25 Nisan 2016 Pazartesi

SA2802/KY1-CÇ237: Çukur Çeşme

"Bakmasın! Gözün var diye her görünene bakmak zorunda mısın behey gafil? Bakarsan işte böyle taş kesilirsin. İşte böyle zehirlenir yüreğin.’"


"Yalanım varsa adım batsın! Bak işte söyledim. Daha da söylerim. Hem söylemeliyim de.. “Hiçbir şey kitaplardaki gibi sona ermez hiçbir zaman” demiş ya bir ecnebi şair öyledir. Cemşab’ın öyküsü de kitaplardaki gibi sona ermemiştir. Bu yüzden O’nun yaşamı anlatılmalıdır. Arkadaşlığın bir gereğidir. Herkesin yaşamı kendine roman, her roman nasıl bir kurgu, bir uydurma ise Cemşab’ın yaşamı da şimdi bir kurgu koca bir yalan. İşte bu yalanı, bu kurguyu yok etmek boynumun borcudur derim. Hiç yaşamamış gibi, hiç sokakları arşınlamamış gibi, hiçbir kahvede oturup tavla oynamamış gibi, hiçbir sokak kavgasına karışmamış gibi, hiçbir sevdaya düşmemiş gibi, hiçbir hevesin peşinde koşmamış gibi, velhasılı kelam hiç var olmamış gibi olmasına gönlüm razı değildir. İçilen çayların, kahvelerin, adımlanan sokakların, caddelerin, bakılan afişlerin, izlenen filmlerin, dinlenen şarkıların-türkülerin, okunan şiirlerin, yazılan mektupların hatırı vardır. En azından onların hatırı için söylemeliyim," dedi ve sustu yaşlı adam.

Gözleri dolmuştu. Otobüs durağındaydılar. Otobüs hatlarının en zayıfı olan durakta. Bilen bilir, Sarısu dönüşü üzerindeki durak hep böyle bomboştur. Genç adam hızlı adımlarla gelmiş durakta tek başına oturan yaşlı adama – selam verme alışkanlığı olmamasına rağmen- selam vermiş KC08’in geçip geçmediğini sormuştu. 


“Keşke her zamanki gibi gelip bir köşeye sinseydim, selam vereceğime!” dedi genç adam kendi kendine, ihtiyar adam konuşmaya başladığında. Eziyet hemen başlamıştı. Ve görgülü bir insan olarak da ihtiyar adamın sözünü kesmemişti ve eziyeti sineye çekmeyi seçmişti. 

İhtiyar adam nasıl bir bahaneyle öyküyü anlatmaya başlamıştı onu da hatırlamıyordu genç adam. 

İhtiyar susunca bir şeyler söylemesi gerektiğine karar verdi ve istemeyerek de olsa:

"Bey Amca maşallah konuşmaya da pek açmışsınız!" dedi. Yaşlı adam başını kaldırdı. Genç adama baktı. Gözleri yaşla doluydu yaşlı adamın. Ağladı ağlayacaktı sanki. “Demez olaydın! İyi halt ettin!” diye geçirdi içinden genç adam. Dili dolaştı, eveleyip gevelemeye başladı.

"Şey, öyle demek.. meramımı yanlış anlattım.. yani.. şey.. kusura bakma ben.. şey Bey Amca!"

İhtiyar adam başını salladı, eliyle genç adamı rahatlatmaya çalıştı. 

"Hayır, hayır!", dedi. "Ben konuşmaya aç biri değilim. İnan bak değilim. Kime sorsan çevremde sana bir dilsiz olduğumu söyler.. ama şunu da belirtmeliyim ki Cemşab’a olan borcumdan ötürü O’nu her selam verene, her yanıma ilişene anlatırım. Cemşab bilinsin isterim. Cemşab bilinmelidir. O’na borçluyum."

"Anlıyorum", dedi genç adam, anlamadığı halde."Bilmek isterim ben de", diye sürdürdü konuşmasını genç adam, istemediği halde. 

KC08’in henüz geçmediğini ve fakat geçeceği saati söyleyen yaşlı adama bir şeyler borçlandığı duygusuna kapılmıştı nedense. Hem beklemekten başka ne yapıyordu ki? Ne yapacaktı ki? Hani telefonunun şarjı bitmemiş olsaydı neyse! Katlanacaktı. 

