunu gösterir. Ama açmaz. Yetim, biçare çocuk –ki her erkek yetim ve biçaredir, bu gerçeğe de senin hemcinslerin kızacaktır şimdi, cehaletten kaynaklanan bir kızgınlık elbet- uzatılan avuçta istediği olduğunun düşüyle peşine düşer. O yumulu elden, o avuçtan başka şey görmez gözü garibin!, dedi.

- Yani beni gördüğünde ben pişmiş olgunlaşmıştım öyle mi?, dedim.

- Daha avucumu açmış değilim ki!, dedi gülerek.

“Nasıl yani?” demişti Sacit. 

Şule ile evliliklerinin üzerinden yirmi yıl geçmişti, torun tombalağa karışmıştı, aldığı yanıt buydu. Karısının yüzüne tuhaf tuhaf bakmaktan başka bir şey gelmemişti elinden, yapamamıştı, çaresizliğin zirvesindeydi. Az kalsın elindeki kahve fincanını düşürecekti. Kahvenin zehir kesildiğini söylemeye gerek yoktur sanırım. Ki acı mı acı bir tada bürünmüştü. Ellerinin titremesini gizlemeye çalışsa da, gizlediğini sansa da hep bir kuşku onunla var olacaktı. Bunu imgeleminde bile canlandıramazdı. Ki daha zaman vardı her şeyden önce.

Eda bu işin neresindeydi? 

“Diyelim ki Eda beni gördü ne olacaktı? Herhalde aramızda ayaküstü şöyle bir konuşma geçecek değildi. 

- Hey naber Saco?

- İyilik ben anam nolsun? Senden naber?

- Benden de al o kadar.. gelirken gördüm bir aşağı bir yukarı dolanıp duruyorsun filmi mi kaçırdın, takıntını mı bekliyorsun?

- Filmi kaçırdım sayılır..

- Hadi bay..

Böyle bir konuşmanın geçmesi muhaldir. Muhaldir çünkü hem hava durumu hem mekân hem zaman uygun değildir. Belki -belki değil kesin- otuz-kırk yıl sonra böyle bir konuşma birileri arasında geçecektir. Hani tanık olmasak da adımız gibi bundan eminiz. O zamanda o mekânda olacak olan şuydu –ki öyle de olmuştu- tanıdık genç bir kızla genç bir erkek karşılaştıklarında genç kız başını hafifçe önüne eğer, yüzünde görünür görünmez bir tebessüm ve belki hafif bir kızarma. Erkek de yukarılara bakar gibi yapardı. Tabi bu durum iki gencin arasında her hangi bir elektriklenme yoksa olandı. Aralarında bir çekim olanların davranışları böyle değildi. Diyelim bir çekim var ve karşılaştılar bu durumda genç kız kaşlarını yıkar, öfke dolu bakışlarla adeta genç erkeğe “Yine mi sen?” derdi. Genç erkek ise olduğu yerde tepesine yıldırım düşmüş gibi kalakalırdı, ayakları titrer ayakta güç bela dururdu yanında bir arkadaşı varsa omuzuna çökerdi. Şimdi de öyle oldu Eda hafifçe başını önüne eğdi, yüzünde belli belirsiz bir tebessüm geçip gitti. Sacit de gayr-i ihtiyari başını kaldırıp yukarılara bakmıştı. 

