16 Aralık 2016 Cuma

SA3761/KY1-CÇ350: Hangisi Sen?/ Roman Bölüm I-1

PEK YAKINDA


Bölüm Bir
-1-

E. Kenti,  1978 yılı, 25 Şubat , Cumartesi günü saat 11:30

Sacit bir aşağı bir yukarı Dadaş Sineması'nın bulunduğu binanın önünde gidip geliyor, arada bir sağ kolundaki –dikkatinizi çekerim sağ kolunda- Hislon marka saatine bakarak dershanenin çıkış saatine ne kadar kaldığını hesaplıyordu. Sacit zamana fırsat verse belki çabucak geçecek de fırsat vermiyor ki. Daha yirmi adımlık yolun –volta attığı güzergâhın- iki adımını atmadan saate bakıyordu. Bu acelecilik zamanında geçmesi gerekenin de gecikmesine neden oluyor, gibisine geliyordu. Bu yargıyı birkaç kez kendi kendine dillendirmişti dadaş sinemasının bulunduğu binanın önünde attığı her voltada.

Dadaş Sineması'nın bulunduğu binanın iki kapısı vardı. Her iki kapı da hem giriş hem çıkış için kullanılırdı. Bu gereksiz bilgiyi –kapıların her ikisinin de giriş çıkış için kullanıldığının bilgisi- vermemizin nedeni akıllara kapılardan birinin sadece giriş, diğerinin de sadece çıkış için olduğunun gelmesi, böyle bir sanıya kapılma olasılığının olmasıdır. Gerçekten bu sanıya varan olur mu? Olur! 

Olur, çünkü sinemadan söz edilmiştir ve sinemalar iki kapılıysa mutlaka biri yalnız giriş için diğeri yalnız çıkış için kullanılır ve Dadaş Sineması'nın da bir giriş bir çıkış kapısı vardı zaten. Ancak hatırlanacağı gibi sinemadan değil –kesinlikle değil, hani unutkanlıkla bile olsa bu değili unutup sinemadan söze edecek değiliz- Dadaş Sineması'nın içinde bulunduğu binadan söz ediyoruz. Lütfen!
Binanın iki kapısı vardı hemen herkesin –hemen herkesin dememizdeki neden ola ki kendini herkesten soyutlayan biri vardır da o farklı söylüyordur- ön kapı dediği kapı tam Cumhuriyet caddesine bakıyordu. Diğeri yüzünüz sinemaya dönükken –yani sırtınız caddeye dönükken- sağ tarafa düşen –ki sırtınızı binaya yüzünüzü caddeye döndüğünüzde ister istemez sol tarafa düşer- yan kapı. 

Yan kapıdan yukarı –yani sırtınız caddeye dönükse eğer- doğru giden sokak sizi Vani Efendi mahallesine yahut Çırçır mahallesine götürürdü. Elbet Çırçıra gidebilmeniz için Vani Efendi mahallesini geçmeniz gerekirdi. Taş ambarlarını geçtikten sonra. Biraz sola saparak gittiğinizde yani. Aslında bizim o iki mahalleyle de bir işimiz yok. Kaldı ki Çırçır mahallesine sadece o sokaktan da gidilmez hani. Hatta en doğru istikamet Ali Ravi Caddesinden yokuş yukarı gitmektir. Eğer çırçır mahallesine gitmek istenirse. Çırçır mahallesine niçin çırçır denilmiştir? Bilmiyoruz. Pirinçle alakası olmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Artık hangi muzibin canı nasıl bir oyun çekmişse.. Dediğimiz gibi bizim o iki mahalleyle de bir işimiz yok, olacağına da ihtimal vermiyoruz. İhtimal vermiyoruz çünkü mezkûr mahallelerde öykümüzdeki kişilerden eğleşen, ikamet eden –yahut gezip tozan- dolayısıyla bizi ilgilendiren kimse yok. İşimiz Dadaş sinemasıyla, daha doğrusu dadaş sinemasının bulunduğu binayla bu binadan çıkacakları görebilmekle. 

Ki, binanın en üst katı dershaneydi ve Füsun da o dershaneye gidiyordu. Sacit O’nu görmenin –sömestri tatilindeydiler, öyle olmasa zaten kolaylıkla görürdü Füsun’u- peşindeydi. Ve bu görme edimini gerçekleştirme eyleminde kafasını yan kapıya takmıştı. Kim ne diye hiçbir anlamı olmayan ve tek tük insanın kullandığı bir yan kapı yapar bilinmez. Bunda arada sırada bir art niyet bulmaz değildi. Yaptığı sıkı gözlem sonucunda o kapının –yan kapının- hepten lüzumsuz olduğuna hükmetmişti. 