"Cemşab benim arkadaşımdır. Arkadaşımdı." diye yeniden anlatmaya başladı yaşlı adam. "Yaşasaydı arkadaş olarak kalırdık. Öldü. Hem de çok genç yaşta. Cemşab orta boylu, zayıf, kumral kıvırcık saçlı, iri burunlu, ela gözlüydü. Gözlerini rahmetli anası Emine Hanım'dan aldığı söylenirdi. Doğrusu rahmetli Emine Ana'nın gözlerinin ela olup olmadığını bilmem. Gözlerine bakmış değilim. İşte itiraf edeyim ki ben kendi öz anamın dahi gözlerine doya doya bakamamışımdır. Evlat biz mahcup çocuklardık başımızı kaldırıp birinin gözlerine gözlerimizi dikemezdik. İri elmacık kemikleri vardı Cemşab’ın. Yüzü hafif değirmi gibiydi. Belki de sivri bir yüzü vardı. Bak gördün.. şimdi yüzü konusunda pek de emin değilim. Zamanla, insan ihtiyarladıkça böyle oluyormuş. Ancak suratı tıpkı senin surat desem abartmış olmam."

"Benim suratım sivri değil Bey Amca!", dedi gülerek. Kendini koyuvermişti genç adam. Sohbeti de koyulaştırmanın bir sakıncası yoktu artık. O eşik aşılmıştı bir kere.

"Senin suratını nasıl betimlersin evladım?", dedi yaşlı adam. Genç adama bakmadan. Genç adam öksürdü, bir süre düşündü ve yanıtladı yaşlı adamı:

"Armut yüz, diyorlar Bey Amca, bak alnım dar, çene ve yanaklarım geniş."

"Hah işte biz bu surata sivri yüz derdik ve Cemşab’ın yüzü de seninkine benzerdi tıpa tıp. Yalnız onun alnındaki çizikler daha o yaşta pek derindi. Hepimizden derin çiziklere sahipti. Daha yirmisine varmadan, o kederli, o hüzünlü, o mahcup ve derin çizgilere nasıl sahip olmuştu dersin? Öyle ki rahmetli anası ona hep “Benim yaşama acemisi garip oğlum!” der sarılır severdi. Cemşab ve yaşama acemiliği.. yo.. bizler acemiydik. Hala da acemisiyiz yaşamanın. Cemşab belki bize yol gösterirdi bu acemilikten çıkarırdı ama.. ömrü vefa etmedi. Başı önünde yürürdü her zaman. Okulda, sokakta, sınıfta, kahvede başı hep önündeydi. Hani onun bu duruşunu bilmeyen ilk gördüğünde kambur sanırdı. Yok, o duruşundan ötürü hafif bir kambura sahip olmuştu. Hani doğuştan kambur değildi ama o duruş onun belini o yaşta bükmüştü. Sınıf öğretmenimiz Cemil Bey “Dik oturmazsan seni sıraya bağlayacağım kazık gibi!” derdi, eliyle kavrar sıranın arkalığına yaslatırdı Cemşab’ı. Türkçe öğretmenimiz Selvi Hanım “Kazık gibi bağlamak” ifadesinin uygun bir ifade olmadığını bu ifadeyi dili bilmeyen birinin söyleyebileceğini, matematik branşı sahibi biri için bir eksi, artı işaretinin çok önemli –sınıf hocamız matematikçiydi ve Selvi hanımla evliydi gerçi- olduğunu, dile gelince bunu es geçtiğini bildiğini söylemişti. Selvi Hanım'ın karşı çıkışı mıdır yoksa Cemil Bey’in sonuçsuz bir girişim olduğunu fark ettiği için midir bilinmez, bir süre sonra Cemşab sırada aynı şekilde iki büklüm oturmaya devam etti."

