31 Ekim 2015 Cumartesi

SA1976/KY27-ŞT26: Kafesteki Şehir; Erzurum

 "Bir yandan toplumsal anlamda sosyal bir kopuşu, diğer yandan da bireysel anlamda zihinsel bir ayrışmayı beraberinde getiren bu tarihsel ve kültürel kırılma noktası aynı zamanda övüldüğü kadar övünen ve üzerinden bir övgü payı çıkarılan Erzurum’a ait pek çok gerçeğin de üzeri örtülerek unutturulduğu bir dönemin başlangıcıydı."


Popüler kültürün vazgeçilmez ve karşı konul(a)maz bir etkinlik kazanarak ülke çapında büyüyen bir aynileştirme mekanizmasına dönüşmeye başladığı 80’li yıllardan sonra, ortaya çıkan basit ve başat yüzeyselliğe karşı direncini kaybederek silinmeye yüz tutan pek çok yerel-geleneksel tavır gibi, Erzurum’a özgü o kadim gelenekte tuhaf bir ikincil yaşam dönemine giriyordu.

Söz konusu döneme kadar şu ya da bu şekilde ortalama Erzurumlu bireyin tercihlerinden genel Erzurumlu duruşuna kadar genişleyen bir alanda anlam kazanan ve şehrin tüm kesimlerince kabul görmüş bir davranış bütünlüğüne dayanan geleneğin içine girdiği bu yeni evreden sonradır ki, Erzurum’a ve Erzurum insanına ayırıcı vasfını kazandıran bütün psiko-sosyal dinamikler belirgin bir aşınmayla zayıflıyor, sonuç olarak ta hem Erzurum’un hem de Erzurumlu'nun gündelik hayatı giderek daralan bir sınırın son noktasına kadar geriliyordu.

Küçüğünden büyüğüne, gencinden yaşlısına, esnafına, işadamına ve eşrafına kadar tüm şehir halkını etkisi altına alan ve karşılıklı bir tedirginlikle temellenen bu sınırın gerisinde ise herkesin kendi Erzurum’una hizmet edercesine koşuşturduğu yeni bir Erzurum(lu/cu)ğun tohumları atılıyordu.

Pratiğe aktarılış biçimi itibariyle yeni bir durum gibi görülse de, yarım asırlık bir geçmişi olan ve kısa bir süre içerisinde hiçbir ayırım gözetmeden yediden yetmişe bütün şehri istila eden bu neo-erzurum algısının ilk emareleri ağır bir vurdumduymazlıkla ortaya çıkıyordu. 

Birkaç erken uyarıcı hariç hemen hemen hiç kimsenin ilgisini çekmeyen şaşırtıcı ve bir o kadar da düşündürücü bir gelişmeydi bu. Bir yandan toplumsal anlamda sosyal bir kopuşu, diğer yandan da bireysel anlamda zihinsel bir ayrışmayı beraberinde getiren bu tarihsel ve kültürel kırılma noktası aynı zamanda övüldüğü kadar övünen ve üzerinden bir övgü payı çıkarılan Erzurum’a ait pek çok gerçeğin de üzeri örtülerek unutturulduğu bir dönemin başlangıcıydı. 

Öyle ki; tarihin hemen her döneminde doğrudan ve haktan yana tavizsiz bir muhalefetle anlam kazanan ‘Dadaş’ tavrı geleneksel unsurlarla birlikte içine düştüğü bu ikincil yaşam arenasında sadece bir tavır olarak korunmaya başlıyor, kendini güdüleyen geleneğin çözülüşüyle birlikte dokularına sirayet eden donanım boşalması nedeniyle de hiçbir açıklamaya girişmeden ve en küçük bir arayışı bile başlatamadan kuru bir tavır olarak kemikleşiyordu.