Allah sizi inandırsın beklediği üç saat boyunca –ki bekleyişleri üç saatten az sürmezdi- iki yahut üç kişi o kapıyı ya kullanmış ya da kullanmamıştı. Onlar da –yan kapıyı kullananlar- büyük bir olasılıkla girdikleri ön kapının yolunu şaşırdıkları için kullanmak zorunda kalmışlardı. Çünkü o üç kişi de cumhuriyet caddesine doğru yürümüş, binayı geçince sağa dönmüşler ve vilayete doğru gitmişlerdi. Aslında onlar o yan kapıdan çıkarak yolu uzatmışlardı ve bunun ayrımında bile değillerdi. 

Sacit bu kapının anlamsızlığına hükmetse de kuşkusuz dünyada nicelerinin anlam veremediği –hem de hiç anlam veremediği- birçok şeyin olup bittiğini bilecek, kestirecek kadar duyarlı biriydi. Kendisinin tuhaf karşıladığı yan kapının tuhaflığı o tuhaflıklar karşısında her hangi bir yer edinemeyeceği gibi, tuhaf bile olmadığını yeminle söyleyen insanların çıkacağını bilirdi, yani benmerkezci biri değildi ve hatta öylelerinden hiç ama hiç hazzetmezdi. Her ne halt ise iki kapıdan çıkanları da görebilmesi gerekiyordu Sacit'in dolayısıyla hem yan kapıyı hem ön kapıyı rahatlıkla göreceği köşede bir yer edinmişti. 

Bu yer edinmenin her hangi bir mücadeleyi gerektirdiği gibi bir sonuca varılmasın. Yok öyle bir şey. Her hangi bir mücadele verilmemiştir. Bu altıncı gelişiydi. Daha ilk gelişinde şuan durduğu trafik uyarı levhasının –az ilerde ışıklı geçit olduğuna dair bir uyarı levhasıydı bu ve bu levhanın otomobillere yönelik olduğunu, otomobillere hızlarını düşürmesi gerektiğine ilişkin adeta bir dip not olduğunu çok iyi biliyordu ki zaman zaman bu bilgisinden ötürü kendini kutlamadan duramazdı- altında durmuştu ve şimdi de duruyordu. Bu nokta hem ön kapıdan girip çıkanları hem yan kapıdan girip çıkanları rahatlıkla gören, gösteren bir noktaydı. Burayı bulmak o kadar zor da olmamıştı.

Tesadüfen –Öteki ile- sinemaya gelmişlerdi. 14:30 seansına gideceklerdi film Alain Delon’un 1974 yapımı orijinal adı Les Seins de Glace olan yerli afişte “Buzdan Göğüsler” yazan filmdi. Öteki’nin –Öteki Sacit’in en samimi arkadaşı, hatta tek arkadaşıydı ve biz onu hep Öteki olarak anıp anlatacağız. Yani bizden bir isim istenmesin. Ne zaman “Öteki” sözcüğü karşınıza çıkarsa kuvvetle muhtemel Sacit’ in arkadaşı, sırdaşı olandır.- ısrarı ve abartısı sonucunda yine bir cumartesi günü buraya gelmişler –gerçi şimdi yalnızdı Sacit ve hep yalnız gelmeyi kararlaştırmıştı, bu kararı ilanihaye sürdürebilecek miydi, o da belirsizdi, ama şimdilik dediğimiz gibi altıncı yalnız gelişiydi. 

Aslında beşinci denmeli çünkü ilk görüşte Öteki yanındaydı, hatta bu görüşü, görmeyi Öteki sağladı bile denilebilir, O –yani Öteki- sinemaya gitmeye ısrar etmeseydi, hem de o saatteki seansa gitmekte ayak diremeseydi, -saat dörtte bir işi vardı Öteki’nin, kavuşabilmek için 14; 30 seansına gitmeleri zorunluydu- daha sinemadan içeri adım atmadan Füsun’u göremezlerdi. 