Yaşlı adam dalgın halinden sıyrılır gibi yükseltti sesini:

"Aman ha! Cemşab’ı somurtuk, gülmeyi bilmez biri olarak getirme gözünün önüne. Hayır, hayır! Şen şakraktı elbet, şakalaşmasını bilirdi. Ama Allah için söyleyeyim ki eşek şakası yapmazdı. Hiç birimiz yapmazdık, eğer hamama gidildiğinde –haftada bir gün dört bilemedin beş en samimi arkadaş giderdik hamama- bir bir donlarımıza nişadır sürmeyi eşek şakası saymazsak. Şimdi diyeceksin ki", dedi yaşlı adam, yutkundu.. 

“Bir şey demeyeceğim!” dedi içinden genç adam saatine baktı KC08’in gelmesine daha epey vardı eğer saat konusunda yaşlı adam yanılmıyorsa. Yaşlı adam başını kaldırmış karşı dağlara dikmişti gözlerini..

"Şimdi diyeceksin ki ‘Cemşab’ın rahmetli anası oğluna niye yaşama acemisi derdi?’ Öyle derdi çünkü Cemşab bizim gibi değildi. Yani biz normal insanlar gibi değildi. Olanı olduğu gibi almazdı. Olanı olduğu gibi görmezdi. Her bir şeyde bir ima bulurdu. Ha şunu da söyleyeyim ki O’nun ima anlayışı bizim anlayışımız gibi değildi. Nihayetinde insanın yapıp etmelerinde, söylemelerinde ima buluruz hepimiz. O öyle değildi. Güneşin doğuşu-batışında, rüzgârın esişinde, kuşun uçmasında, otomobilin bir kediyi ezmesinde, karın-yağmurun yağmasında velhasılı kelam hiçbir şeyi bizim gibi olağan bir biçimde görmezdi. Beş dakika önce esen rüzgâr şimdi esen rüzgârdan farklı anlamda eserdi O’na göre. İşte bu yüzden anası ona öyle derdi. Olanı olduğu gibi görmediği için. Zaten olanı olduğu gibi görmediği için erken yaşta öldü ya!"

Yaşı adam derin bir nefes çekip anlatmaya devam etti:

"Cemşab bizim gibi değildi vesselam. Daha altı-yedi yaşlarında âşık olmuştu. İnan öyle. "O yaşta ne âşkı?" diyeceksin. Farklıydı işte. Bak ilk aşkı –ki çokça âşık oldu, son aşkı da ölümüne neden oldu- bir gölgeyeydi." 

Başını kaldırdı ve uzaklarda bir şeye bakar gibi anlattı:

"Biz E. Kentinin Alipaşa Mahallesi Çamurlu sokak denilen yerde oturuyorduk. İlk aşkı Meltem de bizim sokaktaydı. Hani gölgeye âşıktı? Meltem de nereden çıktı deme. Meltem’in gölgesine âşık olmuştu. Meltem’i nasıl kıskandığını bilirim gölgesiyle hem hal olduğu için. Buraları hızlı geçelim.. Meltem’den sonra ilkokulda Müge diye birine âşık oldu. Onun da saçlarına âşık olmuştu. Meltem'den daha fazla kıskanıyordu Müge'yi, zira Müge her daim saçlarına dokunuyordu, okşayamadığı saçları Müge okşayıp tarıyordu, belki kokluyordu da. Derken bir gülüşe âşık oldu. Adı Gülcan mıydı neydi.. şimdi sen diyeceksin ki “Adam şıpsevdinin biriymiş” Hayır efendim. Hani âşık oldukları insan olsaydı dediğini anlardım. Gölgeye, saça, gülüşe aşık olmak.. işte bunlar birer imaydı. O, yani Cemşab aşkı bir arayış olarak adlandırırdı. Bir imaydı yaşam. Arayışı ima ederdi. Yani Cemşab öyle derdi. Müjgan diye birinin de sesine vuruldu. Sesin bütününe değil de ‘ne’ deyişine. Dikkatini çekerim sadece ‘ne’.. hemen hepimiz, ben –bu arada benim adım Ahmet-, İlhan, Çetin, Kemal, Alaattin, Yalçın, Miraç  “Arkadaş biraz yavaş git!” derdik gülerek. “Hızına ulaşamıyoruz!” gerçekten de hızına ulaşamazdık. Yeni bir aşka tutulduğunu çabucak anlardık. Anlardık çünkü E kentinin yeni bir semtine, yeni bir mahallesine, yeni bir sokağına, yeni bir kahvehanesine götürürdü bizi. Ne tuhaf.. hemen her gittiğimiz yerde bir kahvehane olurdu."