Öteki görünürlerde yoktu. Aslında olması da gerekmiyordu. Bu bir çağrışımdı, Öteki nasıl Eda’yı çağrıştırırsa Öteki’yi de çağrıştıran Eda oluyordu, olmuştu. Yine de bu çağrışımda bir tuhaflık vardı. Böyle diyoruz çünkü Eda sosyalci iken –böyle bir ayrım vardı, halen de var gibi, sosyalci sayısalcı falan deniyor şimdilerde- Öteki Fenci idi. Daha doğrusu Matematikçiydi. Matematik tutkunuydu. Eda ve Sacit deyim yerindeyse edebiyat tutkunu. Birden donup kaldı Sacit. Gülcan da Fenciydi. Bunun anlamı neydi? Gözden kaçırılan şey neydi? Var mıydı böyle bir şey? Yoksa zehirli bir soluğun üfürmeleri miydi? Kesin bir yargıda bulunacak durumda değildi. En azından aynı ilgi alanları olması arada başka bağların kurulmasına yetmediği söylenebilirdi ve söylenmeliydi ve söyledi. “Gülcan’ın bakışı bir başkaydı, konuşmaları Matematikle ilgili olsa da!”

Sacit’in matematiğe –daha doğrusu rakamsal olan şeylere- karşı görünür hemen fark edilir bir alerjisi vardı ve bunu saklama gereksinimi duymazdı. Olmuyordu. Her şeyden önce anlamıyordu, Öteki ile bu konuda yaptığı sert tartışmalardan birinde;

- Kendinizi aldatıyorsunuz bir kere, demişti kesinlikmiş.. al işte iks (x) dediğiniz şey.. kendisi her zaman iks (x) ve fakat her zaman kendisi olan bu birim kimi zaman üç (3) kimi zaman beş (5) kimi zaman yedi (7) oluyor.. nerede burada kesinlik? Bir şey hem bir hem iki hem üç olursa burada kesinlikten nasıl söz edilebilir?

- Onlar bir formülde hali hazırda bilinmeyenin sembolü bunu nasıl anlamıyorsun? diye bağırarak yanıtlamıştı Öteki. Ne kalın kafalılık bu böyle. Sana bir eşitlik verilmiş –en sade biçimiyle anlatayım belki kalın kafan alır- denmiş ki üç (3) artı (buraya ne koyarsan koy ister bir harf koy, ister bir resim koy ne koyarsan koy) eşittir (=) beş (5) üçün dışındaki eleman soruluyor sana.. anladın?

- Kendinizi aldatıyorsunuz! diyebilmişti ezikçe ve hem niye bağırıyorsun ifadesini eklemişti Sacit.

- Ben mi bağırıyorum, demişti Öteki, sesi oldukça yüksekti.

- İşte şuan yaptığın ne? diye aynı tonda yanıtlamıştı Sacit. Tartışma anlamsızdı ikisi birden aynı tonda

- Kahretsin!

- Kahretsin! diye bağırdırlar. Sustular. 

Oysa Sacit durumunu itiraf etse hiçbir sorun kalmayacaktı. Matematiğe duyduğu alerjinin altında matematiğin mantıklılığı-mantıksızlığı falan yatmıyordu. Beceremiyordu hepsi bu. Deyim yerindeyse aklı almıyordu. Bu yüzden satrancı da sevmiyordu. Nihayetinde satranç da matematiksel bir yana sahipti. Susuyor ve iki arkadaş birbirini yiyecek gibi bakıyordu. 

Bu suskunluktan Öteki faydalandı. Hemen açmıştı ağzını Edebiyat yahut Türkçe denen dersin saçmalığını, zaman kaybı olduğunu, derslerde zamirler, sıfatlar, yüklemler, dolaylı-dolaysız tümleçler, geçişli-geçişsiz yüklemler ve daha nicelerinin öğretilmeye çalışılmasının anlamı neydi? Bunları öğretilmese insanlar konuşup yazamazlar mıydı? Hem konuşup yazmıyorlar mıydı? Kimin aklına gelir “ben şuraya bir sıfat ekleyeyim” adamın yahut çocuğun elindeki kurşun kalemi yazarken.. zaman kaybı!

Sacit tartışmaktan kaçmıştı. Kaçardı çünkü vakit gelmişti. Gülcan özel matematik dersi alıyordu ve çıkış saati oldukça yaklaşmıştı.

- Ben gidiyorum! demişti kös kös. 

