15 Şubat 2019 Cuma

SA7444/KY1-CÇ590: Hümeze

"Enikonu ben bir insanım. İnsandım. Bölük pörçük anımsadıklarım canlı ve insan olduğumu kanıtlıyor. Şu an eksik olan her neyse o yüzden karıştırıyorum."

-I-       
                                            
Bildik herkes gitmiş. Kim nere gitmiş bilmiyorum. Daha önce buralarda gördüklerim şimdilerde gözükmüyor. Epeyce kayıp var. Bu gidişin, görünmeyişin, kayboluşun ne zaman başladığını, ayrımsayış anım sorulsa karşılığım; 'bilmiyorum!' olacaktır. Kim bilir belki de daha yenidir. Şu andır. Belki de çok uzun zaman önce olmuş bitmiş, ben alışkanlıkla hep var görmüşümdür, var bilmişimdir. Biraz sağımı-solumu yoklasam bir kaçına rastlayabilirim ve hatta rastlıyorumdur da onlardan hareketle herkesi eskisi gibi burada sanıyorumdur. Onlara ilişkin anıların yaşattığı sanrılardır duyumsadıklarım belki de. Ve işte şimdi iyiden iyiye ayrımsıyorum ki kimseler yok. Bildik her kes kayıp. Bildik herkes gitmiş. Haberim olmadan olmuş bu gidişler, bu kayıplar.

Bana haber vermemiş gidenler. Haber vermeleri mi gerekiyordu? Açık söylemek gerekirse evet diyemiyorum. Ama sanki söylemeleri gerekiyormuş da bunu yapmamışlar gibi bir duygu içerisindeyim. Hayıflanıyorum, içerliyorum. Nedensiz diyemem. Hayıflanışım doğal gibime geliyor. En azından yaşadıklarımızı sandığım şeyler böyle söylenmesini gerektiriyor gibi. Sanmaktan epey fazla gibi yaşadıklarımız. Anımsıyorum da ne zorluklara katlanmıştık. Ne soğukları birlikte alt etmiştik. Yüksekliği iki metreye varan karda yolları birlikte aşmıştık. Pek fazla konuşmazdık. Bir birimize karşı güler yüzlüydük söze yüklenmeden. Söze yükleme gereği duymamıştık birliktelikleri. İyi de şimdi neredeler? Hem neden gitmiş olabilirler ki? 

Burası bu denli küçük müydü hep? Üstelik bu kadar dar mıydı? Ne çok şeyin ayırdında değilmişim meğer! Böylesi şey mümkün mü? Hem niye her şey böylesine bulanık ki? İçinden çıkamadığım bir tuhaflık var ya hayırlısı! Sanki uyumuşum. Yani uykudayım da bilincim uyanık. Gözlerim kapalı. Yine de çevremi görebiliyorum. Bilincim uyanık dediysem netlikten söz etmiyorum. Uyuşuk. Uyuyan bedenime – uyumaya çalışıyorsam eğer- ayak uydurmaya çalışır gibi. Yoksa her şeyi böylesine bir karaltı gibi algılıyor olamam. Algıda bir sorun olma ihtimali de yok değil hani. Belki de algı bozukluğu vardır. Sert bir darbe yemiş olabilirim kafama. Bir sarsıntı geçirmiş olabilirim. Ya da yaşlılıktan ötürü duyu organlarımda sorunlar olmuş olabilir de bunun ayrımında değilimdir. Şimdi ayrımsıyorumdur. Belki de kaybolduklarını sandığım her kes yine buralardadır. Şu tarafta Kontes – benim köpeğim, siyah bir kurt köpeği ne zamandan beri yanımda bilmiyorum.- bulduğu bir kemik parçasını gömmeye çalışıyordur, beri tarafta Cazgır – papağınım epeyce maharetlere sahiptir- birilerine laf atıyordur. Sağdan soldan, küfretmeyi eğlence bilen ev halkı fertlerinden her hangi birinden duyduğu edepsiz kelimeleri yineliyordur. Yo! Bir tuhaflık olduğu kesin! Ellerimi hareket ettiremiyor gibiyim. Yalnız ellerimi de değil. Gözlerimin dışında bedenimi hareket ettirdiğimi sanmıyorum. Yalnızım ve bunaldım. Kontesin hırıltılı nefes alışlarını bile duyamıyorum. O da gitmiş olmalı. İyi ama daha şimdi etrafımda mızıldanarak dönüp dolaşan o değil miydi? Aklımda o hali kalmış. Göz açıp kapayıncaya kadar geçen an içinde o buradaydı. Yok. Yani yanlış hatırlıyor da olabilirim.