"Bak bu gerçekten tuhaf işte.." dedi genç adam. "Yani her gittiğiniz yerde bir kahvehane olması."

"Evet!", dedi yaşlı adam, "Şimdi sen söyleyince benim de tuhafıma gitti.. valla tuhaf.. ah Cemşab yoksa kahvehaneler mi çekiyordu seni? Hani şimdi yaşıyor olsa sorardım.. buna nasıl dikkat etmemişim. Ve.. efendime söyleyeyim, sık sık yeni bir muhite gitmeye başlardık. İşte o vakit yeni bir aşka tutulduğunu anlardık. Lise son sınıftaydı. Sanırım lise ikideki aşk bitmişti. Artık Akasya Çay Parkı'na gitmiyorduk. Dadaş sinemasının önünde dolaşmaya çıkmıştık bir süre. Yani birkaç gün. Hep aynı saatlerde. Bu da önemli bir ipucuydu. Cemşab bir şey söylemese de –ki bir taraftan da sımışka çıtlar afişlere bakardık, sımışka bizim yöreye ait bir deyim, ay çekirdeği- hani benim de hoşuma gitmiyor değildi, zira Leyla vardı işin içinde. Aman Tanrım! Leyla.. Leyla karşıdan karşıya geçerken bir askeri cemsenin altında kalıp öldü. Söyleyemedim Leyla’ya O’nu sevdiğimi, gözlerimi kapayınca bütünüyle kendisini gördüğümü, kalbimin ayak sesleriyle gümp gümp vurduğunu. Bak buna pişmanım. Tam söylemeye karar verdiğim zaman Leyla’yı bir cemse alıp götürdü. Dadaş sinemasının önü –cumartesi günleri- saat iki ila üç arası bizim meskenimiz oldu. Ben de Leyla’yı bekler oldum. Leyla’ya bir şey söylemediğim gibi Cemşab’a da söylemedim. Sezdi mi bilemem. Ve o.. Leyla ile birlikte Cemşab’ın sınıfında –yeni sevgili Cemşab’ın sınıfındaydı, en önden ikinci sırada otururdu- okuyan O. Dershaneye gidiyorlardı. O.. ah delikanlı sen O’nu görmeliydin.."

Yaşlı adam susmuştu. İçini çekti. Gözlerini yumdu. Birkaç damla gözyaşı döküldü gözlerinden ve titrek bir sesle yeniden konuşmaya başladı. 

"Düşsel hiçbir kahraman eline su dökemezdi O’nun. Ne Katyoşa, ne Alyoşa, ne Nastenka, ne Nathanel, ne Sofiya Nikolayevna, ne Jüliet, ne Beatrice, ne Ofelia, ne Şirin, ne Selvi, ne Leyla.. yok! Hayır, hayır şirazemizi de hepten kaybetmeyelim! Belki biraz biraz Leyla ile kıyaslanabilirdi Füsun. Leyla’yı bir cemsenin götürdüğünü söylemiş miydim? Söyledim ya. Hani yani şimdi düşünüyorum da Füsun belki Leyla ile kıyaslanabilirdi, yani öyleydi. Hem bir düşünün düşsel hangi kahraman her hangi bir insanı bakışlarıyla olduğu yere çökertebilir ki? Nasıl çökertsin ki? Sözcüklerin dışında bir varlığı yoktur düşsel kahramanların. Bakmamışlardır her hangi bir şeye gökler kadar derin gözleriyle, solumamışlardır solunan her hangi bir anı. Düşsel kahramanların, kitaplarda adı geçenlerin hiç biri, yürümemişlerdir yeryüzünün hiçbir noktasında, hiçbir noktasında izleri yoktur yeryüzünün. Hepi topu sözcüklerde can bulmuşlardır eğer denebilirse can bulduğu kitaplardaki kahramanların. Sözcükler bir mıh gibi çakılsa da insanın beynine bir anlık bir bakış denli tutamaz ki! Bunu bilir bunu söylerim. Ancak Leyla’nın da düşsel bir kahraman olmadığını bilirim. Füsun Leyla’nın günümüzde ete kemiğe bürünmüş haliydi. Benim Leyla da öyle. O da kaşıyla, yayıyla, okuyla bizim olan Leyla’nın ete kemiğe bürünmüş halleriydi. Öyle ki O’nun –Füsun’un- ayak sesleriyle olduğu yerde çakılır kalırdı insan. Her haliyle farklıydı başkalarından. Konuşması ayrı, susması ayrı, yürümesi, durması, gülmesi her şeyi apayrıydı. Bak Tanrı adına yemin ederim ki öyleydi. Nicesinin yüreğini zehirlemişti. Yok, hayır, hayır Tanrı adına yemin ederim ki suçluyor değilim Füsun’u. O’nun elinden ne gelir ki? Kendisi mi istemiştir öyle olmayı? Yo, hayır! Belki o anlatacağım şeyde en mazlum olandır Füsun. Füsun Bir Medusa mı? Hem öyle olsa bile O’na bakan, onu gören taş kesiliyorsa suçlanacak olan Medusa mıdır? Etmeyin, eylemeyin! İnsafı elden bırakmayın. ‘Bakmasın! Gözün var diye her görünene bakmak zorunda mısın behey gafil? Bakarsan işte böyle taş kesilirsin. İşte böyle zehirlenir yüreğin.’ Bu sözler Cemşab’a ait biliyor musun delikanlı? Noktasına virgülüne kadar O’nun sözleri.. Sahi senin adın neydi?