Hayır, Öteki görmemişti. Sacit görmüştü. Sacit aslında her gün görüyordu. Yani haftanın beş günü görüyordu Füsun’u. Aynı sınıftaydılar. Füsun kendisi gibi pencere tarafındaki sıra dizisinin en önündeki sırada oturuyordu, kendisi de aynı dizinin en arkasındaki sırada otururdu. Bu sıra seçimi öyküsünü belki ilerde anlatırız. Çünkü gerçekten bu seçim işinin –istese ön sıralardan ya da bir arkalarındaki sıralardan birine oturabilirdi zira boyu uygundu, boy uygunluğuna ve diğer uygunlukla ilgili bütün koşullara sahip olmasına rağmen –örneğin bunlardan biri de gözlüklü olmasıdır- o en arkadaki sıraya oturmayı seçmişti. Ve şimdi de bu seçiminden –Füsun’u fark ettiğinden beri pişmanlık duyuyordu- bir öyküsü vardı. 

Ve fakat şimdi bu öyküyü anlatmanın ne yeri ne zamanı gibi geliyor. Sınıfta oturulan sıra konusunu, öyküsünü bir kenara bırakıp hiç vakit kaybetmeden Dadaş Sineması'nın önüne gelmeliyiz. Kim bilsin sınıfta Füsun'la kaç, ama kaç kez konuşmuşlar, belki gülüşmüşlerdi de birbir söylediklerine. Madem böyledir de niye şimdi, şuan, burada ilk kez görmüşçesine çarpılıp kalmıştı Sacit? 

İhtimal siyah önlük Füsun’u görmesine engel olmuştu, oluyordu. “Siyah önlük bir tür bir perdedir demek ki!” 

“Bu buluşu usumun bir köşesine yazmalıyım!” diye geçirmişti, niçin Füsun’u daha önce gördüğü halde ilk kez görmesini sorgularken ve yazmıştı. Ve yeri geldiğinde yüksek sesle söyleyecekti. Ve yeri geldiğinde bir yere yazacaktı. Bu buluş başkalarıyla da paylaşılmalıydı. Öyle de yaptı. Tekrar Füsun’u ilk kez gördüğüne hükmettiği ana yöneldi. 

Her şeyden habersiz iki kafadar filmin afişine bakıyorlardı –biletlerini almışlardı sonra sigara içmek için dışarı çıkmışlardı- Mireille D'arc filmin kadın kahramanıydı ve filmdeki adı Peggy idi, afiş pek ilgi çekiciydi Alain Delon’un sağ omuzuna kapanmıştı Peggy. Kadın kahramanın adını hala dün gibi anımsıyordu Sacit. 

Gelgelelim Alain Delon’un canlandırdığı tipin adını bir türlü çıkaramıyordu. Ne zaman birileri –filmi ballandıra ballandıra anlattığı zamanlarlar da- o filmdeki –o filmin Sacit üzerinde hiç kimsenin öndeyide bulunamayacağı kadar bir önemi, etkisi olduğu biliniyor başkaları bilmese de bilen biri –en azından Öteki- vardı.- erkek kahramanın adını sorsa kem küm eder, unuttuğunu inkâr yolunu seçer sonra da bu seçimden vazgeçip “Aklımdan çıkmış!” derdi. 

İşte öylece meraklı gözlerle uzaktan afişe bakarlarken afişin önünden adeta sekerek, yok, adeta süzülerek –bu her iki deyimde Sacit’e aittir, bunda en küçük bir dahlimiz yoktur- O geçti. Bir anlık bir geçiş sanki asırlarca sürmüştü. Zaman durmuştu. Tam Peggy’nin durduğu yerde duruyordu Füsun. 

Sacit’in gözleri karardı. Sanki Peggy’i sarıp sarmalayan kendisiydi ve Peggy’de Füsun'du. Siyah önlük yoktu. Nasıl olsundu ki bugün tatildi –cumartesiydi- ve Füsun sivildi bugün. Kahverengi, kısa bir mont vardı bedeninin üst kısmında. Altında da kırmızı bir pantolon vardı ve neredeyse dizlerine kadar uzanan siyah bot giymişti. Sacit o an Füsun’un renk uyumu denen şeyden haberdar olduğunu ayrımsadı. 

Ki bu ayrımsama kendisinde hiçbir değişiklik yapmamıştır. "Renk uyumu nedir?" diye bir soru aklından bile geçmemiştir. Aklından böylesi şeyleri geçirenlere de tuhaf tuhaf bakmıştır. Ve fakat Füsun başka. Füsun’un bunu bilmesi, buna uyması bambaşka bir şeydi. Marilla Darc halt etmiş! Hele örgüsüz –okulda her zaman örgülü- saçlarının rüzgârlarda savruluşu, raks edişi –bu deyiş te Sacit’e aittir, biz saçların rüzgârlarla ne raks ettiğine, ne dans ettiğine tanık olduk- insanın nefesini keserdi ve zaten nefesi kesilmişti de. 

