Sonsuz Ark/ Evrensel Çerçeveye Yolculuk
"Sıkıştığımızda Allah'a sığınıyor, ferahladığımızda Şeytan’a yaklaşıyorduk; cehaletimiz sığınağımız olmuştu."
İyi biriydi; öksüz ve yetim büyümüştü. Herkesin yardımına koşmayı severdi ve çabasının bir işe yaradığını gördüğünde de çok sevinirdi. Adı başkaydı, ama ‘Mesut’ diyorduk ona. Ne yazık ki hayatı tam tersi bir yöne evrilmişti, kaçmıştı; onu kendi zihinsel dünyasına kaçıranlar da incitmemeye çalıştığı bencil insanlardı.
Kuşatıcı, kucaklayıcı, herkesi düşünen ince fikirli insanların en büyük sınanması nankörlüktü maalesef. Bu, insanın mayasındaki değişmez sonuçlardan biriydi, bunu bilerek iyilik yapmak gerekiyordu, ama Mesut hiç düşünerek yaklaşmamıştı ki iyilikle dolu elleriyle insanların yardımına koşarken.
Şimdi ne durumdaydı bilmiyordum. Belki de insanların bu karanlık ve kirli dünyasından kaçarak ‘mesut’ olmayı denemek istemişti. Birazdan göreceğim ve tanışacağım, Cevval’in anlata anlata bitiremediği ‘Sabır Taşı’ bana onu hatırlatmıştı. Mesut hiç temkinli davranmazdı, Sabır Taşı ise hayatının tamamı temkin üzere geçmiş biriydi.
Bana göre temkin, cesur akıllıların taarruz ederken aldıkları emniyet tedbirlerinin tümüne denebilirdi, bununla birlikte korkak ahmakların riskten uzak fırsat gözledikleri anlarda sığındıkları mağaraydı da. Sabır Taşı korkak bir ahmak olmadığına göre, temkin, uzaktan fırsat gözlemek için sığınılmış bir mağara da değildi. Fakat Mesut da korkak bir ahmak olmadığı halde şimdi karanlık bir mağaradaydı.
Sabır Taşı aldığı emniyet tedbirleriyle taarruz etmişti yaşadığı toplumun tehditlerinden korunabilmek için, Mesut emniyet tedbirleri almayı asla öğrenmemiş bir çağlayandı.
İnsana olan güvenimi ilk ne zaman kaybettiğimi bulmaya çalışıyordum Cevval’i dinlerken. Gerçekten hatırlamıyordum belirli bir zamanı. Adım adım gerçekleşmiş bir şeydi bu. Adem’in hırsını ve bencilce ihtiraslarını, yani ölümsüz olma hevesine yenilişini öğrendiğim zaman hiçbirimizin bundan emin olamayacağımızı da anlamıştım.
Allah’ın gönderdiği elçileri öldürmeye çalışan da insandı, o elçilerin öldürülmesini engellemek için canını veren de. Bu iki insan türünü ayıran en önemli özellik bence güvenilir olmaktı.
Hayatı hep yalancıların galip gelme-yenme, yalan söylememek için direnenlerin mağlup olmama-yenilmeme mücadelesi olarak görmüştüm. Fakat tuhaf bulduğum şey kendime ait olandı. Yalancıları yenmeye çalışmak gibi bir davranış gelişmişti bende. Sanki bütün doğruları biliyormuşum gibi.
Öyle değildi, ama.
Bildiklerim üzerinden gittiğimde görüyordum; çok fazla bilinmedik doğru yoktu mesela. Yalan söylememek doğruydu, hem bunu bilmek için özel bir yetenek gerekmiyordu. Doğru sözlü olmayı doğuştan getirmiştik biz. Allah bizi öyle yaratmıştı. Bunu koruduğumuzda yalancıları yeniyorduk, yenilmemek için direnmemize gerek kalmıyordu; ben bunu fark etmiştim.
Yıllar geçip gittiğinde, hani duvar ustasının, ki çalışmıştım birkaç tanesinin yanında, sıra sıra ördüğü duvarın her sırasında başta şâkülle, sonra iple yaptığı kontrollerin ona verdiği ‘sağlam duvar örüyorum’ güvenini kazanmak istediğimi anladım. Ne kadar başarılı oldum bilmiyorum, ama yalan söyleyenlerden hâlâ iğreniyordum.
Şâkül, yer çekimi ile yükselen duvarın aynı doğrultuda olmasını sağlıyordu, ip de baştaki ve sondaki tuğlaların hizasında bir sıra duvarın düzgün örülmesine yarıyordu. Hayatımın şâkül ayarı, doğru söylemekti, ip ayarı da her yaşta yeniden ölçüm yapmak. İnsanları gözlemeye devam etmek.