"Yusuf bey amca.. adım Yusuf!"

"Ne güzel.. benim de dedemin adıdır Yusuf. Derken ben ve tabi diğer arkadaşlar Cemşab’ın yeni aşkının peşinde dolaşıp durduk sokaklarda, oturup pişti, tavla, okey oynardık kahvehanelerde. Kahvehane de bulmuştuk. Kahvehanenin adı mavili bir şeydi. Çukur Çeşme’nin hemen karşısında. Füsun’da kahvehanenin hemen yanındaki apartmanda oturuyordu. E .kentini bilir misin?"

"Bilmem!", dedi içini çekerek genç adam. Yaşlı adam genç adamın E. Kentini görmeyişine içerlediğini düşündü.

"İç çekmekte haklısın", dedi yaşlı adam. "İç çekilmeyecek bir şehir değildir E. Efendim ;derken kahvehanede oturur çay içerdik. Cemşab Füsunların balkonunu gören bir yere otururdu. Karşısına da beni –artık yanında kim varsa, muhakkak ki bensiz de birileriyle gitmiştir, gittiğini biliyorum- oturturdu. Balkona baktığı anlaşılmasın diye. Bu arada sakın Cemşab’ın içini, çürümüş sevgililerin uyuduğu bir kabristan gibi görmeyesin. Sakın ha! Bu yeni aşk var ya.. bu parça pörçük bir aşk değildi. Yani gölgeye, sese, saça, bakışa, yürüyüşe olan türden değildi. Cemşab ‘aşık olduğum her parçanın beni getirdiği son durak bu, varlığımın sebebini, varoluşumun gerekçesini buldum Ahmet! Füsundur.’ dediğini biliyorum. Füsun’a bütünüyle âşıktı. Füsun’a Füsun olarak âşıktı senin anlayacağın. Bazen beni almadan giderdi ya, bazen ben de ona çaktırmadan onu takip ederdim. Hafta sonları. İşin içinde Leyla vardı. Kaşıyla, yayıyla, okuyla bizim Leyla, demiş ya şair.. işte o Leyla. Öldüğünü söylemiş miydim Leyla’nın. Sahi bir cemse altında kalıp ölmüştü Leyla. Zemheri aylarından biriydi. 1981 yılının zemheri aylarından biri. Sanırım şubat tatili aşırı soğuklardan uzamıştı. Bir ikindi vakti gördüm O’nu. Hayır, Leyla’yı değil. Leyla iki hafta önce bir Pazar günü askeri aracın altında kalıp ölmüştü. Cemşab’ı gördüm. Yalnızdı. Hafif kar atıştırıyordu. Mumcuya doğru ayaklarında yazlık ayakkabı –tuhaftı, yani botları, kışlık ayakkabısı vardı, hani olmasa anlardım- paltosunun yakalarını kaldırmış, ağzında her zamanki gibi filtresiz cigara başı önde, etrafında olan biten hiçbir şeyi görmeyerek yürüyordu. Sesleneyim dedim. Şeytan dürttü. Seslenmedim. Ben de peşi sıra –aramızda on adım ya vardı ya yoktu- Mumcu Caddesini tırmanmaya başladım. İran konsolosluğunun bulunduğu yüksek binayı sağına soluna bakmadan geçti Cemşab. Otobüsler, otomobiller korna çalıp durdular. Gerçi o tarihlerde araçlar günümüzdeki gibi çokça değildi. o karşıya geçene