Öteki’nin dürtmesiyle binadan içeri görünüşte girmişti. Görünüşte filmi izlemişti. Her şey görünüşteydi. Bir Marilla Darc –yani Füsun- vardı bir de kendisi. Ta ki o uğursuz, o meşum, o zalim sözcüğü işitene kadar; Salaş.. filmin bir sahnesinde –doğrusu asıl filmden bir sahnede mi yoksa gelecek hafta filminin tanıtımındaki bir sahne mi emin değildi- o sözcük çalındı kulağına.. yeniden dünyaya döndü Sacit.

- Şimdi o sözcüğün yeri miydi? Ne alakası var? dedi Sacit.

- Hangi sözcüğün, dedi Öteki.

- Canım şimdi, biraz önce Peggy demedi mi “O salaş yere gitmeyelim?” diye dedi öfkeyle Sacit.

- Ben duymadım, dedi Öteki.

- Nerenle filmi izliyorsun bilmiyorum ki?, dedi Sacit kafasını sallayarak.

- Kaçırmışım demek ki, dedi Öteki utanarak.

Gerçi o sözcüğün söylendiği sahne filmde yoktu ve gelecek haftaki filmin tanıtımında geçmişti Öteki biraz dikkatli olsaydı filmi asıl seyretmeyenin –yahut neresiyle izlendiğinin sorgusu- kim olduğu sorgusu daha rahatlıkla yapılır ve yersiz suçlamanın hiç de hoş bir şey olmadığını münasip bir dille anlatabilirdi arkadaşına. Ve fakat Öteki umursamadı.

-Sence gittikleri yerin salaşlık nesi vardı Allah aşkına?, diye sordu Sacit. 

Bir yanıt beklediği o kadar belliydi ki, konuyla ilgisiz her hangi biri bile kolaylıkla yanıt beklendiğini yeminlerle söylerdi. Ancak Öteki’nin umursamazlığı beklentiyi boşa çıkarıyordu.

-Yanılıyor muyum?, diye üsteledi Sacit.

-Ben o sahneyi büyük bir ihtimalle kaçırdım, diye yeniden yanıtladı Öteki.

-Sen de hep böyle yapıyorsun, diye omuz silkti Sacit, hiç de salaş bir yer değildi. Yav o görkemli bara sen nasıl salaş dersin? Derme çatma nasıl dersin? Tabi izleyicilerin cahil olduğu ön kabulüyle yola çıkarsan böyle bir sözü de rahatlıkla kahramanına söyletirsin. Hadi metruk desen anlarım. Gerçi o sözcük de orası için yersiz olur. Ama salaş kadar yersiz değil. Dersin ki “sayılı –sayısının bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar olduğunu bir şekilde ima ederek- müşterisi olduğu için o sözcüğü kullandım.” Anlarım. Anlaşılır. Hani zoraki de olsa kabul edilir. Lan o binanın neresi salaş?

- Hangi binanın?,dedi Öteki.

-Peggy’nin bir şeyler içmek için gittikleri yer için söylediği binanın, dedi Sacit.

-Gerçekten de dediğin gibi, dedi Öteki. Başka türlü kurtulamayacaktı elinden. Onaylamakla kurtulup kurtulamayacağı da belli değildi hani, yine de şansını denemek istemişti umutlanarak. Sacit böyleydi. Taktı mı takardı. Hem de ipe sapa gelmez nice şey varsa. Gerçi kendisi de pek vurdumduymazdı. 

Vurdumduymazlığı Sacit’in takıntılı hali kadar vardı. Belki de bu yüzden iyi anlaşıyorlardı. Birbir aşırılıklarını törpülüyor olabilirlerdi.

- Ne dediğim gibi?, diye sordu Sacit.

- O bina hiç de öyle değil, dedi Öteki.

- Hangi bina?, diye sordu Sacit

- Yoksa unuttun mu?, diye sordu Öteki.

- Benimle dalga geçiyorsun, diye yanıtladı Sacit.

- Niçin dalga geçeyim?, diye karşılık verdi Öteki.

