4 Eylül 2017 Pazartesi

SA4824/KY1-CÇ417: İstilâ-i Cihan-Kara Öfke/Roman I-4

Zenci halkının istilası, Avrupa'yı alkana boyayacak, bir eşi daha görülmemiş kıyımın öncüsü olan bu ilk darbe böyle gerçekleşmişti.

Birinci Bölüm
AFRİKALILARIN SAVAŞ HAZIRLIĞI
-4-

Sahra-ı Kebir Demir yolu İmalathaneleri- Düponşal güzergâhı- Tambukut- Mağribi Kızı Nemci- İsyan- Teğmen Çahner- Sahra-ı Kebirde Yol Kaybetme- Kana Susamışlar- Tuareqlerin Elinde- Aqadesde-  Mankiz Paşa

Gün pek yorucuydu. Akşam olunca dışarıda biraz hava almak, serinlemek için Yüzbaşı Meluel çadırından çıktı. Fakat çöl yönünden rüzgâr esmiyordu. Saat akşamın dokuzu iken bile termometre 38 dereceyi gösteriyordu. Gündüzün ise gölgede 39 derece sıcaklık vardı.

Tambukut ve Tademeket zencilerinin, böyle bir sıcaklıkta çalışmaları için fevkalade bir dirence sahip olmaları gerekiyordu.

Bu gün, subay bunlarda her zamankinden daha az bir faaliyet, bir istek görmüştü. Önceki günler gibi, altışar veya sekizer kişi rayları taşıdıkları zaman hep bir ağızdan şarkı söylüyorlardı.

Onu en fazla hayrette bırakan yön, eskisi gibi, kendilerini güzel masallarla eğlendiren Arap masalcılarının etrafına toplandıklarını görmemesiydi. 

Bu saatte geceleri uyumak için girdikleri kapalı vagonlara çekilmiş olduklarından pek ziyade yoruldukları anlaşılıyordu.

Ray, travers yığınlarıyla alet ve edevatın bulunduğu inşaat mahallinde yüzbaşı birliğe doğru baktı. Burada, beşinci alaya bağlı bir avcı bölüğü vardı. Bir aydan beri bu bölük Tambukut’dan geçerek Cezayir kıyılarına bağlanacak şimendiferin inşaatını yüklenen mühendislerin muhafızlık görevini görüyordu. Bu da; vücut bulmaya başlayan Sahra-ı Kebir hattıydı.

Kuzey yönünden üç yıl önce başlanılmıştı. Önce bu 2600 kilometre uzunluğundaki büyük hat için Laröjve’nin planladığı güzergâh kabul edilmişti ki bu da, Piskra’dan başlayarak İqarqar vadisini izlemek üzere Tuqurt, Varqala, İlabyuz, Amid vadilerinden geçecekti.

Fakat mühendis Düponşal’in belirlediği güzergâh daha iyi kabul edildi. Bu; Cezayir’den Bonqoate giderek Mizap vahasına uğrayıp Qardaya, Metlili, Laquah ve Aynsalah’a ulaşmadan Eynifel boğazından, Hasiselemr’den geçecekti. Oradan hat, Aynsalah ile Tambukutu arasındaki 1300 kilometrelik mesafeyi hemen tamamen geçecekti.

Tambukutu!

Sahra-ı Kebirin melikesi olan bu şehri keşfedip zapt etmek için ne kadar hırs ve merak uyandırmıştı.
Bununla beraber, eski debdebe ve şerefini kaybetmişti. 14. asırda Sunqay’ların idaresi altındayken sultan Askya tarafından Mekke’den getirilen alimler sayesinde batı Afrikanın yükselen güneşi olmuştu.

O vakit 120 binden fazla nüfusa sahip olup Akdeniz ve Gine kıyılarında ticarette bulunuyor ve buralara altın ve tuz gönderiyordu.

Nijer nehrinin dirseğinde ve kervanların doğal yolları olan birçok patikaların buluşma noktasında bulunduğu için Sahra-ı Kebir ile Sudan arasında pek kalabalık bir Pazar yeriydi.

Yerlileri tarafından “Tumbutu” Turaqalar tarafından “Tumbutuku” Araplar tarafından “Tinbuktu” (Buktu Kapısı) diye adlandırılan bu şehir 1315 den beri Avrupalıların haritalarında görünüyordu.

İlk defa, uzaklığı sebebiyle Fas sultanının işgalinden kurtulmuş ve gönderilen 20 bin kişilik ordusu kumların içinde mahvolmuştu. Fakat mal ve servetinin yağma edilmesine engel olunamadı.

Diğer girişimler daha fazla başarıya ulaşabildiler. Cudar isminde bir İspanyol Marakeş emirinin hizmetinde bulunarak, generallik rütbesine ulaşmıştı. Bu, çoğunluğu kendi gibi Endülüslülerden oluşan ve tümü Karabinalarla silahlı 3500 kişilik küçük bir orduyla şehrin surlarına kadar geldi.

Mızrak ve oklarla silahlı Sunqay’ları kolaylıkla yenerek şehri zapt edip çevre kabileleri de yönetimi altına aldı. Bu küçük “Roma” yahut İspanyol avcıları buraya yerleşip, ana vatanlarından ebediyen ayrı kaldıklarından yerli kadınlarla evlenmiş olmalarından ötürü, yüzlerce yıllardan beri surlarına Avrupalı adını taşıyan hiçbir kimseyi yaklaştırmayan bu şehirde garip bir biçimde bir Avrupalı neslinin tohumunu bırakmıştı.

Bunlardan sonra, Musisiler bu kadim şehri zapt ettiler. Sanki tabiat bunun yıkılışına yardım ediyormuş gibi, Nijer nehrinin yatağını değiştirerek buradan uzaklaştı ve şehirde yeni kıyıdan 14 kilometre açıkta kaldı. Dolayısıyla bu yeni kıyı kenarında “Kabara” adında bir iskele yapımına mecbur oldular.

Artık çöküş dönemi başlamıştı. Şehir, Mususileri takiben sırayla Fulanlar, Tukulur'ların idaresine geçti. Tambukut kendini savunamaz olmuş iki yüz yıl Afrika Müslümanlarının en müstahkem bir şehri iken surları yıkılmıştı.

Sonra Turaqalar Kukulurları buradan kovarak, köleliğe alışkın bu halkı yönetimleri altına aldılar. Fakat bunlar selefleri gibi şehirde kalmadılar. Bu yıkık saraylar için Sahra-ı Kebirdeki deri çadırlarından, hür ve serbest yaşamlarından vazgeçmek istemiyorlardı. Her yıl gelirler vergilerini alırlar ve yine sakince dönerlerdi.

Bunlar, bir yüz yıldan fazla süre içinde Avrupalı keşif birliklerini buraya sokmamışlar ve yakaladıklarına müthiş bir eza ve işkence yapmışlardı.

1826 da ilk defa Trablus ve Tuat yoluyla buraya ulaşan Lenq adlı kâşiftir. Fakat bu da dönüş esnasında öldürüldü. Reneka adında bir Fransız, 1827 de burada yerleşmiş ve ilk olarak bu yörenin plan ve tanımlarını Avrupaya götürmüştü.

Yirmi altı yıl sonra (1853), İngiltere devleti tarafından gönderilen Bart gelmiş ve bundan sonra da Fas’tan Senegal’e giden Doktor Lenç uğramıştı.

Yirminci yüzyıl sömürgecilerine buranın kapısını açmak ve Fransız bayrağını dikmek Fransız deniz kuvvetlerine naip oldu.