Birlikte güç bela da olsa soba kurduğumuz kişi hepsinden önce kayıp. O da öyle kalmış aklımda. Boruların tersliği-düzlüğü üzerine, titizlik üzerine var gücümüzle tartışıp sonra da birimizden birinin sükûtu seçmesiyle – hangimizin bunu seçtiğini kesin olarak hatırlayamıyorum- kurmuştuk sobayı. Çetin bir kış geçireceğimiz üzerine öndeyilerde bulunmuştuk. Bu nedenle gerek odun gerekse kömür alımında cimri davranmamaya karar vermiştik. Kararımız üzerine yeterince almıştık her ikisinden de. Almıştık almasına ama ısınıp-ısınamadığımız kalmamış aklımda. Sobanın tütüp-tütmediği, oluşacağının kesinkes bilgisine sahip olduğumuzu sandığımız ziftin oluşup-oluşmadığı, oluştuysa da akıp-akmadığı, bunların hiç biri kalmamış aklımda. Oysa ne sert tartışma geçmişti aramızda. Hatta biraz, biraz gönüllerimiz de kırılmış mıydı ne? Gerek Kontes gerekse Cazgır her ikisi de sinmişlerdi köşelerine yaptığımız ağız dalaşından ötürü. Sahi kimdi O? Niye birlikte soba kurmuştuk? Niye birlikte sofra kurar yemek yerdik, birlikte uyur birlikte uyanırdık? Ve şimdi nerede? Hemen her anımızı birlikte geçiriyorduk madem niye herkesten önce o kayboldu? Niye herkesten önce onun kaybolduğu sanısı var? Var, bu işte bir tuhaflık var ya, anlayamadım henüz. Henüz çözeceğime ilişkin her hangi bir ipucu da göremiyorum. Bu yer hep böyle basık mıydı? Hep rutubetli miydi? Canımı yakıyor gibi. Bu duygular da alışkanlık eseriymiş gibime geliyor. Hali hazırda boşluktaymışım gibi geliyor. Öksürmek istiyorum, öksürüyorum ama öksürmemiş gibiyim. Sanki kendimin dışında kendime bakıyormuş gibiyim.

-II-

Ne denli güçlü kuvvetli olduğuma ilişkin sesler çınlıyor kulaklarımda. Hoşuma giderdi bu sözler. Yani öyle sanıyorum. 

- Dayan! Hemen koy verme kendini! Sen ne vartalar atlattın, bunu hayda, hayda atlatırsın! Sana yakışmıyor!

Kulaklarımda çınlayan bu sözlerle gizliden gizliye coştuğumu, kasıldığımı hatırlıyorum. Hatırlıyorum da atlattığım vartalar hangileri? Bana yakışmayan ne? Gerçi boğazımdan aşağı hortum gibi bir şeyler sarkıtmışlardı sanki de, durmadan öğürmüştüm, o öğürtüler miydi yakışmayan?

Sızlandığımı, nazlandığımı hatırlamıyorum. Yani böylesi şeyler için söylenmemiştir. 

- Bak şu doksanlık dedeye, o bile senden daha dirençli? 

Bu söz ikide bir yinelenmişti tok sesli bir erkek tarafından, aslında ne tok sesinden ne cinsiyetinden emin olmadığım, olamadığım da bir gerçek. Demek yaşım doksanın altında ve direncim yok. Dirençli olmam gerekiyor. Peki, şimdi niye bunlar yok. Doksanlık dede dedikleri, biraz ötede yatan kişiydi ve sürekli inliyor gibiydi. Her iki kolunda da hortumlar vardı ve hortumların birinin ucunda kırmızı sıvılı bir poşet, diğerinde beyaz sıvılı bir cam kap. Netlik yok ama. Gösterdikleri yere bakmaya çalışmışım da öyle varmışım ayırdına sanki. Bir düş kalıntısı gibi bir şey. Düş kalıntısı olur mu? Neden olmasın? Olduğu sanısı var içimde. Yaşadığımı sandığım şeyler de öyle, birer düş kalıntısı. Kendini en güçlü sezdiren, yaşanmış olması kuvvetle muhtemel olan boğazımdan aşağı salınan hortum. Dişlerimin arasına sıkıştırılan oval bir alet, ondan önce ağzıma sıkılan bir şey, ağzımı uyuşturmuştu, ve sonra boğazımdan aşağı salınan o şey. Bunları çok iyi anımsıyorum. Ötekiler için kuşkuluyum. Bir köpeğimin, bir papağanımın, bir evimin, bir eşimin. Cinsiyetimden bile kuşkuluyum. Ben belki de boğazından hortum sarkıtılan bir varlığım. Ucundan ışık saçan bir nesnenin sarkıtılması için gereken bir düzenekten ibaret bir “şey” de olabilirim. Başkaca bir özelliği olmayan. Anımsadığımı sandığım şeyler de yüklenmiş şeyler olabilir. O şeylerin sadece bilgisine sahibimdir. Bu sahiplik de salt yüklenmişlikten ibarettir. 