“Eda iyi kız be!” dedi içinden Sacit nirengi noktası olarak aldığı direğin altına gelip durduğunda. 

Neler neler bulup çıkarmıştı böyle. Çocukça tartışmalar, görülmezliği seçmeler. Eda ile Gülcan kantinden çay alırlarken ne mizansen kurmuştu Öteki. Yan yana durmaya çalışmışlardı kızlarla. Ve Öteki Sacit’e bakıyormuş gibi yapıp gözlerini Eda’ya dikerek 

- Şimdi anladım niçin siyah beyaz filmlere tutkun olduğumu.. çünkü hepsinde sen varsın, bir tekini birlikte izlememiş olsak da! Diyecekti. Dedi. Bu sinemaya davetti. Olmayacak bir şeydi elbet! Ne kızlar bu daveti anlamıştı ne de anlasalar gelebileceklerdi.

Ne hayaller kuruyorlardı! Ne hayaller kurmuşlardı! Rüzgâr gibi geçip giden Eda “Rıhtımlar Üstünde” filmine davet edildiğini hiç bilmemişti. Hem hiç de bilmeyecekti. Sacit’in yüreği burkulur gibi oldu. Bunları, bu duyguları Öteki ile paylaşsa mıydı? 

- Odun'un tekiyle paylaşsam ne olacak ki? dedi fısıltıyla Sacit. Büfeye yanaştı. Sigarası bitmişti. Bir lira yirmi beş kuruşu büfeciye uzattı. Büfeci uzatılan paraya ters ters baktı. Sacit’i süzdüğü belliydi. 

Büfecinin Sacit’i süzmesinde etken kuşkusuz yaş değildi. O dönemde, o devirde, o zamanda okuyucu artık hangi sözcüğü beğenirse onu dikkate alsın- sigara alıcılarının yaşıyla ilgili bir sıkıntı yoktu. Beş altı yaşlarında bir çocuğa bile rahatlıkla sigara satılırdı. Nihayetinde tembel bir babanın çocuğunu sigara almaya gönderdiği kaziye-i muhkeme idi âdeta. O dönemde, o devirde, o zamanda, o çağda sigaralar sigara alanın siyasal kimliğini ifşa ederdi. Kuvvetle muhtemel ki büfeci istenen sigaranın isteyenin kılık kıyafetiyle uygun olup-olmadığını anlamaya çalışmıştı. Hani belki bir yanlışlık eseri, bir dalgınlık sonucu istenmiştir, satıcı da gözden kaçırmıştır, bir süre sonra sigarayı açıp içen siyasal kimliğiyle bağdaşmayan sigarasını geri getirip “Ya kusura bakma ben Bafra alacaktım.. ben birinci alacaktım.. ben yenice alacaktım!” diyebilirdi, şimdi büfeci açılmış sigarayı alabilir mi? Böyle bir duruma neden olmamak için sigara isteyenle istenen sigaranın uygunluğunu araştırmak büfecinin, bakkalın – o dönemde, o devirde, o zamanda market, avm türü şeyler yoktu- görevleri arasında sayılabilirdi. 

Bir lira yirmi beş kuruş Bafra fiyatıydı. Bafra sigarası ortada olanların sigarasıydı. Birinci devrimcilerin, Yenice ve benzerleri küçük burjuva sigarası. Poççikli tabir edilen –filtreli- sigaralar da kompradorların sigarasıydı. Sacit ortadaydı bir paket Bafra sigarası aldı. Büfeye arkasını dönüp dershanenin pencerelerine baktı. 