- Senin huyundur, dedi Sacit, susmuşlardı. Susmuşlardı çünkü Füsun’un rüzgârda dalgalanan saçları belirmişti Sacit’in gözlerinin önünde. Kırmızı pantolon, siyah botlar. Gözlerinin –Füsun’un gözlerinin- rengindeki mont bütün çıplaklığıyla, en ince detaylarına kadar gözleri önünde belirmişti ve bunun keyfini çıkarmalıydı. Hem bunun keyfini çıkarmalıydı hem de Öteki durumu fark etmemeliydi. Şimdi zamanı değildi. Daha sonra, epey sonra, ya da hiçbir zaman -ki hiçbir zaman pek de mümkün değildi- söyleyebilirdi. Hem kendisi söylemese de Öteki kendisindeki değişimi görecek, peşine düşecek onu değiştireni bulacaktı elbet. Öteki’nden saklayamazdı. Hem saklayıp ne olacaktı? Bugüne kadar sakladığı ne olmuştu ki? Saklamadığı için ne gibi olumsuz durumlara düşmüştü ki? Hiç! Tersine faydası bile olmuştu.

- Şu salaş sözcüğü!, dedi kendi kendine. Yine karşısına çıkmıştı ve sinirleri de tepesine çıkmıştı elbet. Kahrolasıca bir şey aklına bir kez düştü mü zor çıkardı. Sahi ne vardı bu sözcükte ki kendisini delirtip küplere bindirecek kadar sinirlendiriyordu? 

Sacit’e öyle geliyordu ki bu sorunu çözmeden dünyada ona rahat yüzü yok. “Bu sorunu çözmeliyiz arkadaş!” diyordu kendi kendine “Düşün bir.. eğer bu sorunu çözmezsek diyelim Füsun’la evlisin –hemen de evlenmişti imgeleminde, evlilikle ilgili en küçük bir düşüncesi olmadan hem de. Tek bildiği aynı yatakta yatıldığı, aynı sofrada yemek yenildiği, oysa bunun daha pazarı vardı, alışverişi vardı, temizliği vardı, üstüne üstlük pazarı, yani mutfak alış verişi her hafta vardı, yani bir kerelik değildi ve bunların hiç biri hakkında ve daha niceleri hakkında hiçbir şey bilmiyordu ve yine de çabucak duraksamadan evlenmişti- ve bir tatil günü mutlu mesut kahvaltı yapıyorsunuz birden sokaktan geçen biri, bir satıcı diyelim, yahut radyoda – o zamanlar, yani bin dokuz yüz yetmişler, tv. yaygın değildi bu yüzden aklına tv. Gelmemişti Sacit’in, hani günümüzde olmuş olsaydı tv.yi, hatta pc, laptop, tablet yahut akıllı telefonları da anardı- boş boğaz bir spiker hiç durduk yere, her hangi bir nedeni olmaksızın –sanki ne diye bir nedeni olacaktı söyleyenin, hem niye söylesinler ki?- ‘salaş’ sözcüğünü söyleyiverdi, ne yapacaksın?” 

Sahi ne yapardı? Bunu bilemiyoruz. Ancak bütün bütün sinirleneceği ortadaydı. Belki hızla masadan kalkacak elindeki çay bardağını hızla yere –yahut duvara- çarpacak, kahvaltılık malzemelerini dağıtacaktı. Bu hiç de hoş bir durum değildi elbet. Hani bunu hoş karşılayacak biri çıkar mı, emin değiliz. 

Ve fakat, "Durup dururken ortalığı dağıtmak da nereden çıktı?" demeyecek miydi Füsun? Derdi. Elbet derdi ve hatta suratını asar, küser, belki günlerce konuşmaz yüzüne bakmazdı. Böyle yapmasından ötürü kimse de onu kınayamazdı. Hangi hakla kınayacaklardı? 

Bu sorunu –salaş sözcüğünün onu çileden çıkarma sorununu- mutlaka çözmeliydi. Yüzleşmeliydi onunla yoksa -yukarıda da söylendiği gibi- dünyada ona rahat yüzü yoktu. Bu yüzleşmeyi de yalnız yapacağa benziyordu. Çünkü Öteki’nin umurunda değildi. o umarsız adama ne diyecekti? Söze nasıl başlardı? Hem buna kalkıştığında ağzından Füsun’a ilişkin bir şeyler kaçırmayacağını nereden biliyordu? Diyelim ki kaçırdı, ne olurdu? Bu ilk kez olan bir şey değildi ki. 