Yine de sanki daha önce böyle değilmişim gibi duygular içindeyim. Çocukluk dönemimi çok iyi, net anımsıyorum. Köyde – annemin köyüydü- ot taşımada kullanılan bir arabadan düşmüştüm alnımı çarpmıştım. Kanlar fışkırmıştı. Köyle kasaba arası bir hayli uzak olduğu için kasabaya götürülmemiştim. Tütün basılmıştı yaraya ve sarılmıştı. Dedem yapmıştı. Askerde levazım çavuşuymuş. Köylülerin sağlıkla levazım arasında kurdukları bağı ben bir türlü kuramamıştım. 

Annem,

- Babam becerikliydi. Olmasa levazım çavuşu yaparlar mı? Derdi. 

Ancak levazımın sağlıkla ilgisi neydi? Hala alnımda izi durur o çarpmanın. Yani durduğunu sanıyorum. Sanki her aynaya bakışımda görür gibiydim. Elimi kımıldatabilsem olduğunu bildiğim yere elimi götürebilirim. Eğer el salt bir bilgiden ibaret değilse elbet.

Ve yara. Ve düşüş. Ve ot arabası. Ve annem. Ve levazım çavuşu dedem. Ve düşüş anı. Alnımdaki iz. 

-  Anne koş! Babama bir şey olmuş!

Bu ses benim sesim de olabilir. Kendi sesim kulaklarımda yankılanıyordu sanki “Bana bir şeyler oldu!” demiş gibiydim. Ben baba mıydım? Bir eşim, bir çocuğum mu vardı? Vardıysalar şu an neredeler? Bu karanlık ta neyin nesi? Bu rutubetli, bu basık, bu daracık yer gerçekten var mı? Ve ben gerçekten burada mıyım? Buradaysam işim ne? Hep mi buradaydım? O ferah, o ağaçlıklı, fıskiyeli mekân neresiydi? Bir şeyi aradığım zaman “Odana baktın mı?” derlerdi ve ben raflarla kaplı bir yere gider gibi olurdum “Burada da yok hanım!” derdim sanki. Evet, bunu derdim. Demek, diyorum kendime ait bir odam varmış. Kitaplarla dolu olan bir oda. Boyumu aşan, genişliği bir hayli fazla olan bir oda. Yönleri anımsayabilsem masanın durduğu yeri, iki kişilik bir kanepeyi, önündeki sehpanın ve diğer eşyaların yerlerini söyleyebilirdim. “Yön” diye bir şeyi anımsıyorum ama ön-arka, sağ-sol bunlar ne taraf düşüyor onları bilemiyorum. Pencerenin konumu güneşin doğuşuna mı yoksa batışına mı göre olup-olmadığı da belirsiz. Her şey gibi yönler de belirsiz. Kendimi ne kadar zorlarsam zorlayayım hiçbir şey netlik kazanmıyor. Sol elimde –varsa eğer, belki de vardır, belki değil kesinlikle var. İki ele sahibim. Ki ikisinden de çokça acılar çekmiştim, çektim. Ya da onlar benden çekti.- uyuşukluk peyda oldu. Bu sanki her şeyden daha bir net. Daha bir kesin. Kolun bütününde değil de bilekten parmak uçlarına kadar olan bölümde bir uyuşukluk. Parmaklarımı hareket ettirerek kurtulmaya çalışıyorum. Olmuyor. Sağ elimde her hangi bir problem yok gibi.

-III-

- Çok çekti!

Bu söz, bu sızlanış benim için mi? Yoksa ben mi birine böyle sızlanmıştım. 

- Atlatacağını söylediler.

- Elbette! O ne badireler atlattı!

Bu konuşmalar benim için mi yapılıyor, yapıldı? Ben mi biri için yaptım, yapıyorum? Sağa sola koşuşanlar, bağırışlar, sitemler, sövmeler. Hiç birini yerli yerine koyamıyorum. 