Kimseler yoktu. Saatine baktı. Zaman hiç geçmiyordu. Bu hep böyle olurdu. Hızlı geçmesini istediği anlarda –tıpkı şuan ki gibi- geçmez, geçmesini istemediği zamanlarda –örneğin matematik derslerinde zaman geçsin ister fakat geçmezdi, oysa rehberlik derslerinde- zaman ne de çabuk geçip gider, bu durumda neredeyse kahrolurdu. Rehberlik derslerinin de bir an önce bitmesini istediği zamanlar vardı Sacit’in fakat son zamanlarda – Füsun’u fark ettiği zamandan beri demesek de durum anlaşılacaktır, yani örtük bir yan yoktur anlaşılmasında ve fakat yine de vurgulamakta yarar var, zira vurgulanmadığında bu ani değişimin niçinini merak edecek yığınla incelemeci çıkacaktır, bundan oldukça eminiz- rehberlik derslerinde dershanede öğrendiklerini Füsun’a anlattırır olmuştu sınıf öğretmeni, hiçbir ders o anlatmaya başladığından beri hızla geçip gitmemiştir diye geliyordu. 

Gerçi anlattıklarından bir şey anladığı söylenemezdi. Kimi derste kâh birtakım şekiller çiziyor sonra “Aşağıdaki şekillerden uygun olanını seçiniz?” diyor. Sonra niçin b şıkkındaki yanıtın doğru olduğunu anlatıyordu. Garip garip şekillere bakıyordu Sacit. Gözleri şekilleri değil Füsun’un doğru şık diye gösterdiği şıkkı gösteren parmaktaydı. Kulakları sesin tınısındaydı ne söylediğinin değil. her şey hoş güzeldi de ders çabuk bitiyordu. 

Bir keresinde arkadaşlarından yardım istemişti –doğrudan değil, dolaylı bir yardım, birilerini gaza getirtip söyletmek istiyordu- sınıf öğretmenine bazı tarih derslerinde de –sınıf öğretmenleri tarih dersine giriyordu- Füsun ders veremez miydi? Üniversite sınavları yaklaşıyordu ve kuşkusuz sınıfın neredeyse çoğunluğu dershane nedir bilmiyordu. Sacit bu öneriyi birkaç kişiye söylettirdiyse de öğretmen kaale almadı. Ve hevesi kursağında kaldı. Sınıf öğretmeni kendi dersinden kaçmak olarak değerlendirmişti. Yemin billah da edilse öğretmenin bu kanısı değişmeyecekti. Değişmedi de. 

Öğretmenden kendisine bir fayda olmadığını görünce hiç üşenmemiş “Bir saati bin saat, bin saati bir saat eden Allah” kıssasından hareketle zamanın uzamasına yönelik eylemlerde bulunmuştu. “Gizli İlimler”e bulaşması da o döneme denk gelmişti. 

Birtakım duaları, fevkleri yapar olmuştu ve fakat bir kilo fasulyeye bin kere – allahümme ya hadi ehdini ve allimni ya alimu ve ahbirni ya habiru ve beyyin li ya mübini vebsıt li ya basitu ve azhir li ya zahir- okuyup fasulyeleri banyo yaparken tepesinden aşağı dökmesi bir işe yaramayınca biraz biraz soğumuştu ve bir süre sonra arada bir yoklasa da, -ki bu yoklamalar tatil zamanlarında yolda, çarşıda pazarda, sokakta Füsun’a denk gelmek, Füsun’u rüyada görmek hatta Füsun’u evine getirmek üzerine olan yoklamalardı- hepten uzaklaşmıştı. Galiba kendisi bu işlerin erbabı değildi ve olamayacaktı, eğer gizli ilimlerde yazılanlar doğru ise. Belki biri dalga geçiyordu birileriyle ve kendisi de dalga geçilenler arasına katılmıştı. İster öyle ister böyle artık uzaktı. Olmuyordu. 

- İşin içinde Matematik olsun da o işim olsun, dedi yeni aldığı paketten bir sigara çıkarıp yakarken. 

