23 Mayıs 2016 Pazartesi

SA2939/KY1-CÇ263: Kumpas/ Roman - Bölüm I-6

"Bu hekat ölümü, ölümleri kutlayan değil yaşamayı ve yaşatmayı seçenlerin hekatıdır. Bu hekat bir dirilişin sessiz çağıltısıdır."


Bölüm Bir
-6-

Evet gelelim benim öyküme. Her şey yaklaşık bir buçuk yıl önce istihbarat karşı hareket şefi Umur Tılsım’ın öldürülmesiyle başladı. Ya da ben öyle sanıyorum. 2097’nin temmuz ayıydı. Korintos’un gürültülü kent ortamından uzakta beş on gün bir tatil yapmak için her yıl olduğu gibi Kastinya dağlarındaki balıklı göle gitmiştik. 

Balıklı Göl Şakamonya’da birkaç kişinin bildiği enfes doğa manzarasına sahip sessiz sakin bir yerdi. Turan balık tutmayı severdi ben sevmesem de. Ben oranın sükûnetini, muhteşem doğallığını seviyordum. Bıraksalar ölünceye kadar o eşsiz göl kenarında çamların gölgesinde bir kulübede son nefesime kadar yaşardım. 

Gittiğimizin ikinci günü yaşlı bir adam da hemen bizim bungalovumuzun yanındaki bungalova yerleşti. Oldukça şen şakrak ve sevimli bir ihtiyardı. İlk gözlemimiz onun bir asker emeklisi olduğuydu. Zira oldukça atletik bir görünümü vardı. Oldukça dinçti. Bir sincap gibi tepelere tırmanışı, göldeki performansı bizi öyle bir yoruma sürüklemişti ki yanılmamıştık da. 

“Ben Umur Tılsım, istihbarattan!” diye ulu orta kendini tanıttı. Bir istihbaratçının ketumluğundan eser yoktu. Böyle olmasının nedenini sonradan anladık elbet. O zaten bizim için gelmişti. Ya da bizimle orada baş başa buluşup derdini anlatmak için bizi göndermişti. Çünkü Ramiz ve ben o yıl tatili düşünmüyorduk. 

Ülkede hiç beklenilmeyen şeyler oluyordu. Mesleğimiz gereği hiçbir şeyi kaçırmak istemiyorduk. Umur Tılsım bizden kendisine yardım edip edemeyeceğimizi sordu. Bizi araştırdığını bu yüzden yardım etmesek de konunun ne olduğunu anlatacağını, anlattıktan sonra kararın bize kalacağını belirtti. 

Kimseye bir şey anlatmayacağımızdan o kadar emindi ki biz bile –en azından arkadaşım için demesem de kendi adıma rahatlıkla söyleyebilirim- o kadar emin olamazdık. Ve anlatmaya başladı. 

Anlattıkları inanılır gibi değildi. Nizariler hakkındaydı anlattıkları. Ne ben ne de patronum Nizarilere karşı en ufak bir sempati duymuştuk. Hatta kuşkulandığımız kimi yönleri arada bir gazetede dile getirmiştik. Ama Umur Bey’in anlattıkları bambaşka şeylerdi. 

Biz Nizarilerin dinsel savlarını, dinsel söylemlerini bir sapma olarak görüyor öyle bakıyorduk. Yaşlı adam anlatıp bitirdiğinde patronumdan önce “Her şeyimizle yanınızdayız Umur Bey, ne yapmamızı istiyorsun?” diye sormuştum. Patronum da başıyla onaylamıştı sözlerimi. 

Tanışıklığımız üzerinden altı ay geçmedi ki Umur Bey bir suikasta uğradı. Sonrada mafya ile olan bağlantıları çarşaf çarşaf Tamim'de – Nizarilerin günlük gazetesiydi-  televizyonlarında saçıldı. Ne patronum ne ben buna elbet inanmadık. Üstüne üstlük bize sözünü ettiği baş komiser de emekliliğinden birkaç ay sonra kalp krizi geçirip ölünce bu işe ağırlık vermeye karar verdik. 

Hayır yani Umur Bey'den kuşkulanmadım değil, ancak Bigane Söylemez denen istihbaratçının da işe karışmasıyla ağırlık verilmesine patronum karar verdi. Ben açıkçası –evet itiraf ediyorum- çok da umursamadım. Saçma sapan, delice şeylerdi. 

Bigâne Söylemez’in tavrı ki her zaman beni güldürmüştür. Öyle uçuk kaçık şeyler duymuştum ki ondan. Her neyse patronumun zorlamasıyla işe koyuldum ve ülkemizdeki başkanlık seçimine günler kala itibarım yok edildi. Kimseye derdimi anlatamadım. Kurban olduğumu kanıtlayamadım. Aslına bakarsanız zaman zaman kendim bile kendime inandırıcı gelmiyor. 

Kendimden kuşkulandığım zamanlar, “Belki Dr. Jekyll ve Mr. Hyde adlı öyküdeki kahraman gibi ben de başka kimliğe bürünüyorumdur.” dedim aynada gözlerimin içine dakikalarca bakarak.