Yıllar, yıllar önce –üç yıl önce- istasyon şeflerinden Rahmi Bey'in kızına âşık olmuştu da –ortaokul birinci sınıf arkadaşı, tayinleri çıkmıştı da günlerce kendine gelememişti Sacit. Eğer tayinleri çıkmasa yine Füsun’u fark eder miydi? Belki de Füsun’u fark etsin diye tayinleri çıkmıştı, burada Sacit’in yazgıcı bir yanı olduğuna tanık oluyoruz.- birlikte – Öteki ile- Gülcan’ın peşine düşmemişler miydi? 

Başlarda sıkılmıştı Öteki. Ama Gülcan’ın karşı komşularının kızı Eda ile – Eda’da aynı okuldaydı ve Öteki ile aynı sınıftaydılar tıpkı kendisinin Gülcan’la aynı sınıfta oluşları gibi- okula gidip gelmesi onda da –az da olsa- bir umursarlık peyda etmişti ve fakat bu halden önce, “Arkadaş niçin yolu uzatıyoruz? Bak şimdi biz bir Z çiziyoruz. Oysa L çizsek okuldayız.”  Sacit baştan söylememişti yeni güzergâhlarının nedenini. “Her gün aynı yoldan gitmekten sıkıldım!” demişti yapmacık bir gülüşle. Öteki de inanır görünmüştü. Hatta hoşuna gider gibi olmuş ve fakat yolun epey uzaması canını sıkmıştı. 

Evden çıktıklarında –Sacit’le Öteki’nin evleri yan yanaydı.- sola dönüp yürüdüler mi –ki bu yol L’nin kısa bacağı oluyor- karşılarına okula giden ana yola çıkıyorlardı. Oradan da sağa dönüp –L’nin uzun çizgisi- okula varıncaya kadar dümdüz yürürlerdi. Oysa şimdi Sacit yolu değiştirmiş, sağa döneceğine sola dönmeye başlamıştı –Z’nin uzun çizgisi- bu da bir Z çizmelerine neden oluyordu –üstüne üstlük Z’nin uzun çizgisini iki defa yürüyorlardı- ve bu Z’e yolu neredeyse iki katına çıkarıyordu. 

Üçüncü gidişlerinde demişti Öteki;

-Niçin yolu uzatıyoruz? diye. Altıncı gidişte artık inanmamaya başladı;

-Aynı yerden gidip gelmeye sıkıldım! Yanıtına. 

Çok üstelemeden ne olduğunu, nelerin döndüğünü bulmuştu Öteki, zira matematiğe oldukça yatkın bir zihinsel yapısı vardı. Hele ders aralarında nereye gitseler karşılarında Gülcan ve arkadaşı Eda’yı görünce iyiden iyiye huylanmıştı. Ve anlamıştı. Sonra da sesini çıkarmamıştı artık o da bir şeyleri umursamaya başlamış gibiydi. Yani tam bir umursarlıktan söz edemeyiz elbet, yine de az da olsa bir şeyler olmuştu. Eda fena kız değildi hani. Sevecen, güleç, hoş bakışlı biri. Göz göze gelmemeye dikkat etse de arada bir göz göze geldikleri oluyordu ve o esnada hemen gözlerini kaçırıyordu Öteki. 

Böylece – yani Öteki’nin anlamasıyla, durumu keşfetmesiyle- yepyeni bir dönem başlamıştı. Birlikte dertleşiyorlardı. Düşlerini anlatıyorlardı. Kızların –Gülcan ile Eda’nın- bakışlarını, yürüyüşlerini –ki bazen iki kız el ele tutuşarak yürürlerdi evlerine kadar- yorumlar çıkardıkları anlamları birbirleriyle paylaşırlardı. 

Duygularını paylaşmak iyi geliyordu. Hem pekiyi geliyordu. Bazen öyle çetrefilli konuşurlardı ki aman Allah’ım! Elbet başkalarının yanında öyle konuşurlardı. Hatta bir keresinde sabaha kadar öyle konuşmuşlardı başlarından savamadıkları bir arkadaşlarının yanında ve o dinleyici hışımla ayağa kalkıp –ki söylenenlerin bir tek tümcesini sözcüğünü anlamamıştı ve sabah ezanı okunuyordu- “Eğer ne konuştuğunuzu bana adam gibi demezseniz yarın sizi bütün mahalleye, bütün okula –o da aynı okuldaydı- afişe ederim! Hem de bire bin katarak! Ya anlatırsınız ya her türlü iftiraya katlanırsınız!” 