Matematik kendisine hiç yar olmayacaktı. Bu belliydi. Bazen “Acaba o tılsımlarda yanlış sayım yapmış olabilir miyim?” diye bir düşünce geçerdi aklından. “Sayıların, rakamların bir oyunu olamaz mı? Madem onların bir esrarı var böyle de olabilir!” Uzak bir ihtimal olduğuna karar vermişti, yine de aklının bir köşesinde mıh gibi, Füsun gibi duruyordu.

Derin bir nefes çekti sigaradan tam direğin dibindeydi. Yan kapıdan giren çıkan yoktu. gülümsedi. 

- Ne kapıymış peh! dedi. Yüksek sesle çıkmıştı ağzından. Utandı. Duyan olup olmadığını araştırmak için etrafı yokladı. Şükür kimsenin dikkatini çekmemişti. Hem kimin çekecekti ki? Yoğun değildi sinemanın önü. Ne insanların dikkatini çeken bir afiş vardı -39 Basamak adlı filmin afişi asılıydı, Alfred Hitchcock’un romandan uyarlamasıydı bu film, ne kendisi ne öteki Hitckcock’u sevmelerine rağmen, bu filmi sevmemişlerdi- ne jilet, bardak, leke çıkarıcı satan birileri vardı. Eh bir de kış olunca.. hele de kar eriten güneşli bir hava olunca.. fazla kimsenin olmaması doğaldı. Güneşli hava insanları cezbetse de ayakkabılardan içeri dolacak yahut pantolonların paçalarına bulaşacak kar suları insanların dışarda dolaşma hevesini kırardı. Kayıp düşme tehlikesi de cabası.

Kimsenin duymadığına hükmedip rahatladı Sacit. Bu rahatlamanın verdiği gevşeklikle güldü. Sigara isteyen bir ihtiyara gülümseyerek sigarasından verdi, yanan sigarasını ihtiyara uzatıp ihtiyarın sigarasını yakmasını izledi. İhtiyarın ağzında bir iki diş ya vardı ya yoktu. Başında Kürt işi bir atkı vardı ihtiyarın. Bıyıkları buz tutmuştu. Çipil çipil gözleriyle bir süre Sacit’i süzdü.

- Sanki erken başlamışsın cigaraya he? dedi.

- Haklısın! dedi Sacit.

- Derdin neydi? dedi ihtiyar

- Dertsizlik, dedi Sacit

- Allah için güzel cevap, dedi ihtiyar gülerek. Saatin de pek güzel! diye ekledi.

- Dede yadigârıdır, dedi Sacit. Yalan söylemişti. Babası liseye başladığında almıştı. İhtiyar başını salladı:

- Bu olmadı, dedi ihtiyar, biraz alınmışçasına.

- Hayırdır neden ki? dedi Sacit

- Köstekli olsaydı anlardım, dedi ihtiyar. Benim yaşımdan, belki benden daha büyük birinden kol saati yadigâr olmaz, dedi hüzünle.

- Haklısın, dedi Sacit, Birden öyle demek geldi içimden.

- Anladım, dedi ihtiyar, Yaşıma münasip cevap olur diye düşündün.

- Tıpkı dediğin gibi, dedi Sacit biraz mahcup, biraz utanmış, biraz yakalanmış olmanın acısıyla, biraz hüzünlü bir bakışla..

- Boş ver, dedi ihtiyar, Asma suratını, hep aynı yerde kalmak kötüdür.

- Anladım, dedi Sacit, Ayrılmak gerekir, zamanı gelince ayrılmamak aptallıktır, demiş bir düşünür.

- Senin bir sözün yok mu?, dedi ihtiyar, Hep başkalarının dediklerini mi yinelersin?

- Haklısın, dedi Sacit azıcık bir sükûtun ardından ve kendinden emin bir edayla, Bu yönden hiç bakmamışım, diye de ekledi.

İhtiyar adam epey bir sıkladı Sacit’i. Bir yetim bir öksüz gibi başını eğdi eğecekti. 