1890’da deniz teğmeni Karun ve asteğmen Lövfür isminde iki subay Kabare gitmişlerse de Tambukut’ya girememişlerdi.

Dört sene sonra, bahriye teğmeni Bövatvu, Nijer Fransız hafif filosuna bağlı küçük bir kıta ile tüfek atmaksızın buraya girmişti.

O vakit, bu fevkalade işgalin meydana getirdiği etki malumdur. Gözlerini bir haset dumanı kaplayan ilgililer cesur fatihleri kerhen tebrik etmişlerdi.

Bu işgalin kabul olunan planları ve düşüncelerini hercümerç ettiği sanılıyordu.

O sırada, Fransız subaylarını aşırılıkla suçlayanların dil uzatmalarına neden olacak bir olay meydana geldi. Tambukut’nun alınışından birkaç gün sonra, bir Senegal avcı bölüğüyle on bir subay ve cesur Albay Büniye Turaqalar tarafından öldürüldü.

Bunları takiple diğerleri de vahşilerin ellerinde mahvoldular; zira Turaqalar Sahra-ı Kebirdeki bu merkezi ticaret üzerinde olan egemenliklerini terk etmemeye karar vermişlerdi. Nijer nehri kıyıları öldürme ve gece baskınlarıyla birçok kanlara boyanmış ve her defasında “Peçeli Adamlar” galip gelmişlerdi.

Çünkü Tambukut bunlar için, Aynelsalah, Qadmes, İdeles, Qat ve Aqades ile aynı önemde bir pazardı, serbestçe gidip gelirler ve ihtiyaçlarını karşılarlardı.

Bunda başka, gerçi çöküşe uğramış ve yerleşikleri 13 bin kişiye inmiş ise de Müslümanların görüşünde “Meliket-ül Sahra” unvanını koruduğu için bu şehrin ellerinden çıkması onların büyüklüğüne büyük bir darbeydi.

On yıl daha, Tambukutu ile Cezayir, Fas, Trablus arasındaki yolları kestiler; ilerlemeğe cesaret eden kervanları soydular; kâşifleri, coğrafyacıları, Flanter gibi mühendisleri öldürdüler ve bu şekilde hayli zamandan beri düşünülen Sahra-i Kebir güzergâhını araştırmayı imkânsız bıraktılar.

Bu esnada, bunların boyunduruğundan kurtulan Tambukutu şehri yavaş yavaş mamur olmağa başladı.

Fransızlar buraya geldikleri zaman şehir pek harap bir haldeydi. Kuzey ve doğu yönünde, şehrin eski debdebe ve mamuriyetini gösteren yapıların enkazı göze çarpıyordu. Kuzey yönüne doğru üçgen şeklinde olan Tambukutu uzaktan harap ve kasvetli bir manzara gösteriyordu. Evvelce etrafında bulunan ağaçlar, Nijer nehrinde hafif bir donanma yapmak için Mağribiler tarafından kesilmişlerdi. Surunun etrafında bir çalı bile yoktu. Şehir halkı, kendilerini Tuareqlerin her yılki saldırılarından koruyan askerleri sevinçle kabul ediyordu.

Yavaş yavaş haraplıktan kurtulmağa başladı. Eski yükseliş devrinde şehrin merkezini işgal eden Cami-i Kebirin etrafında yeni bir şehir inşa olunuyordu.

Ticaret de revaç buldu. Ta Udani tuzluğundan ihraç edilen tuz, darı, güney ırmaklarından getirilen ceviz, kula Nijer kıyılarındaki halkın dokudukları kumaşlar ve kilimler, Fas’tan gelen çay, yakın köylerde yapılan deri ürünleri büyük bir ticaretin gelişmesine meydan vermişlerdi.

Şehrin etrafında ağaçlar dikildi. Nehirler arasındaki alçak arazide kanallar açılarak bataklıklar yok edildi. Nijer kıyılarının alçak yerlerinde Arap çiftlikleri kuruldu. Esved meralarıyla mimoza ormanlarında yetişen çeşitli serviler memleketin doğal servetini hızla artırdı.

Söylentiye göre Firavunlar zamanında mısırdan öğrenilen pirinç ekimi yeniden önem kazandı ve sulak, güneşli bu arazide yerlilere pek bereketli ürünler verdi.

Burada, yağma ve çatışmalardan korunan değerli kitapların koruyucuları olan az sayıdaki alimler camilerden çıkarak Buruno, Kanem, Mususi Müslümanlarını okumaya özendirerek eğitime başladılar.

Bu şehirde noksan kalan bir şey varsa o da; kuzey tarafının güvenliğiydi.

Göçün artışı ve ticaretin revaç bulması; Senegal yolları gibi Cezayir yollarının serbest bulunmasına bağlıydı.

Fransa gibi büyük bir devlet, Cezayir yollarını ciddi bir hareketle düzenlemek için hangi nedenle uzun bir zaman beklemişti? Tuareqlerin şöhretleri, karşılık görmemeleri yüzünden artan cüretleri, vahşetleri Fransa düşüncesinde iyiden iyiye yer ettiğinden birçok yıllar bunlara karşı bir ders vermek fikri gelişmişti.

Nihayet bir gün geldi. Cüretkâr ve parlamento gevezeliklerine önem vermeyen bir Genelkurmay Başkanı Aynsalah’a bir avcı taburu gönderi. Bu Tambukut’dan gelen bir deniz kuvvetleri taburuyla buluşacaktı. 

Her iki kıta, Turaqalara iyi bir ders verdikten sonra belirlenen günde bir biriyle buluştu.

O vakit gerek Cezayirli ve gerekse Senegalli zenci askerlerinin böyle bir düşmanla savaşma yetenekleri olmadıkları anlaşıldı. Zira zenciler ne gözetlemeyi ve nede kendilerini korumayı bilmedikleri gibi subaylarını “Peçeli Adamlar”ın bıçaklarına maruz bırakarak uyuyorlardı. Tersine Avrupalı askerler kendilerini tehlikeden sakınıyorlardı; bundan ötürü Tuareqlerin Sahra-ı Kebirdeki egemenlikleri efsane haline döndü.

Su kaynaklarının azlığından dolayı bunlar aynı zamanda iki yüzden fazla toplanamadıklarından Cezayir ve Nijer arasındaki yol boyunca her biri bir bölük kuvvetinde takımlar oluşturuldu. Turaqalar da birkaç başarısız girişimden sonra doğunun derinliklerinde gözlerden kayboldular.

İşte yalnız o zaman Sahra-i Kebir hattı projesinin gerçekleşme imkânı doğdu.

Bir yıl sürmeden, bu büyük düşüncenin pratiğe dönüşmesi için en çok çalışanlardan biri olan mühendis Rövelin önceden yaptığı araştırmalar ve keşiflere dayanarak yaptığı planlar kabul edildi.

Fakat işi çabuk bitirmek, kaybolan vakti telafi etmek gerekiyordu. Dolayısıyla bu sorunun önceden Sahra-i Kebir hattı, Fransız meclisinin ortak kararıyla Hükümet tarafından inşasına karar verilerek şimendifer alayının yardımıyla işe başlandı.

Yine de itirazlar eksik değildi; en birinci ve önemli olanı; hattın ne gelir getireceğiydi

Abartısız bir tahmine göre hatt 700 milyon franka mal oluyordu. Nakliye ücreti ile böyle büyük bir meblağın çıkarılması mümkün müydü?