Bu sözler üzerine bir süre bir sessizlik olmuştu ve neden sonra –tehdit eden dâhil- kahkahalarla gülmeye başlamışlardı. Hem dinleyici hem kendileri ellerinde olmadan kasıklarını tutarak gülmüşlerdi. 

Öyle ise Öteki’nin duymasında, yakalamasında, anlamasında ne gibi sakınca olabilirdi ki? Hiç! Yine de Öteki’nin bilmesinden önce çözmesi gereken “salaş” sözcüğü sorunu vardı ve bu her şeyden önce geliyordu. Maazallah dağıtılan sabah kahvaltısının ötesinde kim bilir daha nelere neden olurdu! Bunu göze alamazdı. Almamalıydı. Yoksa çekiniyor muydu? Saatine baktı. Topu topu beş dakika mı geçmişti? Tam “Kahretsin!” diyecekti vazgeçti. Sızlanmak olmazdı. Hayır! Bin kere hayır! Yine hayır! Dünyada olmazdı! Olamazdı zira sızlanmak insanın dengesini bozardı. Dengesi bozulan insan da yapmayı kurduğu hiçbir şeyi hakkıyla yapamazdı. Herhangi biri şeyi hakkıyla yapmayan insan da başarısız olurdu. Başarısız olan insan da eninde sonunda asosyal olup çıkardı. Bir asalaktan farkı olmazdı. 

“Diyelim ki böyledir bunun ne sakıncası var?” dedi biraz çekinerek ve fısıltıyla. Hani gelen geçen duyar “Şu gence de bakın.. bu yaşta sıyırmış kafayı, kendi kendine konuşuyor” derlerdi. O yüzden de kendi kendine olan konuşmalarını kendisinden başkalarının duymamasına azami dikkati, itinayı gösteriyordu.

- Önce salaş!, dedi mırıltıyla Sacit. Asosyal, asalak olmanın herhangi bir sakıncası olup olmadığına ilişkin bir uslamlama için duyduğu onulmaz sevincin, özlemin önünü kesmişti böylelikle. Tanrıya şükür sorunlar arasında kaybolmaktan kurtulmuştu. Gerçi usunu kurcalayan –şu an için- sayısal olarak az da olsa niteliksel büyüklüğünü kimse yadsıyamazdı. 15. Adımda durdu başını kaldırdı –trafik levhasına arkasını dönüp yürüdüğü güzergâhta her 15 adımda duruyordu, üstüne üstlük adımlarını saymaktan da vazgeçmiyordu, belki adımlarını saymaktan vazgeçmemesinin nedeni başını ne zaman kaldırıp kaldırmaması gerektiği üzerine yaptığı bir uslamlama sonucu edinmişti, böyle düzenliliği andıran davranışlar umarız kimseye Sacit’in obsesif kompulsif bir karakterde olduğunu düşündürtmez. Allah için O’nun gözle görünür tek bir takıntısı olduğuna dair bir tek tanık bulunamaz. Çünkü herhangi bir takıntısı yoktu delikanlının. Ya bu “ salaş” sözcüğünün durumu? Sıradan aklın örtük yargıları arasında saymak yeterli olurdu.

“Sıradan aklın örtük yargılar!” 

Ne mükemmel bir tümcedir o. O tümceyi felsefe hocasından duymuştu ve pek beğenmişti. Kant denen filozofa ait bir yargıydı ve bu yargıyı tüm cepheleriyle anladığına hükmetmiş içinden çıkamadığı durumlarda hemen hiç durup düşünmeden –belki uygun düşmüyordu ama Sacit düştüğüne iman etmişti- o yargıyı dile getirir rahatlardı.

-Salaş sözcüğünün o sinirlendirmesinin aklın örtük bir yargısı niye olsun?, dedi kendi kendine. Elbet bunu yine fısıltılı bir şekilde söylemişti. Ve birkaç kez yinelemişti. Verecek bir yanıtı yoktu. Bafra sigarasından tek bir sigara çıkarıp yaktı. İlk dumanları büyük bir özen ve özlemle savurdu. Ağır ağır başını kaldırdı çevresine bakındı. On beş adımda bir olmasa da erimeye yüz tutmuş karlar üzerindeki yürüyüşünü durdurup her başını kaldırdığında dört bir tarafa bakmayı adet edindiğini söylemeye gerek var sanırım. 