“Demek ki,” dedi Sacit -gülüyordu elbet bunu söylerken- “Orada da, yani Şeniya’da belki ülkenin adı İskoçya olmayan ve yine yazarın adı da Robert Louis Stevenson olmayan biri varmış ve o da Dr. Jekyll ve Mr. Hyde’ı yazmış”

Semra bilmiş bilmiş başını sallayarak:

“Tabi bu birinin bilgiçliğini sunması için –hani bak adamın adına soyadına, memleketine varıncaya kadar- kasti bir ortam yaratmak için söylenmemiş değilse!” diye söze girdi. 

Anne Seher ikisine birden el sallayıp, “Sizin ağzınıza biber sürmek gerek.. iki de bir hekatın insicamını bozuyorsunuz?” dedi. 

Ay Dede bu dilazarlıktan yararlanarak, “Ben bir lavaboya gidip geleyim!” dedi balkondan çıkıp gitti. Döndüğünde dinleyicilerin heyecanla beklediğini gördü. Semra burada bir şeyler söyleyecekti. Torununu tanıyordu. Yerine oturdu. Semra’nın söze başlamasını bekledi. Yanılmamıştı.

“Ay Dede” dedi Semra “Ben gidip yattın sandım!”

“Uykusu gelen belli olur şimdi..” karşılığını verdi, “Hadi bakalım” diye sürdürdü konuşmasını.“Söyleyin bakalım nerede kalmıştık.” 

Sacit, “Birtakım cahiller cahilliklerinin anlaşılmaması için çırpına dursun kahramanımız kendisini Stevenson'ın Dr. Jekyll ve Mr. Hyde’la kıyaslıyordu.” dedi.

Ay Dede neşeli bir sesle devam etti:

“Hah.. bazı bilgiçler de lobyalık peşinde koşarlarken kahramanımız gazeteci Servet Toksöz kendisini o kitabın kahramanıyla özdeşleştiriyormuş.. şöyle diyesiymiş:

O ikinci kimlikten bakışlarımda bir iz bulma umuduyla aynada sık sık kendimi inceliyordum, inceliyorum. Böyle bir hastalık var biliyorum. Dissosiyatif füg denen amnezinin bir çeşidi bu hastalık. Niye olmasın ki? Nihayetinde ben de bir insanım ve ben de psikolojik hastalıkların muhatabıyım. Ancak böyle bir hastalığım olmuş olsaydı yerim herhalde bir hapishane hücresi olmazdı. Sağaltım için bir hastahanede olmam gerekmez miydi? Hem savcılık da böyle bir şey demedi. Avukatımın onca ısrarına rağmen –kendim hakkında kuşkularımı dile getirmiştim avukatıma- savcılık, mahkeme beni psikiyatrik kontrole sokmadı. 

“Hükümlü İşlediği suçtan yırtmak için akıl sağlığının yerinde olmadığı savıyla savunuyor kendini!” demişti savcı.

Avukatım söz alarak:

“Sayın savcıya hatırlatmama izin verirlerse hükümlü dediği kişinin davası henüz bitmemiştir ve sadece sanıktır. Kaldı ki müvekkilim isnat edilen suçu işlemiş olsa bile bu suç psikolojik sorunlardan kaynaklanan bir suçtur. Pedofili psikolojik bir rahatsızlıktır.” demişti. 

Savcı sadece gülmüştü ve yargıç da avukatıma katılmamıştı.

Avukatım -ki kendisi ülkenin en ünlü ve en becerikli avukatlarından biridir, patronum ve arkadaşım Ramiz önceleri benim masumiyetime inanmış, yanımda durmuştu ve “Sana ülkenin en pahalı en güçlü avukatını tutacağım ve seni bu pislikten sıyıracağım” demişti ve öyle de yaptı. Beni savunmak için tuttuğu avukat hem baro başkanıydı hem de özgürlüklerin genişlemesi için mücadele eden bir aktivistti. Ve patronumun da en samimi arkadaşlarından biriydi- sıradan bir arkadaşlık değil, oldukça derin bir dostlukları vardır, ancak nedendir bilinmez, onca uyarılarıma, onca karşıt kanıtlarıma rağmen Baro Başkanı Talat Fevri hemencecik suçu işlediğimi kabul etmişti. 

Tuhaf tuhaf yüzüne bakmıştım “İnkârdan vazgeç!” dediğinde. Oyuna getirildiğimi söylemiş olsam da beni dinlememiş, bir sapık olduğumu, tedavi edilmem gerektiği savunusunu yapmıştı mahkemede. 

“Bak!” demişti bana,“Bunca kanıta rağmen oyuna getirildiğini söylemek basit bir inkâr olur. Seni cezaevinden kurtarıp hastahaneye sevk ettirirsek büyük başarı kazanmış oluruz.” 

Haklı mıydı? Aslında haklıydı! Kanıtların inkârı mümkün değildi. Zaten beni zaman zaman kendimden kuşkuya düşürüp çift kişilikli olduğum olasılığını düşündüren inkârı nâmümkün ortaya konulan aklımın almadığı kanıtlardı.