Doğudan Çad’a ve batıdan Senegal ve Senlui’ye kadar uzanacak bu dev hatt ne gibi nakliyat ile masrafını çıkaracaktı?

Bunu söyleyelim; bu büyük projeyi gerçekleştirme nedeni, Cezayir’e sevk edilecek altın tozu, zamk, fildişi, halfa (başparmak otu) otu gibi şeylerden başka Fransa’ya kazandıracağı manevi güçtür. Hatt ticari olmakla beraber stratejiktir de.

Bu hatt sayesinde altmış saatte Cezayir’den Nijere kuvvet sevk olunabilecekti. Hâlbuki önceleri dört aylık bir zamana gereksinim vardı.

Ortaya çıkan zorluklar gözü yıldırıyordu. 

Evvela kum yığınlarından ve bilhassa Erq yöresinden korkuluyordu. Fakat uzak bir kuşku olan bu tehlike, hattı 50–55 kilometrelik galeriler yapmak suretiyle ortadan kaldırılacaktı. Amerikayı baştanbaşa kat eden hatt bu şekilde korunuyordu. Bunun içinde kapalı galeriler yöntemi kabul edildi.

Asıl güçlük su sorunundaydı. Lakin mühendis Rolen, Sahra-ı Kebirin Cezayir’e ait bölümünde yeraltı su tabakası bulunduğunu ve artezyen kuyuları açarak bundan yararlanılabileceğini gösterdi; bununla beraber, susuz istasyonları bu ihtiyaçtan kurtarmak için yeraltından dökme demir borularla su nakliyesi düşünüldü. Yaktı sorununa gelince bu da Mizap yöresinde Antrasit madeninin bulunmasıyla çözüldü.

Lokomotiflere, buhar oluşturmak için güneş ısısını kullanabilecek bir alet icat edilerek kullanılması da düşünüldü. Fakat Sahra-i Kebirde güneşin bulutlar altında kaybolarak Avrupada olduğu gibi daima yağmur yağan yerleri olduğundan ve dolayısıyla ekonomik olmakla beraber şansa bağlı bu yönteme başvurulmaması gerektiğini açıkladı.

Hatt, Tambukut’nun yirmi kilometre kadar kuzeyine ulaşmıştı. İş basitti; sert kumun üzerine, düzeltmeye gerek olmaksızın traversleri koymaktan ibaretti. Çünkü arazi, Mebruk yaylasına kadar belli belirsiz yükseliyordu.

Buraya kadar Turaqalar işçileri taciz etmemişlerdi; kuzey yönünde henüz keşfedilmemiş Adqaq yöresinde sonsuza dek yok oldukları sanılıyordu.

Yüzbaşı Meluel birliği sessizce dolaştı; bu kare şeklinde olup küçük çadırlar yere çakılmışlardı. Silah çatları gece olmasından ötürü içeri alınmış, tüfeklerin çalınmaması için nöbetçilerin gözetimi için bir birlerine yaklaştırılmışlardı.

Merkezde, bölük komutanı yüzbaşının çadırı bulunuyor ve hayvanı yanı başında bir kazığa bağlı duruyordu.

Bunun sağında birliğin haricinde bir baş devecinin komutasında devecilerin birliği kurulmuştu.

Yüzbaşı çadırına girse uyuyamayacağını anladı. Devriyesi sona erince kendininkine yakın küçük bir çadıra giderek bir saniye kadar dikildi.

“- Zavallı kızcağız!" diye mırıldandı.

Oradan uzaklaşmak üzereyken çadırın kapısı açıldı ve perdenin aralığından beyaz ve mavi bir gölge göründü.

Subay yavaş sesle Arapça;

“- Sen misin Nemci? Hala uyumadın mı?" diye sordu.

“- Hayır, uyumadım ve seni uyandırmak için çadırına geliyordum."

“- Görüyorsun ya gelmene gerek kalmadı."

“- Ne ala! Benimle beraber gezer misiniz?"

“- Bu saatte gezmek olur mu?"

“- Evet.. Pekâlâ olur! Güneş yok, kumlar sıcak değil, askerlerin uyuyor."

“- Nereye gitmek istiyorsun?"

“- Nehir tarafına."

“- Ne tuhaf fikir!"

“- Rica ederim, beni üzme! Bilsen bu gece seninle beraber gezmekten ne kadar mutlu olacağım."

“- Pekala öyle olsun bebe.."

Necmi deniz kıyısında “Evladdelim” adlı mağribi kabilesinden olup, parlak beyaz renkli, ahu gözlü ve henüz on dört yaşındaydı. Vahşi güzelliği, yürüyüşündeki incelik, hal ve hareketlerindeki asillik, endamındaki uygunluk, bakışlarındaki yumuşaklık gerçekten dikkat çekici ve pek hoştu. Ailesinin çadırında kalacak yerde nasıl olur da Fransız birliğinde bulunuyordu?

Onu memleketinden 1800 mil uzağa atan olay, Afrika’da hemen her zaman rastlanan feci olaylardan biriydi.

Babası, Evladdelim’in en büyük bölümünün şeyhiydi. Kız onun himayesinde mutlu bir yaşam sürüyordu. Bir gün develeri sağarak yalnız başına dönerken yüzü örtülü hızlı hecin develere binen haydutlar tarafından kaçırılarak takas pazarına bir esir gibi götürüldü.

Fakat bu vahada iki gün gittikten sonra köle kervanı, bölükle beraber Aravan tarafında devriye gezen Yüzbaşı Meluel’in birliğine düşmek felaketine uğradı.  Develerin hızlı olmalarına karşın köle tüccarlarının tamamı uzun menzilli silahların önünden kaçamayıp yere serildiler.

Meluel, Necmi’yi de beraberinde kaçırmaya çalışan birini bizzat kendisi durdurmuş ve zavallı kızı kurtarmıştı. Atının bacakları sayesinde hecin devesine yetişti. Ve bir rövelver kurşunuyla genç kızı götüren caniyi gebertti.

Kurtarılan köleler Tambukut’ya gönderildi. Şehrin kuzeyinde arazinin ve yıkık evlerin bir kısmı bunlara verildi. Fakat Necmi Fransız subayına kendisini göndermemesini rica etti. Bir daha da asla yanından ayrılmadı.

Bu acaba tapınmadan mı, saygıdan mı yoksa ona karşı beslediği kadınca duygulardan mı kaynaklanıyor? Bunu anlamak pek zordu; zira her ne kadar gençse de yüzü ciddi ve sakindi; daima soğukkanlılığını koruyarak duygularının ortaya çıkmasından çekiniyordu. Ancak iri gözlerini subaya diktiği vakit, bunlar da derin bir fedakârlık duygusu belli oluyordu.

Subay, onu pek güzel, Afrika’daki on yıllık yaşamı sırasında gördüğü Arap kadınlarının hepsinden üstün, hepsinden daha çekici ve zekâ yönünden de Cezayir ve Tunus kadınlarından daha ileri görüyordu.

Gerçi bu yörede çocuklar on üç yaşında kadın olurlarsa da O, kıza çocuk gözüyle bakıyor, o şekilde işler muamele yapıyordu. Kendi çadırının yanında buna özgü bir çadır kurdurmuş ve özgürlüğünü geri verdiğinden beri kız, canı gönülden bir köle gibi her adımında kendisini izlemiştir.

Tabur arkadaşlarından hiç biri yüzbaşının buna ilgi duyduğu düşüncesine kapılmadığı gibi şaka yollu bir söz bile söylememişlerdi; çünkü hepsi de O’nun, matmazel Kristiyan Füritye ile nişanlandığını biliyorlar ve matmazelin resmini her gün yüzbaşının çadırındaki masasının üstünde görüyorlardı.

