31 Ekim 2015 Cumartesi

SA1977/KY40-HF1: İdamlık Bir Şia Eleştirisi-Hüsameddin Ferzîzâde: İslâm’dan İslâm’a-Uydurulan İslâm’dan İndirilen İslâm’a Yolculuk 1

Sonsuz Ark'ın Notu:
22 yaşında Azerî kökenli İran vatandaşı bir Üniversite öğrencisi olan Hüsameddin Ferzîzâde Şiâ'ya yönelik sistematik eleştirisi yüzünden İran İslam Cumhuriyeti adı ile anılan Faşist Velayet- Ruhbanlık Sistemi tarafından idama mahkum edilmiştir. Aşağıda bu tertemiz delikanlının aziz hâtırâsına ve eserine dair tercümeyi bulacaksınız. Ona destek olmak için bu çalışmayı yayınlıyoruz. Çevirisini yapan Mustafa İkbâl'e, tahkik eden ve notlar ekleyen Bülent Şahin Erdeğer'e de teşekkür ederiz. Hüsameddin Ferzîzâde'ye ve esere dair önemli açıklamalar içeren Önsöz aşağıya eklenmiştir. (Güncel Not: Hüsameddin Ferzîzâde kardeşimiz, 14.09.2020 günü yayınladığımız aşağıdaki çalışmasını paylaştığım Twitter hesabıma şu mesajı bırakmıştır: "Selam, Hayatımın zor günlerinde beni desteklediğiniz için teşekkür ederim. Husamuddin farzizade" Çalışmasını yayınladığımız zamandan bu yana 5 yıl geçmiş, bu zaman içinde, 1993 doğumlu olan bu genç kardeşimiz İdam'dan kurtulmuş, ancak üniversiteden atılmış, hayatı cehenneme çevrilmiş bir durumda. Umuyorum dost ellerimiz ona uzanabilir  Türkiye olarak. Seçkin Deniz)
Seçkin Deniz, 31.10.2015

Bismillahirrahmanirrahim

İran genelinde okunabilsin diye bu makaleyi Farsça yazıyorum. Anadilim olan Türkçe yazmadığım için dostlarımın affına sığınıyor ve Allah’ın da beni bağışlamasını diliyorum.(2) Biz İranlıların anladığımızı ve tanıdığımızı sandığımız İslâm ümmeti aslında çok büyük bir dünyaya tekabül etmektedir. Öyle ki tanımaya başladığımızda hayretler içerisinde kalabiliriz. Çünkü bu büyük Ümmet Vahdet anlayışından yoksun ve bu yüzden de ortak bir yol üzerinde bir araya gelememektedir. Zira Şiiler görünüşte “Sünni kardeşlerimiz” tabirini kullansalar da geneli aslında “Ömerî Nâsibîler”(3) şeklinde tanımladıkları Sünnilerin kafir olduğuna inanırlar.

Ehl-i Sünnet de aynı şekilde Şiileri Yahudiliğin bir ürünü olarak gördüğünden onlardan uzak dururlar. İslâm’ın doğuş çağına en yakın fırka olan İbâdiye gibi kimi Harici fırkaların da kendilerine has farklı görüşleri bulunmaktadır.(4)

Her üç akımın ortak noktası İslâmî birliğin bozulmasında Yahudileri suçlu görmeleridir. Çünkü Yahudiler İslâmi birliği bozmak için gerektiğinde Sünni gerektiğinde ise Şii olabilmekteydiler. 

Şiileşen Yahudiler Hz. Ali hakkında aşırı medhiyeler dizerken ilk üç halife hakkında hiç hoş olmayan rivayetler üretmişlerdir. Sünnileşen Yahudiler de aynı şekilde Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer hakkında aşırılığa varan methiyeler dizmişlerdir. Ümmet arasında nifak yaratmak suretiyle değişik fırkaları birbirine düşürmek için mü’minlerin annesi Hz. Âişe adına hadisler rivayet etmişlerdir.