İp ayarı, Allah’ın ipine sarılarak yapılabiliyordu, şâkül ayarı da aklı kullanarak.
Soruyordum kendime: ‘Allah'ın gönderdiği kitapları neden bozdu insan?’ Ve sonra bulduğum cevabı seviyordum: ‘Yalan söylemek için; yalanına doğru diye delil üretmek için!’
Duvar tamamlandığında ömrüm de tamamlanmış olacaktı. Ördüğüm duvarlardan oluşmuş evimin sağlamlığını öldükten sonra test etmeyi de beklemiyordum açıkçası… Zaten yaşarken görüyor ve anlıyordu insan.
Bu kadar yalancının ve yalanın içinde akıl sağlığını koruyan herhangi bir insan duvarlarını sağlam inşa etmiş demekti. Herkes nasılsa yalan söylemediğine inanıyordu o insanın. Bu güven verici bir şey oluyordu aslında. Hem muhtemel yalanlara karşı insanın daha dirençli olmasına yarıyor hem de insan bir kez bile yalan söylemeye teşebbüs ettiğinde kızarıp bozarıyor ve kendi kendisinin bekçisi oluyordu.
Çocuklarımıza sabırla öğretmemiz gerekiyordu; yalan söylemek zorunda değildi insan. Gerçekten değildi. Yalanlarla örülmüş hayatının yaşarken ne kadar çürük olduğunu herkes biliyorsa, öldükten sonra o çürük yapıyı test etmeye gerek var mıydı?
Herkes ölene dek neyi, nasıl söylediğini en iyi bilen ikinci varlık değil miydi? İnsan unutsa bile unutmayan ve bilen Allah varken insan nasıl yalan söylemeye cesaret edebiliyordu, anlayabilmiş değildim. Günahsız insan yoktu, ama günahını insanoğluna itiraf etmemek için yalan söylemek zorunda değildi ki insan. Neden itiraf edecekti ki? Allah tevbeyi neden var etmiş, Adem’in tevbesini neden kabul etmişti?
Yalan tuzlu bir serüvendi, ömrün son demlerinde vücudun tüm dengelerini bozuyordu; yaşlılarda bunu çok net görüyordum. Yapayalnız kalmış yaşlılara ‘Yalan söylememek için neden direnmediniz? Yalan söyleyenlerin burnunun uzadığını siz söylediniz bize, her yere uzattığınız burnunuz neden uzun?’ diye sormak istiyordum, ama onları üzmekten çekiniyordum.
Bizler her seferinde bu hayata çok acemi başlıyorduk, oysa Şeytan bizi milyonlarca yıllık şeytanlığıyla karşılıyordu. O yüzden insan olarak zor bir yükü sırtlanmıştık; o yüzden aslında dünyaya gelerek İblis’in meydan okumalarına aldırmamıştık. Sıkıştığımızda Allah'a sığınıyor, ferahladığımızda Şeytan’a yaklaşıyorduk; cehaletimiz sığınağımız olmuştu.
Sabır Taşı, bir moda tasarımcısı olduğu halde, kendisini istediği ip ve şâkül ayarlarıyla koruyabilmişti, cehaleti sığınak olarak kullanmamıştı; yalanları temel alarak yükseldiğini düşünen zengin beyazların kurduğu hiçbir zembereğin parçası olmamıştı.
‘Allah’a tevekkülü çok yüksek!’ diyordu Cevval onu anlatırken. ‘Kadercilikten de nefret eder!’
Şaşırtıyordu beni Sabır Taşı’nın özellikleri. İnsan her şeyiyle sınanıyordu; malı, mülkü, eşi, evladı, nefsi, kardeşleri, ana-babası, işi, sağlığı, yetenekleri... sabır, sınanmada başarının ilk şartıydı, ikincisi tefekkür, bunlardan sonra tamlayıcı olan üçüncüsü ise Allah'a tevekküldü.
Nihayetinde insan, dilindeki sesli ya da sessiz terennümlerden ibaretti; sabrın, tefekkürün ve tevekkülün bütün terennümlerin merkezinde olduğunu çok az kişi fark edebilirdi. Sabır Taşı ait olduğu kastın karanlığından ve kirlerinden uzakta kalabilmişti.
Kastlar, evet. O ân aklıma Mahir’e sormayı düşündüğüm, ama unuttuğum soru gelmişti. Cevval trafikle meşgul olmak için sustuğu anda da telefonla mesaj gönderdim Mahir’e:
‘Soracaktım, ama unuttum, soruyorum şimdi, sen kast göçeri misin?’
Sıkıntı
Takip et: @SonsuzArk
- Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur.
- Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
- Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark manifestosuna aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz.
- Sonsuz Ark Yayınlarının Kullanımına İlişkin Önemli Duyuru için lütfen tıklayınız.