Üsteğmen Çahner, Alsalsı çapkın huylu olup Meluel ne kadar dikkatli ve bazen hiç ağzını bile açmazken bu da o oranda şen ve gevezeydi.

Vücutça da bir birilerine benzemiyorlardı.

Çahner, iri yarı, kırmızı-sarı renkli, kendisini on yaş daha ihtiyar gösteren kızıl sakallıydı.

Meluel, nazik yapılı, donuk renkli, kara gözlü, uzuna siyah kirpikli yumuşak yapılıydı.

Genç kız, kendi kabile kadınlarının elbisesini giymişti; bu: pek ustalıklı bir biçimde dokunmuş mavi pamuklu bir kumaş olup yalnız bir memesi açıkta kalmak üzere vücudunu örtüyordu.

Koyu siyah saçları, arakaya doğru sarkan beyaz bir tül ile kapalı omuzları üzerinde serbestçe dalgalanıyordu.

Topuklarını sıkan iki som gümüş halka vardı ki, yürüdüğü zaman genellikle biri diğerine çarpıyordu. Dirseğinin yukarısında yassı bir altın bilezik ve boynunda, ucunda kırmızı bir meşin muska takılı bir inci dizisi bulunuyordu.

Kuş cıvıltısına benzer bir ses ile;

“- Bu gece yıldızlar ne güzel parlıyor; bu havada soluk almak ne hoş; daha uzağı arzu edersin değil mi? Livne.."

Kız, yüzbaşının göbek adı olan Levn sözcüğünü bu şekilde telaffuz ediyordu. 

Dili de saf Arapça olup, Sahra-i Kebir’deki kabilelerin çoğunluğu tarafından konuşulan “Temahak” lehçesi değildi.

“-Haydi, Sankur yıldızına bakalım. Bana; içime doğan bir duygu onun söndüğünü söylüyor.." dedi.

Kız, Tambukut’nun aynı adındaki büyük caminin minaresinden Nijer’in 210 kilometre kuzeyinde bulunan “Aravan” Fransız kollarıyla haberleşen telgrafhanenin ışığına bu adı veriyordu.

Afrika havasının kuruluğu, nemin bulunmaması, komutan Bertra’nın icadı olan ve Fransa da ancak 120 kilometreden uzağa haberleşemeyen aletle burada daha uzak mesafeye kadar haberleşmeyi mümkün kılıyordu.

Fransız kolları Tambukut’dan Aynsalah’a kadar 100–200 kilometre aralıkla konuşlandırılmışı. Her birinin mevcudu bir takım ile iki bölük arasında değişiyordu.

Her gece telgrafhaneden bildirilen parola Elqulah’den Tambukut’ya kadar ulaşıyordu.

Meluel ile Necmi, birlikten 800 metre uzakta kum yığınının üstüne çıktılar; gündüzün buradan ufukta Tambukut görünüyordu. Bir bakışta Sankur yıldızını pek parlak gördüler. Telgrafçılar haberleşiyordu.

“-Necmi deminden ne söylemiştin? Görüyorsun ya, Sankur yıldızı hala parlıyor!"

Genç kız yüzbaşıya dikkatle bakarak ve şimdiye kadar halinde ve sesinde görülmeyen bir ciddiyetle;

“ Cenabı Hakk murat ettiği zaman sönecektir…" dedi.

“- Necmi bu gece seni pek ciddi görüyorum.."

“- Livne, ciddi olmamı gerektiren nedenler vardır.."

“- Yavrum, bu nedenler nedir?"

Necmi sustu; yavrum demekle Meluel onu ümitsi ve yüreğini yaralamıştı.

Kız yübaşının kendini bir çocuk saydığını bildiği gibi matmazel Füritye’nin de resmini görmüştü. Subayın bu resme ne kadar tatlı baktığının da farkındaydı; O’nun kalbinde kendisi için aşk duygusu olmadığını anladığı günden beri zavallı kız kesin bir sessizliği seçmişti.

Her ikisi de kumun üzerine oturdular. Ortalık, gündüzün ısısından ötürü hala sıcaktı.

Subay uzun bir sessizlikten sonra;

“- Necmi memleketini özlemiyor musun? Oraya, deniz kıyısına dönmeyi istemiyor musun?" diye sordu.

“- Neye yarar? Ailem artık orada değil; çadırlar kaldırıldı; koyunlarım dağıldı.."

“- Demek ki, babanı ve kardeşlerini bulmak için küçük kervana seni teslim etmemi istemiyorsun öyle mi?"

“-Hayır! Eğer en sonunda onları bulmaklığım yazgımda varsa o da Cenabı hakkın emriyle olur."

Yeniden sustular; subay birden bire Tambukut yönüne bakınca telgrafhanenin parlak ışığını göremedi.

“- Yavrum, bu gece ne tuhaf düşüncelerde bulunuyorsun!"

Fakat Necmi birlik tarafına dönmüştü; zira orada bir patırtı ve gürültü oluyordu. Ve çadırların arasında ufak tefek aydınlıkların koştuğu görülüyordu. Subay bir sıçrayışta ayağa kalktı.

Birliğinde neler oluyordu?

Silahlar işitildi; bunlar, rövelver patlaması gibi birbirlerini çabuk çabuk izliyordu.

Acaba askerler ile işçiler arasında bir kavga mı oluyordu?

Bu da her ihtimallığın dışındaydı; inşaata başlandığından beri Meluel, çeşitli ve bir birine uzak kabilelerden olan yerliler arasındaki birlik ve dayanışmayı görüyor ve buna hayret ediyordu. İlk gün gelen iki dervişin ezan okumasının peşinden hepsi de abdest alarak cemaatle namaz kılıyordu.

Subay;

“-Çabuk! Necmi çabuk!" diyerek alnından soğuk ter boşandığı ve içine doğan duyguyla ezildiği halde tepeden inmeğe başladı.

Fakat genç kız kolundan tutup kendisini durdurdu. Sıkı sıkı sarılarak;

“- Livne, rica ederim burada kal.." dedi.

Subay, hayret etmekten kendini alamadı.

Genç kız:

“- Necmi’nin dediği çıktı; bak yıldız söndü.". dedi.

Subay gülerek:

“ - Sen de küçük bir yıldız olduğun için yıldızların halini anladığını sanıyorsun; fakat  emin ol, şimdi yeniden meydana çıkar.." karşılığını verdi.

“- Hayır, artık sonsuza kadar söndü! Kardeşlerin olan Fransızlar da ölecekler.."

Kendini kızın kollarından kurtarmağa uğraştı.

“- Görmüyor musun aşağıda bir telaş var?"

“- Evet görüyorum orada isyan var ve sen de yetişemeyeceksin!"

“-Ah öyle mi sanıyorsun? Şimdi görürsün. Bizzat kendim çizmelerimle asilere derslerini vereceğim."

“-Livne sen bunları engelleyemezsin; zira her yer isyan etti."

“- Haydi beni bırak, vakit kaybettiriyorsun."

Kızın kollarından kurtularak koşmaya başladı. Fakat Necmi bir dağ keçisi kadar çevik olduğundan önüne geçerek yolunu kesti.

“- Beni dinle, sana bunun isyan olduğunu söyledim. Maiyetindeki zenci askerler, arap askerler isyan ettiler.. seni öldürecekler.. gitme seni arıyorlar."

“- İsyan mı? Bunu nereden biliyorsun?"