İhtiyar adam müşfik bir sesle:

- Takma kafana, hadi ben de sana bir başkasının sözünü söyleyeyim, dedi ve ekledi, Başkasının söylediğini söyleyen kendisini değil, başkasını yaşar..

- İyiymiş, dedi Sacit, Kimin söylediğini biliyor musun?

- Hayır, dedi ihtiyar, Buraya gelmeden az evvel Caferiye Camii'nin önündeki durakta oturmuş dinleniyordum, Allah seni inandırsın sabahtan beri, ayağı topal bir it gibi dolanıp duruyorum.

- O nasıl söz dede? Sen bile sana böyle dememelisin! dedi Sacit

- Yok be oğul doğruya doğru, eğriye eğri, sabah namazından beri ayazda kalmış it gibi titreyerek dolandım durdum, dinlenmek için de dediğim gibi Caferiye Camii'nin durağında oturdum, durakta otobüs bekleyen iki delikanlı vardı, sanırım üniversiteliydiler, parkaları askerlerin parkalarına benziyordu, bıyıkları yer çekimine karşı koyamamış gibiydi, tarak yüzü görmediklerine yemin edebilirim korkmadan.. her neyse biri diğerine –benim de duyacağım bir şekilde- bu sözü söyledi. Hem arkadaşına hem bana söylenmiş bir söz olduğu açıktı ve bu yüzden hiç çekinmeden dedim ki –onlardan sözü söyleyeni muhatap alarak elbet- “Yaşına göre büyük söz ettin! Hem halinden çile çekmiş bir çilekeş olduğun da anlaşılmıyor!” O da ters ters baktı bana, gözlerini ağarttı ve “Dede sanırım gevezeliğe muhtaç haldesin!” dedi. Sonra da benim cevabımı beklemeden arkadaşının kolundan tutup çekerek ayrıldılar duraktan. Giderlerken biri diğerinin –muhatap aldığım ötekinin- kulağına bir şeyler fısıldadı sanırım, kulağına fısıldanan da dönüp dönüp baktı bana gözden kayboluncaya kadar… ee genç adam şimdi de hele sence de ben gevezeliğe muhtaç biri miyim?

- Ne münasebet, dedi Sacit o sözü söyleyene kızdığını belli ederek. Aslında tam da o üniversitelinin dediği gibi demek gelmişti içinden ve fakat diyememişti. Hiç de hoş bir karşılık olmazdı. Hele de yaşlı birine karşı. Böylesi bir nezaketsizlik yakışmazdı kendisine. Affedilir bir şey olmazdı. Asla nezaketsizlik yapmazdı. Yapmayacaktı. Bu kararında Füsun’un okul kantininde arkadaşına –arkadaşı Selcan’dı galiba.. belki Münire’ydi, belki Serpil’di, belki de üçüyle birlikteydi- “Dünyada en tahammül edemeyeceğim şey varsa o da nezaketsizlik, kabalıktır, gördün mü biraz önce çay alan ayıyı, nasıl da fil gibi bedeninin verdiği güvenle kabaca davranıp başkalarının sırasını kaptı.. tam bir ayı!” sızlanmasının etkisi olduğu söyleyenler çıksa da tek etken bu değildir. 

Allah için Sacit gerçekten nazik biriydi. O kadar nazik ti ki Öteki’nin zaman zaman bu naziklik karşısında sabrı taşar ve öfkeyle;

- Ne çıtkırıldım adamsın sen yahu! Bazılarının ağzının payı verilmesi gerekir, öylelerinin karşılarında çıtkırıldım olmak naziklik değil ahlaksızlıktır. Verseydin ya şu namerdin ağzının payını! Hadi alttan aldın aldın anladık.. iyi de birader artık alınacak alt kalmadı görmüyor musun? derdi her hangi biriyle yapılan ağız dalaşında kendini geri çektiğinde Sacit. 