İbn Sebe gibi Yahudiler Hz. Ali ve İslâm hakkında aşırı ve gerçek dışı iddialar üretmek için Fars tarihinin sosyal psikolojisini uygun bir zemin olarak kullanmışlardır. Çünkü Yahudi alimleri Farsların Araplar’a karşı besledikleri aşırı kin ve nefretten haberdardılar. Hem İslâm öncesi hem de İslâm sonrasında Farsların Arapları aşağı ve ikinci sınıf insanlar olarak gördükleri hakkında yahudilerin tarihi bilgisi bulunmaktaydı. 

İslâm öncesinden başlayan Farsların Arap karşıtlığı ve düşmanlığı günümüze kadar devam etmektedir. Farslıların bu Arap karşıtlığı ve kininden yararlanan İbn Sebe ve Ka’bu’l Ahbâr (5) gibi yahudi alimler İslâm dünyasında parçalanma yaratmak ve müslümanları birbirine düşürmek için ilk üç halife özellikle de Farslıların övündükleri Sasani imparatorluğunu yıkan Hz. Ömer hakkında tahkir edici ve aşağılayıcı söylentiler yaymaya başladılar. 

Çünkü Yahudi bilginler Farsların Araplar’ı özellikle de Sasani İmparatorluğu’nu yıkan Hz. Ömer’i sevmediklerini çok iyi bilmekteydiler. Yahudiler bu konuda başka tarihi tecrübelere de sahiptiler. Farslıların sadece Hz. Ömer’i değil daha önce Hahemenişahları deviren Makedonyalı İskender’i de tıpkı Hz. Ömer gibi sevmediklerini çok iyi biliyorlardı.

Dikkat edilirse İran’da en çok sövülen, aşağılanan ve lanet okunan kişi Hz. Ömerdir. Sasanilerin yıkılmasında Hz. Ali’nin daha az rolü olduğundan Ebû Talib oğluna karşı Hz. Ömer’e besledikleri gibi kin ve nefret beslemezler. Hz. Ali’yi daha önceki halifelerin neredeyse düşmanı gibi göstererek Arap ve diğer halifelere karşı düşmanlığın tarihi zeminini oluştururlar.

Zerdüştiler Hz. Ali hakkında aşırı övücü sözler söylerken, ilk üç halife ve Hz. Âişe hakkında hakaret dolu bilgiler içeren metinler ürettiler. Ayrıca Farslar eski çağlardan beri “kutsal soy”a inandıklarından Hz. Ali’nin evlatları hakkında da İslâm öğretileriyle hiçbir şekilde uyuşmayan iddialar ortaya attılar ve hiçbir tarihi dayanağı olmayan bir yalan uydurdular. 

Güya Hz. Ali’nin oğlu Hz. Hüseyin son Sasani padişahının kızı Şahrbanu ile evlenmiş! Yalan yanlış bilgilerle Hz. Hüseyin’in karısını Farsmış gibi göstererek Hz. Hüseyin’in soyundan gelecek olan imamlara Sasani-Pers soy ve kimliği kazandırmak istediler ve ne yazık ki bunu başardılar.

Oysa Sasani Şahı Yezdigerd’in bir kızı olduğuna dair tarihi kaynaklarda hiçbir bilgi bulunmamaktadır. Ayrıca Arapların saldırısından sonra Yezdigerd’in ailesinin Çin’esığındığına dair tarihi rivayetler bulunmaktadır. Bu yüzden mesela Tabatabai(6)gibi bazı Şii alimleri Hz. Hüseyin’in Sasani şahının kızıyla evlendiğine dair rivayetleri yalanlamışlardır. 

Bu alimlere göre Hz. Hüseyin’in oğlu Zeynelabidin’in annesi Sasani şahının kızı değil, Yemenli bir cariyedir. Ayrıca Sasani sarayında hanedan soyu ve ırkı temiz ve asil kalsın diye başka soy ve ırklarla özellikle de aşağıladıkları Arap soyuyla evlilikler yasaklanmıştı. 

En önemli yalanlardan birisi de Tahran’da Şahrbanu için uydurulan bir türbenin bulunmasıdır. Tarihi verilere göre bu mezar, eski Pers inancında bulunan Anahita adlı bir ilah adına yapılmış bir tapınaktır.