“- Biliyorum ve bildiğim için bu gece seni böyle uzağa getirdim."

“- Ya! Rüya mı görüyorum? Sen ne söylüyorsun?"

“- Gerçeği söylüyorum; Sankur yıldızının sönmesi Tambukut’nun da isyan ettiğine işaret eder."

“- Tambukut kimin aleyhine isyan ediyor?"

“- Beyazların. Sizin. Fransızların aleyhine!"

“- Öyle ise bu planlı bir isyan.. şimdi anlarız."

“- Cihad!"

“- Kutsal savaş ha!"

Genç kızın sözlerine inanarak bir şey söylemedi; birliğinden beş yüz metre uzaktaydı. Artık ateş edilmiyordu; fakat gürültü arttı ve birden bire bir alev fışkırdı.

“- Bak Livne, başardılar; arkadaşlarının hepsi öldü. Ancak senin ölmeni istemem.." diyerek Necmi iki koluyla subaya sarıldı, gözlerini gözlerine dikti.

Meluel kızı itmek üzereydi; çünkü görev her şeyden  kutsaldı; soğuk bir ter bütün vücudunu soğuttu. Kız ise bırakmamaya çalışıyor ve;

“ Livne, Livne, gitme seni öldürecekler!" diyordu.

Bu an müthişti, yüzbaşı genç kızın kendisini sevdiğini anladı; fakat, bu sırada daha önemli işler görmek gerekti.

Bölüğü! Askerleri! Özellikle Fransız askerleri!

Ansızın, kum üstünde ayak sesleri işitildi ve atılmak üzere iken yanında üç gölge göründü.

“- Siz misiniz yüzbaşım?" 

“ - Sen misin Çahner?"

“- Evet benim ve sizi bulduğumdan dolayı pek mutlu oldu. Bereket versin ki Baba sizin önceden bu tarafa doğru gittiğiniz görmüş."

“- Bana ayrıntıları verir misiniz?"

“- Ah! Yüzbaşım, size ayrıntıları vermek! Önce kaçalım; işte emir eriniz Hilaryon bornozunuzla fesinizi getiriyor. Ben kendiminkini giydim; zira gördüğüm şeylerden sonra.."

“- İyi.. ne olmuş?"

“- Bu uğursuz çölde Fransız askeri giysisiyle yakalanmak hakkımızda pek iyi olmaz."

Hilaryon efendisinin arkasına bornozunu atarak:

“- Ah! Yüzbaşım.. ne felaket!" dedi.

Teğmen yüzbaşının koluna girerek iki emir eri ve genç kızla birlikte yürürken Meluel subaydan olan biteni öğrendi:

Sabahın saat ikisine doğru batı tarafında büyük bir ateş görülmüştü. Kuşkusuz bu, beklenen bir işaretti. Zira, bunu görür görmez dervişlerini inşaat yerinde bağırdıkları işitildi.

Bir saniye zarfında bütün avcı askerleri giyinmiş ve silahlarını almış oldukları halde çadırlarından çıkmışlardı. Başçavuşla subay adayı, çadırlarından çıkarlarken zenci işçiler tarafından öldürülmüşlerdi; teğmen de aynı felakete uğramıştı.

Tesadüfen uyumayan Çahner, ilk gürültüde çadırından çıkmış ve yüzbaşının çadırına koşmuştu; orada Hilaryon’dan başka kimseyi bulamayıp her ikisi de, Tambukut yönünden birliği terk etmişlerdi; silah çatısının yanında yüzbaşıyla genç kızın şehir tarafına doğru gittiklerini gören Baba’ya rastlamışlardı ve bu da bir anlık bir kararsızlıktan sonra kendilerine katılmıştı.

Çahner daha fazla bir şey bilmiyordu; olay zihnini o kadar alt-üst etmişti ki hem koşuyor ve hem;

“- İnanılmaz bir şey!" Sözünü yineliyordu.

Bu şekilde iki kilometrelik bir yol kat ettikten sonra yön belirlemek için durdular.

Birlik, vagonlar, travers yığınları ateş içindeydi. 

Döndükleri zaman daha müthiş bir manzara gördüler. Ufukta Tambukut da yanıyordu.

Necmi elini yüzbaşının omzuna koydu.

“- O tarafa gitme; orada da ölüm var.."

Sesi yine eski hoşluğunu kazanmıştı ve halinde sanki olağanüstü bir şey olmamış gibi bir sessizlik vardı. Kız haklıydı; fakat, kuzey tarafına gitmek de tehlikeliydi; çünkü o taraflardaki Sahra-ı Kebir birliklerinin de aynı felakete uğradıkları açık bir şeydi. Batı tarafından ise mağribiler yakına kadar gelmişlerdi. 

Doğu tarafına gelince; burası henüz meçhul bir halde bulunuyordu. Yüzbaşı parmağıyla kuzeydoğu tarafını göstererek;

“- Bu tarafa gideceğiz!" dedi.

Gerçekten, o yöne gidilirse Fransız kıtaları tarafından işgal edilen Sul Amiq birliği var; fakat mesafe 1400 kilometre..

Sabahın saat altısında küçük kıta yirmi iki kilometrelik bir mesafe kat etmişti. Birlik yönünden hiç kimse görünmediğinden izlenmediklerini anladılar.

Uzakta Adqaq sırtlarından yükselerek ortalığı kızdırmağa başlayan güneşten kendilerini koruyacak siper aradılar.

Bu kum çölünde bir ot bile yoktu. Müzakere etmek için bir kum tepesinin eteğinde oturdular. 

Bulundukları vahim hal ve yere ilişkin birkaç cümle alış-verişinden sonra iki subay sustular. Baba bornozunun altından hurma, ekmek ve konserveden ibaret bir dağarcık çıkardı.

Teğmen sordu;

“ - Demek sen yiyecek elde edebildin öyle mi?"

Avcı asker;

“- Bunu zaten biliyordum.". dedi.

Çahner, askerin silahlı olduğunu ve palaska kütüklerinin cephane ile dolu olduğunu gördü.

Gerçekten Baba, mezhepdaşları gibi, bir aydan beri dervişlerin telkin ettikleri isyandan haberdardı. Subaylara karşı pek fazla sevgi beslediği halde bunu bildirmemişti; çünkü Müslümanlar tarafından duyulduğu taktirde öldürülecekti.

Yine de, son zamanda fedakârlığı ve sevgisi korkusuna üstün gelerek Amirini izlemişti. İşte bunun sayesinde yolcuların çölün ortasında ikinci gün açlıktan ölme tehlikesinden kurtuldular.

Yüzbaşı sordu:

“-Çahner rövelverin yanında mı?"

“-Hayır, en çok buna üzülüyorum."

“-Benim de yok.."

Gözlerini Nijer tarafına çevirerek hazin hazin bakarken, yemek istemeyen ve görüşme esnasında açıkta duran genç kız yüzbaşıya rövelverini, kesesini, cüzdanını uzatıp:

“-Al Livne.." dedi.

Hayretle bakakalan Meluel;

“-Bunları nasıl aldın?" diye sordu.

“- Sana söylememiş miydim? Ne olacağını biliyordum; hepsini almak için çadırına gittim. İşte cep saatini ve yol saatini de getirdim.." diye pusulasını da verdi.

Kız mavi bir beze sarılmış küçük bir paket uzatınca, Meluel sordu:

“- Bu da nedir?"

“- Altın ve silahtan fazla indinde değerli olan bir şey; bunu biliyordum, kaybolmuş sanıyordun, pek üzüleceğin için bunu da getirdim."