Öyle ya durup da ne yapıyor? Kafasını kaldırıp kül renkli bulutlara mı bakıyor? Binanın en yüksek katındaki dershanenin camlarına mı bakıyor? Ne yapıyor? Bunun bilinmesi gerekti. O yüzden durup dört bir tarafa baktığını alışkanlık haline getirdiğini söylemeliydik, zaten söyledik. Erimiş karlar ayaklarının altında vıcık vıcıktı. Her adım attığında “şılap şılap” diye ses çıkarıyordu erimiş kar suları. Erimiş kar sularının seslerini duymak için özel bir gayret sarf etmiyordu böylelikle. Yine durmuştu. Sigarasını yakmıştı. Önce sağına dönmüş havuz başına doğru giden yola bakmıştı. Sonra sırtını sinemaya vermiş Yakutiye medresesin olduğu parka, caddenin olduğu tarafa bakmıştı. Denizin dalgalarını saymaya başlamıştı.. yok, kahretsin! Ne denizi? Ne dalgası? E. kentinde deniz mi vardı? 

Karların gösterdiği bir birsam mıydı bu yoksa Sacit görmediği halde yazarın yorgunluğundan kaynaklanan bir durum muydu? İkisi de değil.. Bu –denizin dalgalarını sayma işlemi- çok çok yıllar sonra karşılaşacağı bir manzaraydı Sacit’in. Öyle az buz bir zamandan söz edilmiyor. Şimdi şuan 17-18 yaşlarındaydı denizle tanışması için –turist olarak değil, mukim bir birey olarak tanışması- daha otuz yıla yakın bir zaman vardı. Kar ile mücadelesi henüz bitmemişti ve Sacit bu maceranın –kar ile olan macerasının- biteceğine ilişkin bir hevese, bir düşünceye sahip olmadığı gibi düşünü dahi kurmamıştı. Kış başkaydı. Kar başkaydı. Sıcağı sevmediğine yeminler yeminler etmişti, ederdi.

On beşinci adımda durup başını kaldırınca Eda’yı gördü. Bir tuhaf oldu içi. Eski günleri hatırlayacaktı neredeyse. Oysa hatırlanacak bir şey kalmamıştı. Eda’dan ötelere baktı. Acaba Öteki peşinde miydi? Hani olurdu, olsa da çok görecek değildi. Belki biraz içerlerdi hepsi o. Hani içerlemesinde de haksız sayılmazdı.

- Boş ver bitti!, demişti Öteki, Sacit yoklama çektiğinde. 

Bir de bakıyormuş ki arkasında Öteki! Yoktu elbet. Gülcanlar E. Kentinden ayrılıp gidince ve Eda da düz lise yerine ticaret meslek lisesini seçince işler sarpa sarmıştı. Muhtemel ki kızın ailesi kızın bir an önce ekmeğini eline almasını istemişti. Ders durumu da pek parlak değildi. Hem ekonomik durum hem zihinsel durum –hayır yani kızın zekâsında bir özür görmüşlüğümüz, duymuşluğumuz yok, düz liseyi okuma anlamında, isteksizliği anlamında zihinsel bir durumdan söz ediliyor burada- yollarını ayırmıştı. 

Eğer Eda düz liseye gelseydi aynı muhitte oturduğumuz için hiç kuşkusuz E.lisesine kaydolacak ve Öteki ile karşılaşacaktı ve belki aynı sınıfta, aynı sıraları paylaşacaklardı. Ve fakat Gülcan yoktu, dolayısıyla Eda kendileriyle aynı okula gelseydi işler çok çetrefilli olmaz mıydı? Acı duymaz mıydı? Unutmak zor olmaz mıydı? 

Neden sanki düz liseyi seçmişlerdi? Yok, kendilerinin seçimi olduğunu söylemek zor. Sigarasından derin bir nefes çekip soba borusundan çıkarmışçasına bir duman üfürdü, rüzgârın ters esmesiyle duman gözlerine doldu. Gözleri yaşardı. Eda onu böyle gözleri yaşlı görse eski günlerin bir kıpırtısı falan mı sanırdı? Muhtemelen öyle sanırdı ve fakat Eda Sacit’i görmemişti. Gördüyse de belli etmemişti. Kızlar –o devrin kızları- bu görmezlikte pek mahirdiler. Bunu ancak kırk yıl sonra öğrenecekti Sacit. Hem de hayretler içinde kalarak öğrenecekti, hatta tabir yerindeyse küçük dilini yutacaktı.

Cemal Çalık, 16.12.2016,  Konuk Yazar, Sonsuz Ark, Kumpas, Roman 




Seçkin Deniz Twitter Akışı