Yine Ka’bu’l Ahbar gibi yahudi alimler ilk üç halifeyi medh ederken Hz. Ali hakkında ise yerici rivayetler uydurmuşlardır. Bunlar İslâm düşmanlığıyla tanınan yahudi alimlerdi. Yahudiler şimdi oluğu gibi o zaman da akli ve şeri ilimlerde öncü idiler.

İlkel toplumlar da dahil olmak üzere tarih boyunca yahudilerin çoğuöğretmen veya bilge olmuşlardır. Buna karşılık diğer dinlere inananlar bu alanda fazla başarılı olamamışlardır.7 Bu açıdan yahudiler her zaman seçkin bir halk olagelmişlerdir. 

İslâm’ın başlangıç tarihini dikkatle okursak, Yahudilerin ne kadar etkili olduklarına rahatlıkla tanıklık edebiliriz. Ka’bu’l Ahbar, Hz. Ömer’in öldürüleceğini önceden öngürmüştü(!) Hz. Ömer’in katili Ebû Lülü’nün tehdidinden sonra Ka’bu’l Ahbar Hz. Ömer’e üç gün sonra öldürüleceğini haber vermişti. 

Bu öngörüsünü Tevrat’a dayandırarak açıklıyordu.(8) Onun ve diğer yahudilerin zerdüştlerle birlikte İslâm’a karşı muhalefet ve düşmanlık ettikleri tarihte çok açıktır.

Yahudiler İslâm’ı içeriden çökertmek ve parçalamak için gruplar oluşturuyordu. İlginç olan ise bizzat Ka’bu’l Ahbar’ın kendisinin Hz. Ömer’in öldürülme fikrini ortaya atan ve bunun için zemin hazırlayanlardan birisi olmasıdır. O, Hz. Ömer’in öldürüleceği fikrini Tevrat’ta okuduğunu iddia ederek, bir yandan Hz. Ömer’in öldürülmesi fikrini yaygınlaştırıyor diğer yandan da Hz. Ömer’i övmekten geri kalmıyordu. 

Diğer bazı yahudiler de Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer’i yücelten hadisleri Hz. Peygamberden naklediyorlardı. Güya Hz. Peygamber Hz. Ömer’in ilminin herkesten daha fazla ve üstün olduğuna dair bazı sözler söylemiş! Oysa Hz. Ömer’in kendisi pek çok kere ilminin sınırlı olduğunu açıkça dile getirmiştir. 

Hz. Ömer’e muhalif veya muvafık olsun bütün ravilerin anlattığına göre; bir gün Hz. Ömer minberde hutbe okurken bir kadın Hz. Ömer’in söylediklerine karşı çıkmış ve tartışma sonucunda Hz. Ömer kadının görüşünü kabul ederek “Ömer’in ilmi Müslüman bir Arap kadınından bile daha azdır, Arap kadınları ondan daha alimdirler” demiştir.(9)



Çeviren: Mustafa İkbâl
Tahkik ve Notlandıran: Bülent Şahin Erdeğer

Hüsameddin Ferzîzâde, 31.10.2015, Sonsuz Ark, Konuk Yazar

Hüsameddin Ferzîzâde Yazıları




Metin adresi:

Notlar:

1-  Bu madde Önsöz'deki not sırasına dairdir. “Şura’dan Velayeti Fakih’e Şia Siyasal Düşüncesinin Gelişimi” başlığıyla tercüme edilmiştir.
(Kitabiyat Yay. Ankara, 2005)

2- Yazar, İran’da Azerilerin etnik haklarınaözellikle ana dille eğitim hakkına yönelik baskılara gönderme yapıyor. (B) Bizzat yazarın Farsça orijinal metinde düştüğü dipnotlar (F), tarafımızdan konan dipnotlar ise (B) simgesiyle gösterilmiştir.