Uğranılan zararın bilançosu gayet açıktı... Yüzyılın ilk çeyreğinde Millî Mücadeleyi başlatan ‘Kongre Şehri’ bir anda ‘Yozgat’tan sonraki coğrafya’dan üzerine üzerine boca edilen bir ‘unutulmuşluk’la gözden uzak düşü(rülü)yor, bir zamanlar bulunduğu bölgenin ‘Paris’i şişirmesiyle alnına kondurulan soğuk ve şapırtılı öpücük bile geri alınıyor ve ‘...gidilmese de, görülmese de...’ birilerinin olduğu söylenilen ‘köy’ler gibi sırtı sıvazlana sıvazlana İstanbulkapı önünde kendi kaderiyle başbaşa bırakılıyordu...

Evvel zaman içinde Mavi'yle Beyaz'ın, şimdilerdeyse Siyah'la Laciverd'in koyutlandığı bir çelişkinin şehrin sokaklarına yayılışıydı bu. Merkez tarafından unutulduğu söylenen şehir de bula bula tıpkı, şehrin üzerine dökülen unutulmuşluk kadar karanlık bir unutuş mayalanıyor, şehrin ve şehir insanının içine düştüğü anlamsız durum ise kahve sohbetlerini andıran anlık dokunuşlarla geçiştirilmeye çalışılıyordu.

Sağladığı alegorik kolaylıktan ve karizmatik faydadan olacak, bir söylem olmanın ötesinde giderek bir gerçek haline getirilen ve şehrin ‘makus talihi’ne vurgu yapılan hemen her hamaset ortamı için başlıca ezberi oluşturan bu bildik unutulmuşluğun koskoca şehri nasıl olup da bu hâle getirebildiği sorusu ise, taşıdığı şehre dönük eleştirel boyutu nedeniyle hiç kimsenin gündemine bile giremiyor, her hâlükârda adı merkez olan belirgin bir suçlu ile yetinilerek bütün vicdanlar temize çekiliyordu.

Unutuluşla unutuşun aynı anlam alanında birleştiği bu noktada ise unutulan Erzurum’la unutan Erzurum arasında fazlaca bir fark kalmıyor ve o can yakıcı kırılmayı başlatan tarihten itibaren en az şehri unuttuğu söylenen merkezi coğrafya kadar, kendi gerçeklerini unutan ve iki koldan yürütülen bir öve öve, seve seve bitirme ortaklığın da birleşen merkez ve Erzurum(lu) gerçeği aynı suçun failleri hâline geliyordu. 

Hiç kimsenin kabul etmeye yanaşmadığı bu suç ortaklığının göbeğinde ise, herkesin kendi kaybını kazanca tevil etmek üzere açık tuttuğu bir yeni sevda biçimi büyütülüyor ve kahve sohbetlerini aratmayacak bir güncelliğe ısmarlanan bir aktarımla da içerde ve dışarıdaki bütün Erzurumlular aynı sevdayı terennüm etmeye zorlanıyordu.

Kendini içi boşaltılarak hafifletilmiş ve kullanılışlı bir araç haline getirmiş gelenekle aynı kulvara sokan bu sevda söyleminin ilk gönüllüleri ortamın boşluğunu da göz önüne alarak guruplaşmakta ve ‘biz’ olmakta gecikmemişti. Kolları ve yürekleri bir şehri kucaklamaya yetmeyenlerin kendilerine en yakın bulduklarını yanlarına çekerek oluşturdukları sınırsız-sorumsuz kamplaşmalar yeni bir moda haline geliyor, şehrin dillere destan dayanışma ve birlik olma mirası bu kampların otoritesinde parçalana parçalana ufalanıp yok ediliyordu.

Artık her alanda gözle görülecek kadar hızlanan bir geri kalmışlık dikkati çekse de, her şeyi kendi çapınca yontan ve kendince anlamsızlaştıran bu yeni Erzurum(lu/cu)luğun şehirden yanaymış gibi yapıp, aslında ‘biz’den ve guruptan yana çıkan üstü kapalı gidişatıyla hiçbir gurubun tek bir mensubu bile en küçük kayba uğramadan kazancına kazanç katıyor,ve sanki de şehrin tabanında ve tavanında birer delik açılmışçasına garip bir biçimde topyekûn kazanıma işaret edecek hiçbir şeyden bahsedilemiyordu.