Subay bunu açtı; yaldızlı çerçeve içindeki nişanlısının resmiydi.

Kendisinin tehlikede olduğunu söylediği tatlı tatlı sözleri düşünüp genç kıza baktı.

Kız gözlerini yerden ayırmıyordu. Elini tuttu; bu halden pek üzülerek yavaşça;

“- Teşekkür ederim Necmi.." dedi.

Genç kız başını çevirirken gözlerinden düşen bir damla gözyaşı düştü.

Tuttuğu eli kuvvetle sıkarak:

“- Benim küçük kız kardeşimsin.."

Kız hiç cevap vermedi. Bir Arap atasözü vardır:

“Eğer kalbin sıcak ise etrafına buzdan bir sur çek”

Necmi bu atasözünü bilmediği halde aşkının karşılık görmediğini sezerek bunu soyunun temkinliliği ile örtüyordu.

Yolcuların çöldeki yolculukları sırasında karşılaştıkları şeyleri anlatmak pek uzun sürer.

Bereket versin ki Baba yolları ve Sahra-i Kebiri tamamıyla biliyordu. Bu sebepten her akşam bir subaşına gidiyorlar ve yorgunluklarını atarak ertesi gün için güç kazanıyorlardı.

Gündüzün Baba silahıyla yiyecek elde ediyordu. Bir birini izleyen dağ keçisi, bir yaban eşeği, bir kum tilkisi vurmuştu; fakat, çölde çınlayan her tüfek patlamasından endişeye düşen Necmi ufka bakıyor ve çöl hırsızı olan Tarqilerin uzaktan parlayan mızraklarını görmeye çalışıyordu.

Bir gün, uzakta bir hecin katarının kuma yanıysan gölgesini görünce;

“- Bunlar bizim sultanımızın muhafızlarıdır.." dedi

Subayların, bu sultanın kim olduğuna ilişkin sordukları sorulara genç mağribi kız ne biliyorsa, babasının çadırında ne duyduysa hepsini söyledi.

Bu kısa cevaplar üzerine Meluel sultanın kim olduğunu anladı. Oğlu, Sensir okulunda iken sınıf arkadaşıydı…

Daha çok emin olmak için, oğlu olup olmadığını sordu. Kız; sultanın oğlu Ömeri herkesin tanıdığını ve babası gibi O’na saygı duyulduğunu, bilgili ve cesur bir kişi olduğunu söyledi. Meluel’in artık kuşkusu kalmadı.

Gerek Necmi’ye ve gerekse Baba’ya, sultanın oğlunu tanıdığını, Fransa da Sensir okulunda birlikte okuyarak, beraber subay olduklarını anlattı; fakat aradan on bir yıl geçmişti.

Bu elemli ve zorlu yolculuğun on ikinci günü ilk defa olarak açlığını ne olduğunu anladılar. 

Baba üç günden beri hiçbir şey vuramamıştı. Güneş de kavurarak korudukları ihtiyatı yitirmelerine neden oluyordu.

Bu akşam Baba’nın su bulunduğunu sandığı yere gelerek kumu karıştırınca koyu yeşil renkli, sert ve parlak yapraklı bir bitkiden başka bir şey bulamadılar. Baba bu bitkiyi gördüğü zaman suratını ekşitti; elinden yere fırlatıp;

“-Falezler!" dedi.

Çahner hemen yerden aldı. Biraz otları tanıdığından Arapça bu isimde bir tür “Pak Otu” tanıyordu ki Ömr dağlarında rastlamıştı. Orada bu şiddetli bir zehirdi.

İşittiği özellikleri anlattı, köklerini ağzına atarak çiğnedi.

Zehirli bitkiyi elinden almaya çalışan Meluel;

“- Delirdin mi?" diye bağırdı.

“- Hayır..karnım aç ve bu da bir deneydi."

“- Deney mi?"

“- Evet.. bu bitki yükseklerde şiddetli bir zehirdir. Orta yerlerde biraz tehlikeli ve alçaklarda ise etkisizdir. Nijer nehrinden birkaç metre yüksek bir arazide bulunuyoruz ki bu da alçak çölden sayılır; dolayısıyla tehlikeye sahip değildir."

“- Yine yineliyorum ki delisiniz!"

“- Karnım aç; deneyeceğiz.. Evlad-ı Nail’den biri, bu bitkinin develeri ve keçileri şişmanlattığını ve atı, köpeği, eşeği öldürdüğünü söyledi. Bu özellikler ve çeşitli etkileri pek tuhaftır! Gerek kurtulayım gerek öleyim.. her iki halde de bilime pek büyük bir hizmetim dokunacak.." sonra gözlerini kapayarak kumun üzerine uzandı.

Meluel;

“-Bedbaht! Hezeyan evresi başladı!" dedi.

Yolcular geceyi büyük zorluklarla geçirdiler. Açlığa, susuzluk ta eklenerek büyük bir ıstırap ve acı doğuruyordu.

Meluel, birkaç saat dinlenmeden sonra birden bire ayağa kalkarak;

“- Burada elimiz-ayağımız bağlı olarak ölmekte ne mana var? Güneş doğmadan önce su bulmalıyız… haydi yola Baba.." dedi.

Yeniden yürüyüşe başladılar. Yolcular, yirminci enlemde bulunduklarından ufka pek yakın bulunan kutup yıldızı rehberlik ediyordu.

Çahner sendeleye sendeleye kalkmıştı; sanki uzun bir uyuşukluktan uyanmış gibi görünüyor ve elinin alnına götürerek orada bulunduğundan hayrete düşüyordu.

Birkaç adım atar atmaz aklını başına toplayınca:

“- İnsan “Geviş getiren” hayvanlar sınıfındanmış; deney bunu gösterdi.." dedi.

Güneş bu çaresizlerin sağ tarafından doğarak kurumuş göğüslerini, paslanmış dillerini daha fazla hararete maruz bıraktı; bu geniş sahada bir kuyunun varlığını gösterir hiçbir işaret görünmüyordu.
Geniş bir cephe üzerine dağılarak altı saat daha gittiler. Bu şekilde yürümek gerçi tehlikeliyse de kumun üzerinde hayvan izleri aramak zorunluluğunda kalmışlardı; zira bu yöntem birkaç günden beri kendilerine, kuyuları bulmak için iyi bir kılavuzluk etmişti.

Hiçbir iz görmediler.

Meluel’in bir işareti üzerine hepsi bir araya toplandılar.

“- Baba hala ümidin var mı?"

“- Şu gördüğün büyük kum tepesinin arkasında belki bulunur…" 

Yüzbaşı, gözleri kan çanağına dönerek baygınlık izleri gösteren teğmene bakarak:

“- Sanırım oraya asla ulaşamayacağız.." dedi.

“- Ne çare gitmek gerek.. oraya çıkarsak iyice görebilirim; öte tarafta vadinin bir ayağı olsa gerek.."

Meluel amirane bir tavırla:

“- Yürüyelim!" dedi ve teğmenin koluna girdi; Necmi de öteki koluna girdi.

O hareketten beri genç kızın ağzından hiçbir şikayet kelimesi çıkmamıştı.

Bu ateş iklimine alışkın olduğundan, arkadaşına oranla susuzluğa daha fazla dayanıyor ve Meluel, kendisine göre onun yorulmadığını anlıyordu.

Sevdiği kimseyi sadık bir köle gibi izliyor ve onun içi bir şeffaf kalbi ve gerçek sevgi ile dolu olduğundan yar ruhuyla kat ettiği bu çorak, ıssız çöl ona cennet gibi geliyordu.