3- Nâsibî (Arapça ناصبي , çoğul نواصب Nevâsıb), nefret sahibi olan(lar), kindar(lar) anlamında Arapça bir sıfattır. Şiiler tarafından, kendi bakış açılarına göre, sıklıkla, Ehl-i Beyt'e ve Ehli Beyt takipçilerine düşman olanlar, onlardan nefret edenler için kullanılan kelimedir. Bu tabir, Şiiler tarafından, çoğunlukla Sünnileri tanımlamak amacıyla kullanılmaktadır. Bununla beraber, Şii hadislerinde, On İki İmam tarafından bu tanımlamanın; Şiiliğe sırt çeviren, Şiilikten ayrılanların yanı sıra, kimi bazı Şii mezhepleri mensupları içinde kullanıldığı belirtilmektedir. Nasıbilik Emeviler döneminde Ehl-i Beyt ve taraftarlarına düşmanlık eden resmi ideoloji iken Sünni kültürün genelinde böylesi bir düşmanlık varolmamıştır. Şiilerin söz konusu tanımlamayı tüm Sünniliğe ve Şii olmayan herkese genelleştirmesi mezheplerarası düşmanlığı beslemektedir. (B)

4- Yaşayan İslam mezhepleri arasında Sünni ve Şiilerden sonra hayatiyetini sürdüren 3’ncü İslam mezhebidir. Hz. Ali ve Muaviye arasındaki Hakem olayını kabul etmemekle birlikte kendilerini Harici olarak da kabul etmeyen bu ekol, Sünnilik ve Şiiliğin inşasından önce Hasan Basri ve Câbir Zeyd’in öğrencisi Abdullah b. İbâd tarafından sistemleştirilmiştir.Mensupları günümüzde Umman ve Kuzey Afrika ülkelerinde yaşayan İbâdilik, Sünnetin Kur’ân’a arz edilmesini savunur. (B)

5- 'Ka'bu'l-Ahbâr', 'Ka'bu'l-Hıbr' İbn Mâti' el-Himyerî diye bilinen Ka'b, Yahudi kutsal kitaplarına vukufiyeti olan ilmi geniş, alim bir şahsiyetti. İslam ve Cahiliye dönemlerine yetişmiş bir muhadramdı. Zira Yemen'de doğmuş, hicret edinceye kadar da orada ikamet etmiş ve ancak Hz. Ömer döneminde H.12. yılda Müslüman olmuştu. İbn Sa'd, Tabakât'ında onu Şam ehli tabiîlerinden sayar ve onun hakkında şöyle der: "Ka'b bir Yahudi idi, Müslüman olup Medine'ye geldi, sonra Şam'a gitti ve en son Hımıs'a yerleşti. Hz. Osman'ın hilâfeti döneminde h. 32 yılında vefat edinceye kadar da burada kaldı." (İbn Sa'd, et-Tabakâtu'l-Kubrâ, VII/445.) İbn Sa'd'ın Hammâd b. Seleme – Ali b. Zeyd b. Cudân – İbnu'l-Müseyyib kanalıyla İbn Abbas'tan naklettiğine göre, o, Ka'b'a: 'Peygamber (a.s.) ve Ebû Bekr dönemlerinde Müslüman olmana mani olan şey neydi? Neden Ömer dönemine kadar bekledin?' diye sordu. O da: 'Babam bana Tevrat'tan bir kitap yazmış ve onunla amel etmemi söylemişti. Diğer kitapları da mühürlemiş, mühürlerini açmamam konusunda benden kesinkes söz almıştı. İslam'ın doğuşunu görünce, kendi kendime 'belki de babamın benden gizlediği bir takım bilgiler var' diyerek mührü açıp diğer kitapları okudum. Böylelikle Hz. Muhammed ve ümmetinin vasıflarını orada bizzat gördüm ve şimdi gelip Müslüman oldum." (İbn Sa'd, et-Tabakâtu'l-Kubrâ, VII/445.) (B)

6- Muhammed Hüseyin Tabatabai (1902, Tebriz - 15 Kasım 1981), İranlı Şii din alimidir. 20. Yüzyılda Şii mezhebine mensup en önemli müfessir olarak bilinir. El Mizan fi Tefsir'ul Kur’ân adlı 20 ciltlik bir Kur’ân tefsiri yazmıştır. (B)