Büyük bir hızla tanımsız bir şehir çıkıyordu ortaya. Değerin değersizlikle, niteliğin niteliksizlikle yer değiştirdiği, ilmin, hizmetin ve sohbetin birkaç kıytırık cümleyle geçiştirildiği, eşrafla esnafın günübirlik kazanımların hararetiyle eritildiği kadirbilmezliğin doruklarında gezinen bir vurdumduymazlıkla kadim ‘Dadaş’ üslûbu rafa kaldırılıyor; bir avuç kar, bir tutam bar ve ucuzlatılarak ‘lavaş’laşmış bir dürüm lezzet eşliğinde fukaralaşan basit bir ‘dadaş’ gevezeliğine yol veriliyordu.

Ne kadar ucuz olursa olsun ‘Biz’den olanın ‘çamur’dan varlığına tahammülüyle, ev danasından öküz ol(a)mayacağı öngörüsü arasında büyütülerek gündemde tutulan bu gevezelikle şehre ve şehirliye hiç yakışmayan ama inatla yapıştırılıp yakıştırılan yeni ucuzluklara yol açılıyor, sadece ilköğretim kitaplarında bir dizge olarak adları geçen Z. Fahri, H. Avni, R. Salim gibi gerçek büyükler birer otantik özne haline getirilirken M. Arif Bey, Kazım Bey, C. Arif Bey gibi gerçek beylere de, Darir, C. Kamu ve İ. Çiçek gibi daha nice ‘Mümtaz’ hoca, şair ve sanatçıya da ulaşılamayacak bir yükseklik peydahlanarak gündemden çıkarılıyordu.

Akıl’la yüreğin tutuştuğu Cedel’den ne aklın ne de yüreğin seçimine benzemeyen bir gündeliğe sığınarak çıkan şehirde bütün ihtişamlı ve nişanlı adamlar böylesi bir unutmuşluğun odağına yerleştirilince de meydan kala kala sınırsızca çoğalan ve çoğaldıkça yok satan ‘Nüktedan’lara kalıyordu...

Herkesin usandığı hâlde seyretmek zorunda olduğu bir uzatılmış oyun olarak bugüne kadar gelen ve bir diğer adı da koskoca bir yalan olan bu garip oyunun kuralları yediden yetmişe her Erzurumlu'yu bağlamış durumda, öyle ki; herkes çıkıp gitmek ya da ayağa kalkıp bir şeyler söylemek istediği hâlde ne yerinden kıpırdayabiliyor, ne de ağzını açabiliyor...

Sırası gelince herkes kendince oynadığı role uygun olarak ayağa kalkıyor; şehrin üzerine yağan yalan yağmuruna inat, herkes kendi doğrusunu şişire şişire, karşısında oynanan oyunu alkışlarla karşılıyor... Büyüye büyüye şehrin sokaklarına yayılan alkışlarla da aslında hiçbir gerçek gizlenemiyor...


Çünkü; son elli yılını talihiyle tarihi tersine işleyen bir şehir olarak geçiren bu unutulmuş ve unutmuş beldenin gerçeği şehrin orta yerinde daralarak uzayan bir cadde gibi duruyor... Ve artık o müstahkem mevkiiden bakınca Tanpınar’ın ‘Çatı’dan seyrettiği ülke özeti değil, bütün değişim, dönüşüm ve başkalaşım boyutuyla ancak ‘bodrum’ katından görülebilecek bir genel düşüş seyredilebiliyor...


Şahin Torun, 31.10.2015, Sonsuz Ark, Konuk Yazar, Eleştiri, Kitap Notları, Kitapların Ruhu
Şahin Torun Yazıları



Sonsuz Ark'ın Notu: Yukarıdaki yazı 2007 'de yazılmıştır.

Seçkin Deniz Twitter Akışı