- Lanet olsun.. sorumlu uyumuş.. bütün suç onun! 

Kim niye uyudu da bunlar oldu? Olanlar gerçekten bir dalgınlık, bir ihmal sonucu mu? Hem olup bitenler ne? Kulaklarımda yankılanan tehditkâr sözlerin hiç birini anlayamıyorum. Bilincim yerinde olsaydı her şeyin ne olduğunu kuşkusuz anlardım. Bilinçle ilgili bir sorun olup-olmadığı da kesin değil. Kahretsin!

Yalnızım. Issız bir yer. Bir kuyu. Boylu boyunca uzatılmışım. Tıpkı bir mezarlık gibi. Ölmüş olmalıyım. Tam ölmüş de değil. Diri diri değil de, yarı diri gömülmüş olmalıyım. Birileri durumumdan ölmüş olacağımı çıkarsamış olmalı. Yanlışlık, ihmal dedikleri şey belki de budur. Evet. Öyle. Kızamıyorum. Kızma gücüm yok. Çektiklerimi düşünüyorum. Bulmaya çalışıyorum. Hiçbir şey hatırlamıyorum. Diz üstü çöküp kaldığımı şöyle böyle hatırlıyor gibiyim. “Bana bir şeyler oldu!” dediğimi. Hiçbir ağrı sızı duymamıştım. Bir yerlere de çarpmamıştım. Üzerime bir şeyler de düşmemişti. Ellerimin uyuşması dışında bir şikâyetimin olmadığını söylediğimi hayal meyal hatırlıyorum. Beyaz önlüklü, gözlüklü biriydi. Zayıf uzun boylu. Esmer. Şen bir adamdı. Ya da kadın. Şimdi az biraz bir netlik var gibi. Ben bir anneydim. Evet! Evet, bir anneydim. Elli-elli beş yaşlarında olmalıyım. Üç çocuğum vardı. Biri kız. Büyükleri kız. Diğerleri erkekti. Bunlar yaşayan üç evlat. Onlardan önce de ölenler oldu. Sanırım dört müydü ne! Dördü de erkekti. Dördünün de yaşları bir hayli büyüktü. En küçük öleni üç yaşındaydı. Diğerleri beş, altı yaşlarında. Kızamıktan, kızıldan, çiçek hastalığından öldüler. Yaşayan üçünün de büyüyüşleri bir kahır olmuştu. Gözüme uyku girmezdi hastalandıklarında. Ateşleri yükselmeye görsün, bağı çözülürdü dizlerimin. Oradan oraya koşar çare arardım. Köylük yerdi. Kasaba olmasına karşın elektriğimiz bile yoktu. Köyden tek kolaylığı ekmek pişirmekten kurtarmış olmasıydı. Doktor yine yoktu. Şehir dedikleri yer çok uzaktı ve kışın yolları aşmak imkânsızdı. İyi de beni tam ölmeden niye gömdüler ki? Ferit bunu yapanlara dünyayı dar eder. 

Ferit oğlum! 

Bana çok düşkündür. Hiç büyümedi. Çoluk çocuğa karıştı ama büyümedi. Ne zaman eve gelse boynuma sarılır, öper, kucağımdan inmezdi. En küçükleri. Yoksa Zeliha mıydı en küçükleri? Ferit en büyükleri miydi? Ferit kimdi? Ben evin erkeği değil miydim? Bana öyle geliyor ki evin erkeğiydim. Cinsiyetimi tespit için iki şey gerek: biri elimle yoklamam, diğeri başımı kaldırıp bakmam. İkisini de yapamıyorum. Ve sanırım ben evin ya köpeği ya da papağanıydım. Ben bir canlı da değildim. Yani değilim. 

- Anne yine bunun ekranı masmavi oldu!

Ben ekran dedikleri şeyi olan bir nesne olmalıyım. 

- Evet! 

- Hayır!

Enikonu ben bir insanım. İnsandım. Bölük pörçük anımsadıklarım canlı ve insan olduğumu kanıtlıyor. Şu an eksik olan her neyse o yüzden karıştırıyorum. Bu daracık yere yanlışlıkla koyuldum. Bir ihmal sonucu. Birazdan bu yanlışlığı yapanlar gelip çıkarırlar beni buradan.. Yani öyle umuyorum!



Cemal Çalık, 15.02.2019,  Konuk Yazar, Sonsuz Ark, Öykü

Cemal Çalık Yazıları







Sonsuz Ark'tan
  1. Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur. 
  2. Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
  3. Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark Manifestosu'na aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz.

Seçkin Deniz Twitter Akışı