7- İbn Abbas ile Ka'b arasında geçtiği nakledilen diyalog şöyledir: Mücâhid'in eş-Şa'bî'den rivayetine göre, İbn Abbas Arafat'ta Ka'b'la karşılaşmış ve ona bazı şeyler sormuştu. Ka'b, var gücüyle bir tekbir getirmiş, öyle ki, sesi dağlarda yankılanmıştı. Bunun üzerine İbn Abbas: "(Niye bu kadar şaşırdın?!) Bizler Hâşim oğullarıyız!" demiş. Ka'b da: "Allah 'ru'yet'le 'kelam'ını, Hz.Muhammed'le Hz.Musa arasında paylaştırdı; bu nedenle Hz. Musa O'nunla iki kez konuşmuş, Hz.Muhammed de O'nu iki kez görmüştü" demiştir. Bk. Tirmizî, Tefsîru Sûre 53/3 (V/367-8). (B)

8- Bu konu hakkında ayrıntılı bilgi için Taberi Tarihine bakılabilir. (F)

9- Hz. Ömer mehrin 400 dirhemden fazla olmasını yasaklamış ve bu hususta insanlara bir hutbe
vererek şöyle demişti: (Ebû Davud, Nikâh, 27, Hadis No: 2106): "Kadınların mehirlerinde aşırıya
kaçmayın. Eğer bunu yapmak dünyada bir iyilik veya ahirette bir takva olsaydı hepinizden önce bunu
Resulüllah yapardı. Ne hanımlarından herhangi birine, ne de kızlarına 12 ukiyye (40 dirhem)
gümüşten fazla Mehir vermemiştir. Kim ki, 400 dirhemden fazla verirse, fazlasını beyt-ül mal için
alırım…" Minberden indikten sonra Kureyşli bir kadın ona şöyle dedi: "Buna hakkın yok ey Ömer!"
Ömer de ona "Niyeymiş"? dedi. Kadın şöyle cevap verdi: "Çünkü Allah Teala, "Evvelki (eşinize)
yüklerle Mehir vermiş de olsanız, o verdiğinizden bir şey almayınız. O malı bir iftira ve açık bir günah isnadı yaparak geri alır mısınız?" (Nisa 4/ 20). Bunun üzerine Hz. Ömer şöyle dedi: "Bir kadın isabet etti ve bir erkek yanıldı." Ebû Yala, el-Kebir'de şöyle rivayet etmiştir: Bunun üzerine Hz. Ömer dedi ki, "Allah'ım beni affet! Bütün insanlar Ömer'den daha iyi biliyor. Sonra minbere çıkarak şöyle ilan etti: "Ey insanlar! Kadınların mehirlerini 400 dirhemden fazla vermenizi yasaklamıştım. Artık kim isterse malından dilediği kadar versin." (İbn Mace, Nikâh, 17, Hadis No: 1887) (B)




ÖNSÖZ

İranlı üniversite öğrencisi Hüsameddin Ferzizâde’nin “İslâm’dan İslâm’a” (Uydurulan İslâm’dan İndirilen İslâm’a yolculuk) başlıklı çalışması İranlı Azerî bir gencin Şii kültürel mirasını ve din anlayışını sorgulamasını içermektedir.

Ferzizâde’nin kitapta da ifade ettiği gibi kendisi Ayetullahuzma Burkâi ve Ayetullah Herkani’nin ilmi araştırmalarından etkilenmiş, Şiiliği kökten eleştiriye tabi tutmuştur. Ferzizâde’nin elinizdeki kitapta işlediği temel tez, İslam’ın Kur’ân merkezli / Vahiy ölçüsünde anlaşılması gerektiği, tüm geleneksel mirasın da ancak Kur’ân’ın Furkân ölçüsünden olumlu not aldığında kabul edilebileceğidir.

“İslam’dan İslam’a” Şiilik ve Sünniliğin tarihsel süreç içerisinde üretilen sahte hadis rivayetleri aracılığıyla Kur’anî ölçüden koptuğunu iddia eder. Yazar, Şiilik ve Sünnlik’ten daha erken dönemde sistematikleşmesi dolayısıyla İbâdî mezhebinin daha arı-duru,Kur’ân’a uygun bir anlayışa sahip olduğunu savunur.