Zayıflayan yüzü, yoksunluktan doğan bir zayıf bedenen işaret ediyor, fakat gözlerinde garip bir ışık görülüyordu.ölüm, karşısında bulunduğu halde onu korkutamıyordu. Akşamın saat dördünde kaçaklar büyük kum tepesinin zirvesine ulaştılar. Otuz altı saatten beri yiyecek ve sudan mahrumdular. Fakat öte tarafta yine acıklı manzara başlıyordu.

Bu “Bulutsuz gökyüzü ve gölgesi toprak” idi.

Baba, ufuktan görünen yeni tepeleri uzun süre inceledi. Batan güneşin aksi bu tepeleri pek güzel gösteriyordu.

Baba, başını sallayarak:

“- Hiçbir şey göremiyorum! Mahvolduk!" dedi ve tüfeğine dayanmış olduğu halde ayakta durarak kımıldanmadı.

Bu sırada, kum üzerine uzanan Çahner kalkıp oturdu. Yaralı, obur ayyaş bu Alsas’lıya bu yoksunluk pek fena bir biçimde etki ediyordu. Kurumuş boğazınsan boğuk sesle çıkıyor; parmakları büzülerek, gözleri bulanarak, sanki derin bir çukura düşmüş gibi işaretler ediyor ve acıklı durumu iyice ortaya çıkıyordu.

Bunu izleyen Hilaryon da; su! Su! Diye umutsuzca tırnaklarıyla kumu eşmeğe başladı.

Meluel bir saniye kadar bunlara baktıktan sonra, gözlerini bir perde kapladığını sezerek kum üzerine uzandı. Son bir gayretle;

“- Baba, eğer gidebilirsen bir dağ keçisi veya başka bir şey vur.. kanını içeriz.. oh! İçmek.. kan içmek!" dedi.

Fakat Arap başını saldı; sabahtan beri bir av aradıysa da hiç bir hayvan izine rastlamamıştı.

Acaba, dört günden beri canlı bir yaratığını görünmediği Sahra-i Kebirin ne kötü bir kısmında bulunuyorlardı?

Meluel, bornoziyle başını örterek artık bir söz söylemedi. Necmi, bunun yanında diz çökerek elini tutmuştu.

O ise, Arap öykülerinden aklında kalan bir şeye zihni saplandığı halde, ateş düşürmek için develerinin damarını açarak kanını içen “Tibetsi” vahşi kabilesini ve karınları acıktığı zaman bineklerinin sırtına sıkıca bağlanıp bir aşiret mahalli bulmak için hayvanları kendi hallerine terk ettiklerini düşünerek; Kan içmek! Sözünü yineliyordu.

Necmi, sevgilisinin iniltisini işiterek ayağa kalktı. Daima yanından ayırmadığı küçük çakısını çıkarıp mavi entarisini kaldırdı ve hiçbir ıstırap eseri göstermeksizin kolunun üst kısmında bir yara açtı. Kan fışkırmağa başladı. Eğildi, subayın başından bornozini açtı. Kırmızı yarayı yüzbaşının dudakları arasına koydu.

Kanı içince kalbini derin bir mutluluk ve sevinç kapladı. Birden bire gözlerini açtı; kıza baktı ve her şeyi anladı; anlatılması, tanımlanması imkansız bir heyecana kapılarak onu kolları arasında sıktı.

“- Necmi!.. sen… Necmi! Bu fedakarlığı nasıl yaparsın?" dedi..

Kız tatlı bir şive ile;

“- Seni seviyorum Livne!" Cevabını verdi.

Meluel yorgunluğu, susuzluğu tamamıyla unuttu. Hemen bornozinden bir parça koparıp kızın kolunu sardı; pusulanın kayışını da alarak yaranın yukarısından kolu sıkıca bağladı ve kanın akışını durdurdu; Necmi’nin tereddüdünü sezince onu göğsüne sardı.

“- Oh! Livne! Livne! Ne kadar mesudum!" dedi.

O zaman olacaklara boyun eğerek yeniden kumun üzerine uzandılar.

Necmi de yanı başına çökerek sevimli başını omzuna koydu. Siyah saçları gelişigüzel serpilmişti. Artık bir harekette bulunmadılar.

Bu anda, Meluel; her şeyi unutmak, her şeyden kopmak gibi garip bir ruh hali içinde bulunuyordu.

 Yalnız hali hazırdan başka bir şey düşünmüyordu. Bütün saadeti kendi yanında olmakta bulunan bu tapılmaya layık mahlukun yanı başında bulunduğunu duymak kalbini pek derin bir sevince boğuyordu.

Her an kendisine, “Kristiyan! Kristiyan!” diye bağıran, Fransa’daki sevgili nişanlısına yaklaşmak için gücünü artıran iç ses birden bire susmuştu.

Çölün, bu ilkel elbisesine bürünmüş, yıldız bakışlı bu saf güzel mahlûkuyla vücutları süslü elbiseler içinde sıkılan, hilekâr tavırlı, saçlarını modaya göre düzenleyen medeni bebeklerin arasında ne büyük bir fark vardı.

Genç Arap kızını bu anda, bulanık gözlerinin önünde ölüm cadılarının dans ettikleri bu uğursuz çölde pek güzel görüyordu!

***

Uyuşukluklarından uyandıkları zaman, birkaç adım uzaklarında sakince oturan yirmi Tuareq’in çevrelerini sardıklarını gördüler.

Bu “Peçeli Adamlar” seçkin bir sınıftandılar. Zira peçe siyahtı. Beyazını şeref asaleti olmayan sınıftakiler taşıyordu.

Bunların yanında, Çahner ile Hilaryon, bir zencinin omzunda taşıdığı bir keçi derisinden yapılmış tulumdan su içiyorlardı. Birisinin önünde duran Baba O’na, Yüzbaşı Meluel’i gösteriyordu.

Tuareqlerin arasından elinde bir tulum bulunan biri ayrılarak bunların dudaklarını ıslattı; tehlike kalmayınca kana kana içmelerinden sonra ekşi deve sütü verdi.

Bu, hayatlarında içmedikleri lezzette bir şeydi; Necmi, eliyle önce subaya içirtecek kadar vücudunda güç hissetti. Sonra da, gözleri mutlulukla parladığı halde tulumu ağzına götürdü.

Sonra Tuareqlerin hizmetçileriyle incir ve hurmayla yapılmış çörekler ve ballı ravend tatlısı gönderdiler. Kaçaklar iyice karınlarını doyurdular.

Meluel, yalız bunların reisleri olduğu anlaşılan adama kendisini gösteren Baba’nın:

“-Bu, sultanımızın oğlu Ömer'in arkadaşı ve dostudur.. kesinlikle emin olunuz.". dediğini işitti.

O zaman, henüz hayatta kalmasının nedenini anladı.

Kaçakların açlığı bütünüyle geçince, sadık asker;

“- Reis Amziqa, hemen yola çıkmak için hazırlanmanızı söylüyor.." dedi.

Yüzbaşı sordu;

“- Bizi nereye götürecek?"

“- Aqades’e."

“- Aqades’e mi? Ayer’dekine mi?"

“- Evet."

“- Fakat çok uzak!"

“- Evet, hecinle on iki günlük yol.."

“- Yaklaşık 900 kilometre.. niçin Aqades’e gidiyoruz? Hemen 200 yüz kilometre uzağında bulunduğumuz Tambukut’ya gitsek daha iyi olmaz mı?"