Sacit Öteki’nin sızlanması öfkesi karşısında susmazdı yanıtı hazırdı;

- Tartışmanın adab-ı muaşeretinden bihaber biriyle sözü uzatmanın anlamı yoktur.

Gerçekten de Sacit ağız dalaşmalarını sevmezdi hele bir de bunu tartışma, münazara diye satmaya kalkmazlar mı hepten uyuz olur ve fakat uyuz olduğunu belli etmez o ortamdan geri çekilir, sükûtu seçerdi.

- Sidik yarışına ne mecalim ne hevesim var! Tümcesi Sacit’in en meşhur tümcelerinden biriydi öylesi ortamlarda.

İhtiyar adam sigaradan derin derin birkaç nefes çekti soba borusundan çıkan dumanları andırır yoğunlukta dumanı üfledi önünde durdukları binaya bakarak iç çekti..

- Bu bina var ya.. bu bina.. dedi ihtiyar hüzünlü bir sesle, sen bilmezsin.. yandıydı.. hem ne yanmak.. ne yanmak.. hani cayır cayır derler ya işte öyle! Söndüremedik.. etfaiye –ihtiyar itfaiye sözcüğünü etfaiye diye telaffuz ediyordu- söndüremedi.. kendi kendine bina kül olunca söndü..

- Duymuştum, dedi Sacit, Sinema'nın adı Saray'mış

- Evet, dedi ihtiyar.

Evet’ten sonra sanki gözleri dolmuştu ihtiyarın. Hani dokunsan ağlayacak, denir ya işte o haldeydi ihtiyar, sanki birazdan hüngür hüngür ağlayacaktı, böyle bir duyguya kapılmıştı Sacit nedense. Ortada böyle bir durum yoktu ihtiyar aynı haldeydi. 

- Yandı, dedi ihtiyar yeniden..

- Evet, yanmış, dedi Sacit.

- Güzel sinemaydı, dedi ihtiyar..

- Bina bir kabrin üzerine inşa edilmiş derler, dedi Sacit

- Evet, dedi ihtiyar, Ziyaret varmış derler, benim yaşayım müsait ama o ziyaretten benim de haberim yoktur ha! Her neyse yine derler ki ziyaret rahatsız olmuş gösterilen bazı filmlerden o yakmış.. Yani kundakçı bizim ziyaretmiş senin anlayacağın.

- Dirileri rahatsız etmeyen filmler ölüleri rahatsız etmiş öyle mi? dedi Sacit.

İhtiyar böyle bir çıkışı, böyle bir buluşu, böyle bir çözümlemeyi beklemiyor olacaktı ki bir kaşını kaldırdı, göz kırpıp dik dik baktı Sacit’e. Sacit bu bakışın anlamını biliyordu. Bu bakış takdirin, taltifin, övgünün bakışıydı. Göğsü kabardı. Gururlandı. Mükemmel bir buluş olmalıydı ki koskoca bir ihtiyar –neler görmüş neler yaşamış ne badireler atlatmış bir insan- çarpılmıştı adeta. 

“Öyle ise bu tümceyi bir köşesine yazmalı hafızamın!” diye geçirdi içinden Sacit. Hani paltosunun iç cebine her zaman koyduğu küçük not defteri ve kalemi yanında olsaydı – artık hangi iyi saatte olsunlar nasıl engel oldu nasıl unutturduysa bugün yanına almamıştı ne defterini ne kalemini- ihtiyara aldırış etmeden sağ cebinden defterini sol cebinden tükenmez siyah kalemini çıkarır hiç üşenmeden “DİRİLERİ RAHATSIZ ETMEYEN FİLMLER ÖLÜLERİ RAHATSIZ EDİYORMUŞ” tümcesini yazardı.

Küçümsenecek bir buluş değildi. 


<<Önceki                  Sonraki>>


Cemal Çalık, 23.12.2016,  Konuk Yazar, Sonsuz Ark, Kumpas, Roman 



Seçkin Deniz Twitter Akışı