Ferzizâde, Şii bir toplumun içinde yetişmesi sebebiyle eleştiri oklarını Şia’ya yoğunlaştırır. O’na göre 23 alt gruptan oluşan Şia büyük oranda Yahudilikten ve Mecusilikten daha sonra da Hrıstiyanlık, Maniheizm, Manicilik, Budizm gibi diğer dinlerden etkilenmiştir. Ferzizade “Şia” derken sadece Caferî/12 İmam Şiiliğini değil tüm Şia fırkalarını kast etmektedir. Çünkü Şiilik her ne kadar zahirde aşırı ve ılımlı kanatları olsa da İmamların velayeti, Hz. Ali’nin hakkının gaspı, masumiyet vb. Konularda genellikle fikir birliği içindedir. Belki Bu birliğe Zeydiyye’nin ana gövdesi aykırı görüşler serdetmiştir. Ki Zeydilik içerisindeki bazı altgruplarda bile Şia’nın genel tezlerine hak verilmektedir.

Ferzizâde, Genel Şiilik eleştirisi yaptıktan sonra özelde de 12 İmam Şiiliğinin temel tezlerini tartışır. Yöneticiliğin soya bağlanması, masumiyet, humus, imamların aşırı yüceltilmesi, ledün ilmi, takiyye gibi bir çok konuyla ilgili fikirlerini beyan eden Ferzizâde gerek yaşı ve donanımı gerekse de çok geniş bir mezhep/felsefe litertürünü konu edinmesi sebebiyle makalesinde dağınık bir görüntü verir.

Yaptığı çalışma, hakikati arama ve hurafeleri sorgulama açısından cesaret içermektedir. Bu bağlamda riski göze almış ve hakikat uğruna bir çok dogma ve tabuyu sarsacak bir dil kullanmıştır. Elinizdeki eserin araştırmacı, muhakkik bir Kur’an talebesinin cesur sorgulamaları olduğu, akademik bir doygunlukdan ziyade bir bilinç ışıltısı olduğu gerçeğini gözönüne alarak okumanızı tavsiye ederim. 

Ferzizâde ve benzerleri karanlıkta el yordamıyla Kur’an’a tutunmaya çalışmıştır. Dolayısıyla üslup ve usul konusunda eksiklerinin, genellemelerinin, kimi zaman ifrat ve tefritlere gidip gelmelerinin doğal karşılanması gerekir.

Bilinç ışıltıları, karanlık içinde bir kibrit yakan o karanlıkta ancak önünü görebilen cesur insanların işidir. Öyle ki karanlıktan gözleri ışığa yabancılaşan mukallitleri ve onları güden körlüğün Ruhban sınıfını ufacık bir kıvılcım bile rahatsız eder. Gücü elinde bulunduran Ruhban sınıfının Ortaçağ’daki Engizisyonu’nu hatırlayabiliriz. Ya da bizim tarihimizde yer alan Demoklesin kılıcı (3)gibi özgün düşüncenin üzerinde sallanan “Mürted’in Katli” hükümünü...

Seyyid Kutub’un “Yoldaki İşaretler” isimli eserinde dikkat çektiği “Kur’ân Nesli’ni yeniden inşâ etme” çağrısı Mısır’da onu Şehadete kavuşturmuştu.

Ahmed Kesrevî, Şiiliği Ferzizâde gibi eleştirme cüretini gösterdiği için Nevvab Safevi tarafından katledilmişti. Kesrevî’den etkilenen Dr. Ali Şeriati’de yazdığı eserler sebebiyle Şii ruhban sınıfı tarafından sapık, zındık, gizli Sünni, kafir ilân edilmiş, kitaplarının okunmasının haram olduğu fetvaları verilmişti...

Ayetullahuzma Muhammed Huseyn Fadlullah’ın bazı Şii hurafelerine getirdiği eleştiriler sebebiyle hakkında Fadlullah’a ölüm sloganlarıyla yürüyüşler yapılmıştı... 

Necef ilim havzasından mezun olmuş Dr. Musa Musevi’nin İmamiye Şia’sına eleştirel baktığı “eş-Şia ve’t-Tashih/es-Sıra’ beyne’ş-Şia ve’t-Teşeyyu’” (1988) adlı kitabı sebebiyle mürted ilan edilmiş, Musevî yaşadığı topraklardan canını zor kurtarmıştı.

Iraklı Şii alim Ahmed el-Kâtib de benzeri bir kaderi yaşamış, 12. İmam’ın hayatıyla ilgili yaptığı ilmi sorgulamanın sonuçları böyle birinin asla yaşamadığı gibi çarpıcı bir gerçekle sonuçlanınca can güvenliği sebebiyle adını ve yaşam alanını değiştirmek zorunda kalmıştı...