kadar ben bankanın, konsolosluğun olduğu yüksek binanın önünde durdum. Trafiğin olmadığı bir anda ben de karşıya geçtim. O çoktan Çukur Çeşme’ye giden sokağa dalmıştı. Acele etmeme gerek yoktu. Aheste aheste yürüdüm. Ben de sokağa saptım. Göl Sinemasının önündeydim. Cemşab Çukur Çeşmeye iniyordu. Bu havada, buzu saklayan yeni yağmış kar ve bizimkinin ayaklarında yazlık ayakkabı. Çeşmeye indi. Gözden kayboldu. Ben gayr-i ihtiyari Füsunların balkona baktım. Bir an O’nu gördüm gibi sandım, O’nu görünce benim bile kalbim çarpardı, benim kalp çarpıntım eşsiz olanın karşısında duyulan türdendir. Füsun eşsizdi. Balkona açılan kapı hızla örtülmüştü. Cemşab her zamanki gibi –gerçi bu havada kim susardı da çeşmeden su içerdi o başka, Allah inandırsın eksi otuz üç, otuz dört olmalıydı sıcaklık- çeşmeden su içecek, kendi deyimiyle günlerin, yılların, zehirlenmiş yüreğinin susuzluğunu giderecek, sonra doğrulacak, balkona bakacaktı, bakmıyormuş gibi yaparak. Cemşab çıkmadı biliyor musun? Koştum. Benden önce koşanlar da oldu. Cemşab’ın ayağı kaymış başını çeşmenin kurnasına sert bir biçimde çarpmış. Ve o anda orada ölmüştü. Rahmetli hep “Ahmet başımdan korkuyorum.. gözümün önünde hep başımın kesildiğini görürüm.. bir at üstündeyim.. çöldeyim.. yüzü peçeli hecin deve süvarilerinden kaçmaya çalışıyorum.. onlardan biri yetişiyor.. sonra eğri kılıcıyla boynumu uçuruyor!” derdi. Boynunu yüzü peçeli biri gövdesinden ayırmadı ama.. beyin kanaması, korktuğunu başına getirmişti, tanrı bilir niye yazlık ayakkabılarıyla çıkmıştı yola. Belki de farkında bile değildi ne giydiğinin ya da içinde bulunduğu mevsimin. Tuhaf insandı rahmetli. Çok tuhaf!" dedi yaşlı adam.

KC08 gelmiş, genç adam vedalaşmadan otobüse kendini dar atmıştı. Yaşlı adamın son söylediklerini duymamıştı bile. Genç adam otobüse bindikten sonra durağa bakmış ve  durağa doğru yürüyen iki bayanı görünce bir an onları uyarmayı düşünmüş, otobüsten inmeyi geçirmişti içinden, sonra vazgeçmişti. Üzülmüştü hem de içten üzülmüştü ve “Umarım benim düştüğüm hataya düşmezsiniz!” demişti fısıltıyla.

İki bayan durağa çoktan varmışlardı. 

Yaşlı adam, "Yalanım varsa adım batsın! Bak işte söyledim. Daha da söylerim. Hem söylemeliyim de.." diye söze başladı. Bayanlar anlamadığı dilde bir şeyler konuşuyorlardı birbirleriyle. Yaşlı adam içini çekti. Sustu. Yeni gelenler Rus’tu.



Cemal Çalık, 25.04.2016,  Konuk Yazar, Sonsuz Ark, Öykü
Cemal Çalık Yazıları


Seçkin Deniz Twitter Akışı