Güya 5-6 yaşlarında bir kız çocuğuna tecavüz edip öldürmüştüm. Böyle söyleniyordu. Pedofili olduğuma dair kanıtlar evimde, laptabımda iş yerimde her yerdeydi. Bunca kanıttan nasıl haberim olmadığını anlamış değildim, ama işte ortadaydılar.

Çocuk porno yayını sitelerine aboneliğim varmış. Tecavüz edilip öldürülen çocuğu kaç kez takip ettiğimi gösteren fotoğraflar vardı. Evet, o zavallı kız çocuğunu yürüyüş güzergâhımda gördüğüm çok olmuştur. Bunu inkâr etmemiştim. Edemezdim. Ama takip ettiğim gerçek değildi. 

Hemen her hafta sonları ikindi ile akşam arası yürüyüş yapar, yol üstündeki kır kafesine girer yorgunluk çayı içerdim. Sonra evime doğru o tenha sokakta yürürdüm. Bazen Yeliz adlı o masum birkaç adım önümde olurdu. Hoplaya zıplaya “mini mini bir kuş konmuştu” şarkısını söyleyerek geçer giderdi. Hoplayıp zıplamasına gülerdim. Geçip giderken dönüp bakardım, bakışırdık. Gülerdik birbirimize. Hatta kimi zaman birbirimize dil çıkardığımız bile olmuştu. 

O yaşta bir çocuğun tek başına bir sokakta oluşuna akıl erdiremesem de “Herhalde şu binalardan birinde oturuyor!” derdim kendi kendime yol üstünde sağlı sollu binalara bakarak. 

Bir keresinde öyle bir rastlantı oldu ki ancak bu kadar olur. Kafeden çıkmış çıkmaz sokakla evime uzanan sokağın dönemecinde Yeliz’i pamuk şekeri satan adamın arabasına mahzun mahzun bakıp dururken görmüştüm, içim cız etmişti. Canı çekmişti herhalde. Öyle meyus bir bakışı vardı ki. Usulca yanlarına vardım. Adama çocuğa pamuk şekeri vermesini işaret ettim. Adam anlamış hemen bir adet pamuk şekerini uzatmıştı çocuğa. Yeliz pamuk şekerini kaptığı gibi sevinçle uçarak gitmişti. 

Polis bu adamı bulmuş, tanıklık ettirmişti. Ve adam yalan söylüyordu yüzüme baka baka. Bir kere olan olayın birkaç kez olduğuna yemin etmişti. Şaşırmıştım. Düpedüz yalan söylüyordu. Bir kere olanı çok kere oldu diyerek yalan söylüyordu. 

Savcı, “Ne yani maktule pamuk şekeri almadın mı?” diye sormuştu. Nasıl almadım diyebilirdim ki? Almıştım. “Evet aldım! Ama bir kere olduydu. Öylesine masum bakışı vardı ki pamuk şekerine.. canının çektiği besbelliydi.” diyebilmiştim. Ha bir ha daha fazla. Neyi değiştirirdi?

Yeliz’e tecavüz edip öldüren prezervatif kullandığı için sperm bulunamamıştı. Ama saç tellerimden birkaçı çocuğun saçları arasından bulunmuştu. Sadece saç tellerim de değil çocuğun vücudunda, kollarında parmak izlerim bile bulunmuştu. Parmak izlerine bu kadar çabuk nasıl ulaştıklarını anlayamamıştım ilkin. 

Oysa on gün önce gazete çalışanlarının hepsinin parmak izi alınmıştı. Bir hırsızlık olayı olmuştu. Gazeteye girilmiş masa üstü PC’ler laptoplar çalınmıştı. Parmak izlerini ayırmak için de her birimizin parmak izleri alınmıştı. On gün önce alınan parmak izi on gün sonraki bir olayın failini ele veriyordu. Hem gönüllü verilmiş parmak izleriyle. Şimdi o hırsızlık olayının bile bu komployla ilgisi olduğunu düşünüyorum. Ellerinin altında hazır dursun istemişlerdi. Bu açıktı.

Her şey mahalleden arkadaşım Kenan’ın trafik kazasında –ki şimdi onun bir kaza olmadığına inanıyorum- ölümüyle başladı. O akşam yine kafeden çıkmıştım. Biri arkamdan yaklaşmıştı, bir bıçak dayamıştı sırtıma. Kenan’dı. Beni korkutmak için yapmıştı bunu. Tanıyamamıştım ilk önce bir soyguncu gibi yaklaşmış, yirmi otuz adım yürütmüştü. Sonra da kahkahalarla gülerek karşıma geçmişti. 

Metruk bir çay ocağında oturup saatlerce yarenlik etmiştik. Ve sonra öyle şeyler anlatmaya başlamıştı ki.. Donup kalmıştım. 




<< Önceki                                                    Sonraki>>



Cemal Çalık, 23.05.2016,  Konuk Yazar, Sonsuz Ark, Kumpas, Roman 

Seçkin Deniz Twitter Akışı