Ayetullahuzma Seyyid Ebû’l Fazl İbn-i Rıza Burkai el-Kummî (1908-1992), Şii hiyerarşisindeki en üst mercideydi. Şiiliğin tezlerini Kur’an’a arzeden ilmi araştırmalar yaptı. Bu çalışmaları sonucu bağlılarıyla birlikte Şia’yı köklü bir eleştiriye tabi tuttu. İran Devrimi sonrası fiziksel saldırılara da uğrayan Burkaî’nin mescidinin de tahrip edilmesi üzerine zor şartlar altında faaliyetlerini 80’li yıllarda evinde sürdürmeye başladı. 1986 yılında Devrim Muhafızları tarafından evinde silahlı saldırıya uğrayan Burkai, yüzünden yaralandı. 1992 yılında ise zehirlenerek şehid edildi.

Ve Haşîm Agacerî...

‘Peygambere hakaret etmekle’ suçlanan Haşim Agacerî’ye 2002 yılının Kasım ayında idam, sürgün ve kırbaç cezası verilmiş, 10 yıl süreyle ders vermesi yasaklanmıştı. Üniversitelerde bu kararı protesto eden dev gösterilerin yapılması üzerine, İran dini lideri Ayetullah Ali Hamaney, Agaceri davasının gözden geçirilmesi talimatını vermişti. Yüksek Mahkeme, 2003 Şubat ayında, Agaceri hakkındaki idam cezasını bozmuştu. Agaceri’nin yargılanmasına yeniden başlandı.

Ali Şeriati’nin öğrencisi Agaceri, geçen yıl Haziran ayında Hamedan’da yaptığı konuşmada, Şii İslam’da “reform” istemiş ve “Müslümanların din adamlarının öğretilerini körü körüne izleyecek maymunlar olmadığını” söylemesi üzerine tutuklanmıştı.

Görüldüğü üzere durum Sünni ve Şii dünyada çok da farklı değildir. Gücü elinde bulunduran hakim din anlayışı, farklı düşüncelere ve dini yorumlara delilleriyle cevap vermek ve onun da düşünce özgürlüğünü güvence altına almak yerine “Mürted” kavramına sığınarak kendisi dışındaki yorum ve eleştirileri susturma ve yok etme yoluna gitmektedir.

Buradaki zihniyet sorunu, eleştiri hakkını imkansız kılmasındadır. Yoksa eleştirilerin içerikleri, üslup ve tarzları ayrı bir tartışma konusudur. Elbette her eleştirinin içeriğinin doğru olacağı anlamına gelmez. Ancak adalet ve insaf insanları şiddete çağırmayan, fikirsel eleştiri ve sorgulama içeren her türlü düşünceyi yine aynı yolla cevaplamayı gerektirir.

Ferzizâde elinizde tuttuğunuz metni, Farsça olarak yazmış ve internet ortamında tartışmaya açmıştı. Metni okuyan İran devlet makamları gencin “Fıtri Mürted” olduğuna hükmedip onu idam cezasına çarptıracaktı.

Şii fıkhına göre “Kesinlikle öldürülmesi farz olan mürted, fıtri mürted denilen ve Müslüman anne babadan dünyaya gelmiş ve tövbe etmeyi kabul etmeyen şahıs için geçerlidir.” Yani anne-baba Müslümansa ve Mollaları eleştirirseniz tövbenizi bile kabul etmeden öldürülüyorsunuz...

Ferzizâde vakıası bizlere Afganistanlı Ferhunde’yi hatırlattı. 2015 Mart’ında muskacı bir mollanın yaptıklarının hurafe olduğunu anlattığı için “Kur’an’ı yaktığı” iftirasıyla linç edilen Ferhunde Muhammed hunharca katledilmiş, cansız bedeni çeşitli işkencelere tabi tutulmuştu...

Ferzîzâde davası sadece Kur’an merkezli bir din anlayışına davet “suçu”nu işlemenin yanısıra sadece düşüncesini ifade ettiği için idamla yargılanabildiği bir hukuk(suzluk) düzenini de gözlerine seriyor. 