“- Sultanın yakında Aqades’e gelecek, eğer sen söylediğin gibi, oğlunun dostu değilsen, bunları aldattığın için müthiş işkenceler içinde öleceksin."

“- Oğlu Ömer de oraya gelecek mi?"

“- Evet."

“- O halde bu ölümden kurtulmak umudu var; haydi yola çıkalım. Senin reis Amziqa’ya söyle bu yaralı çocuğa dikkat etsin O’na da bir binek versin."

“- İki kişiye bir hecin olmak üzere hepimizin bir bineği var."

“- Pekâlâ, öyle ise! Kızı ben yanıma alıyorum. Amziqa’ya teşekkür et ve sultanın oğlu, bize karşı gösterdiği konukseverlikten dolayı kendisinden pek ziyade memnun olacağını söyle."

Kervan on iki değil ancak on sekiz günde Ayer’in ilk vahasına ulaşabildi. Susuz ve inişli çıkışlı Adrar yaylasından geçmemek, Evlayimiden’in taşlık arazisinden dönmemek, Avrupalılarca bilinmeyen Qumbade Nijer nehrine katılan ve Tassilivan Ahaqar dağından inen geniş Sakerrun nehrinin kumluk yatağının geçmek için güneye doğru yolu değiştirmek gerekiyordu.

Meluel bu kurumuş vadinin dahi Kilapaperton’un Sukutu yöresindeki yatağını tanımladığı vadi olup-olmadığını anlamak istiyordu; fakat rehberlerine veya daha doğrusu muhafızlarına yönelttiği sorulara kimse cevap vermedi.

Gerçi bu sorunu çözmek o kadar önemli değildi, bu yolculuk, pek zahmetli idiyse de, genç kızın varlığı sayesinde oldukça zevkli ve şairane bir biçimde geçiyordu.

On altıncı gün, görünen bitkiler, Asben vahasının yaklaştığını işaret ediyorlardı. İlk ağaçlar göründü. Bunlar, çarpık gövdeli, bükük ve sarkık dallı “tuntup” ağaçlarıydı. Sonra akasya ve hurma ağaçları meydana çıktı ve yolcuların gözleri önünde hoş bir manzara belirdi. Yeşillikler içinde uzun boynuzlu yaban keçileri sıçrıyor, sürüyle aslanlar görünüyordu ki bunlar hint aslanları gibi yelesiz ve insana saldırmayan cinstendi; maymunlar, bir hurma ağacından diğerine atlıyor ve yerden 20-30 metre yüksekliğinde tuhaf bir biçimde sarkıyorlardı.

Nihayet, kayalıklı bir boğazdan geçilince incir ağaçlarının arasında gül renkli evler göründü. Aqades burasıydı.

Önceleri büyük bir Pazaryeri iken, asrın sonuna doğru Tuareqler tarafından Ququ’nun alınışının ardından burası terk edildiğinden Aqades’in yerlisi 70 binden 8 bine indi.

Özellikle coğrafi konumu nedeniyle Merzuk’dan Damarqu’ya giden ve kervanların açtıkları ve 1850 de Barn tarafından izlenen yoldan yüzlerce kilometre uzakta olduğundan bundan dolayı Sahra-i Kebirin şöhretli ticaretinden uzak kalıyordu.

Bu yol Trablus’u Sudan merkezine ulaştıran yolların da işle olanı değildi; en doğru ve kestirmesi 1822 de Çad gölüne ulaşarak Adamau yöresini gezen Ödney, Deniham, Klapapetron adlı gezginlerin izlediği yoldu.

1865 de Trablus’tan Laquse kadar Afrikayı geçen İngiliz Revlis; 1870 de, Vaday, Darfur, Kordufan ve Kahire yoluyla Çad gölünden dönüşü Avrupayı hayrete düşüren Alman Nahtiqal de bu yoldan geçip gitmişlerdi.

Komutan Montehi dahi Sen Lui’den çad gölüne kadar Sequ, Say ve Sukutu’dan geçip sadık dostu emir eri Bad ile beraber bu yolu izlemişti.

Bu yol, sahilden Sudan’a kadar olan mesafeyi 600 kilometre kadar kısalttığı için bir zaman İngiliz şirketi Batı Trablus’tan inşa edilmesini düşündüğü şimendiferin geçeceği yolu buradan geçirmeyi düşünmüştü.

Tuareq müfrezesi vahaya girmek üzereyken buradan bir alay çıkıyordu.

Önünde, yeşil ve kırmızı bayrakları taşıyan bir kıta bulunan, sırmalı  eğerli bir ata binmiş bir zat göründü.

Tuareqler saf oluşturdular. Meluel bir anda hayretle bağırdı;

“- Odur! Aklımı kaçırmadım! Odur."

Çahner sordu;

“ - O kim?"

“- Geçen gün Necmi'nin bahsettiği sınıf arkadaşım Ömer."

“- Mümkün mü?"

“- Evet mümkün! Aldanmadığıma oldukça eminim; sanki dün görmüş gibi onu tanıyorum. İşte onu görünce kendisine taktığımız garip lakap aklıma geldi; evet, kesesi sürekli dolu olduğundan ona; altın paşa adını vermiştik."

“- Yüzbaşım, sakın güneş beyninize vurmuş olmasın."

“- Hayır az sabret. Şimdi görürsün."

Ömer, kendilerini birkaç adım geçer geçmez Meluel:

“- Ya altın paşa!" diye bağırdı.

Tuareq’in biri, bu küstahı cezalandırmak için mızrağının kaldırarak atılmıştı.

Fakat Ömer, sanki iki küreği arasına mızrak saplanmış gibi başını çevirdi. Atını durdurarak şaşkın şaşkın bakmaya başladı.

On yıl sonra, Afrika’nın bu ücra köşesinde kulağına yansıyan hoş anıyı anımsatan bu lakabı kim biliyordu?

Fakat Meluel, serbest kalan koluyla bornozini açarak Fransız avcılarına özgü mavi ceketini göstermişti.

Genç prens kolunu kaldırdı ve kalabalık içinde açılan yoldan buna doğru atını sürdü.

Hiçbir yeri kımıldamaksızın sordu:

“- Sen kimsin?"

“- Dö Meluel; sınıf arkadaşın, memuriyet arkadaşın; ben ikinci bölükteydim; sen dördüncü yüzbaşı Bernal’in bölüğündeydin."

“- Hatırlıyorum; fakat burada gülme ve bu gece özel olarak görünceye kadar beni tanıma."

“- Bu gece.. pekala! Fakat bunlara söyle de bizi birbirimizden ayırmasınlar."

“- Burada birkaç kişi mi bulunuyorsunuz?"

“- Beş kişiyiz."

“- Peki, söylerim; ancak sen de ciddi ol ve ağzını açma."

Yüzbaşı sevinçle yüzünde ciddi bir tavır verdi ve:

“- Anladım; hayırlı bir arkadaşmışsın!" dedi.

Genç prens, maiyetindeki bir Araba emir verdi ve küçük kervan derhal şehre götürüldü.




<< Önceki                   Sonraki>>





Cemal Çalık, 04.09.2017,  Konuk Yazar, Sonsuz Ark, İstilâ-i Cihan-Kara Öfke, Roman
İstilâ-i Cihan-Kara Öfke

Cemal Çalık Yazıları






Sonsuz Ark'tan
  1. Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur. 
  2. Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
  3. Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark Manifestosu'na aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz.




Seçkin Deniz Twitter Akışı