Uydurulmuş Din’in Şii kolu Batinî ve tekfirci özellikleri sebebiyle kendisini hakikatin tek sahibi görmektedir. Öyle ki bu seçilmişlik, kurtulmuş seçkin topluluk psikolojisi kendi çıkarları dışında hiçbir şeyi önemsememeyi beraberinde getirmektedir. Öyle ki bu hastalıklı psikoloji Suriye’de 40 küsur yıldır halkını ezen bir diktatörlüğün 2011’den bu yanan katlettiği 350 binin üzerindeki masum sivil kadın ve çocukların hayatı bir değer ifade etmez. Aksine kendi maslahatı için kitlesel katliamlara destek verir, zalimleri ayakta tutar...

Öyle ki bu hastalıklı kurtulmuş topluluk anlayışı İran’da farklı düşünsel kesimlere mensup yüzlerce kişiyi hapseder, hapislerde asgari insan haklarını hiçe sayar... Ferzizâde hem Azeri olması hem de İran’daki resmi ideolojiyi, uydurulmuş Dini sorguladığı için bir başkası da onun gibi yapmasın diye çok sert biçimde cezalandırıldı. Ancak ülkedeki medyanın ve kamuoyunun devletin kontrolünde daha da ötesiğ doğrudan ordunun kontrolünde olması İran’daki gelişmelerin, insan hakları ihlallerinin sağlıklı biçimde dünyaya ulaştırlamamasını beraberinde getiriyor.

Bu sebeple Hüsameddin Ferzizâde Davası ancak yakınları ve avukatları tarafından kısıtlı imkanlarla duyurulabildi. Ferzizâde’den halen (2015 Kasım’ı itibariyle) haber alınamamakta ailesiyle görüştürülmemektedir. Akıbeti hakkında endişe duyulmaktadır.

Türkiye’de olayın duyulması ise kitabın Farsça çevirmeni Mustafa İkbal vesilesiyle olmuştur. 

Davanın Türkiye’de gündemleştirilmesinden rahatsız olan İran resmi ideolojisine bağlı çevreler karşı bir kampanya başlatıp bir dizi iddia ortaya atarak gerçekleri karartmaya çabaladılar. Önce İranlı hristiyanlara ait bir insan hakları kuruluşunun Ferzizâde’nin yargılanmasını gündemine aldığı için Ferzizâde “Hristiyan” ilan edildi. Mürted olduğu için de idamı doğal karşılandı. Oysa yargılandığı kitapta Hristiyanlık da eleştiriliyordu. 

Sonra aynı çevreler Ferzizade’nin “serbest bırakıldığını”, “ırkçı bir ülkücü” “terörist olduğunu” ileri sürdü. Oysa söz konusu mahkeme kararında terör, şiddet gibi gerekçeler yoktu, serbest kaldığına dair herhangi bir beraat kararı ya da görüntülü belge de...

Zaten karşı itirazların tümü konunun özüne cevap veremiyordu. Bir insanın sadece yazdıklarından dolayı, adaletin timsali olması gereken adı İslam Cumhuriyeti olan bir düzende nasıl olup da hem de idamla yargılanabildiğini, nasıl sadece bir mezhebi eleştirdi diye kafir görülebildiğini de izah etmiyordu. Edemiyordu...

Traji-komik olan güya İslam’a Hz. Peygamber’e hakaret ettiği iddiasıyla verilen hükmün bizzat kendisinin Hz. Peygamber’e hakaret anlamına gelmesiydi. Çünkü idam kararında “Resul-i Ekrem’in (saa) makamına hakaret” suçuna 74 kırbaç, ama ”Masum İmâmlara hakaret” suçuna 5 yıl hapse layık görülmesiydi!

Elinizdeki eser Uydurulmuş Din’in mağrur adaletsizliğinin bir kanıtıdır. Bir genci yazdığı eleştirel sayfalar sebebiyle idamla yargılayabilecek kadar da hakikatten, delillerden, sorgulamadan korktuğunun kanıtıdır...

Heyhat min’ez Zille...

Çeviren: Mustafa İkbâl
Tahkik ve Notlandıran: Bülent Şahin Erdeğer


Seçkin Deniz Twitter Akışı