11 Şubat 2015 Çarşamba

SA1152/KY9-NK47: Merhamet, Acımak, Carlos Fuentes, Saramago

"Bize insan olmanın güzelliğini, merhamet ve sevginin, sevgi ve şefkatin tanımını her seferinde büyülü kelimelerle tekrar tekrar yapan ve tekrar tekrar kalbimize kazıyan edebiyatçılar öldüğü zaman benim de içimde bir dal kırılıyor, dünyanın biraz daha öksüz kaldığını düşünüyorum…"


Acımak ve merhamet etmek; bu birbiriyle karıştırılan hissin arasında aslında o kadar büyük uçurum var ki; çok küçükken keşfetmiştim bunu. Acımak son derece uçucu bir şey, bir anda karşınıza bir dram çıkar, üzülürsünüz, acırsınız sonra arkanızı dönüp uzaklaştığınızda o his de kaybolup gider, hemen terk eder sizi, içinizdeki acımanın yolculuğu o kadar kısacıktır işte.

Merhametse Allah’ın c.c kalbe bahşettiği ettiği bambaşka bir haslet, ona sahip olan insanın müthiş bir kalbi vardır müthiş. Temas halinde bulunduğu her şeye merhamet eder, değiştirir, dönüştürür, güzelleştirir, serinlik saçar… Ve merhamet gözüyle baktığı için de karşılaştığı meseleleri her gittiği yere kalbinde taşır; Allah’tan c.c yardım ister ve O’nun rızası için bir şeyler yapar; merhamet eder, merhamet onu terk etmez, bu yüzden de hayırlı işler merhametli insanların eliyle vuku bulur. Böyle şeyler işte…
***
Parmaklarım hâlâ acıyor ve ağrıyor. Fakat bu durumdan ötürü kimsenin bana acımasını istemiyorum. Elim kolum sarılı çıktığında bana acıyarak bakan komşularım var, onları hakikaten görmek istemiyorum, belki biraz hadsizlik olacak ama Resullullah (sallalahu aleyhi ve sellam) Yasin suresini okuyarak çıkmıştı da onu görmemişlerdi ya, işte öyle olmak istiyorum evden çıkarken, Yasin okuyayım ve beni kimse görmesin.

Acıma bakışları çok korkunç hele bir de Allah muhafaza konuşurlarsa jest ve mimikleri yalnızca şunu söylüyor: yazık kadına yakında ölecek ama bak ekmek almaya gidiyor vs.

Onlara ne söylesem boş.

Merhametle bakanlar ise bana güç veriyor, Mutlu, Atila, Hilmi, Fevziye, Emira, Zekiye, Jale ve birçok dostum merhamet gözüyle bakıyorlar; üzülüyor ve dua ediyorlar, onlara minnettarım…


***
Bundan önce yazdığım sayfayı okuyan bir arkadaşım “Hacettepe’nin dışında her hastane sana tıp merkezi anlaşılan, koskoca hastaneyi tıp merkezi yapmışsın ya maşallah sana” dedi. Hakikaten öyle; Lokman Hekim Hastanesi'ne 'Tıp Merkezi' demişim, o kadar kusur kadı kızında da olursa bende haydi haydi olur…

Hastaneye giderken hava oldukça kapalıydı. Hacettepe dosyalarımı koyduğum çantanın içine bir de Afak’ın şemsiyesini atmıştım, yağmur yağmaması için dua ederek gidiyordum ki yağmur başladı. Şemsiyeyi açmayı başaramadım elbette ve sonra düşündüm ki beş dakikalık bir yolda ıslanacaktım belki, ama yağmur yağmaması için neden dua ediyordum ki, beni ıslatacak yağmur başkaları için belki bereket ve bolluk demekti. Tövbe istiğfar getirdim bol bol…

Lokman Hekim Hastanesi'nde ilk olarak ortopedi bölümüne gittim, elimin durumuna bakan doktor, şikâyetlerimi dinledikten sonra elimi kolumu inceledi ve “Sizi fizik tedaviye yollamak zorundayım, cerrahi bir durum söz konusu değil” dedi. Ne MR’den ne de röntgenden bahsetmedi. 

Teşekkür edip gitmeyeceğimi söyledim ve zaten Hacettepe’de FTR bölümünde Hocaların baktığını ve paraneopalsik sendrom teşhisi koyduktan sonra da bir şey yapamayacaklarını söylediklerini anlattım. Ortopedist ellerime bakıp “Ellerinizin durumu çok kötü gözüküyor, bence başka bir göz daha görsün, daha fazla acı çekmeyin” dedi. Kabul ettim. Ortopedist FTR doktorunu arayıp durumu izah etti. 

Gittiğim doktorun adı Dr.Cihat Yapıcı. Oldukça ciddi görünümlü ve ilk bakışta işinin ehli intibasını veren bir doktor. Hacettepe’deki dosyamı verdim, bütün tahlillerimi dikkatle okudu ve sizden bir takım tahliller daha isteyeceğim bir de röntgen çekelim sonuçlardan sonra konuşalım dedi. Röntgen çekileceği için çok sevindim çünkü sürekli bütün parmaklarım, bileğim ve dirseğim kırıkmış gibi hissediyor; belki de bir kırık var ve şimdi çıkacak ortaya diye düşünüyordum.

Tahlilleri yaptırmak üzere bankoya gittiğimde dünya tatlısı güler yüzlü bir hasta mihmandarı karşıladı. Ne yapacağımı sordum, sıralamaya başladığında sözünü kesip çok yorgun olduğumu ve butondan tahlil sırası aldıktan sonra diğerlerini tek tek anlatmasını istedim. Güldü, taşımakta çok zorlandığımı anladığı için kararlı bir şekilde çantamı ve dosyamı istedi, verdim.  Önce sıra aldık sonra benimle birlikte kan tahlili yaptıracağım odaya geldi ve taşımakta zorlandığım yüklerimle başımda bekledi.

Sol kolumu uzattığımda hemşire koltuğun yönü o şekilde ayarlandığı için sağ kolumdan kan almak istediğini söyledi.

Buyrun bakalım; yine birisine kanser olduğumu açıklamak zorundayım, canım sıkılıyor bu işe…

Sağ kolumdan değil kan almak, operasyon geçirdiğim için tansiyon bile alınmasının yasak olduğunu söyledim. Sol kolumdan (Hatta sinek bile ısırmayacak sağ kolumu, lenf ödem tehlikesinden dolayı) damar bulmakta zorlandı ve gerçekten işinin ehli olduğu belli olan başka bir hemşireyi çağırdı. Yeni hemşire kendinden emin bir şekilde sol kolumu kavradı ve damar aramaya başladı ama bulamadı. 

(Hacettepe Onkoloji ’ye ilk gittiğimde ve ilk tahlillerimi yaptırdığımda kan alan Elmas Hemşire geldi aklıma; o da aynı bu hemşire gibi kendinden emindi. O an yüzüme bakıp; sizin ilk gelişiniz galiba ha? Diye sormuştu. Nereden anladığını sorduğumda “artık hastaların yüzünden anlıyorum, sakın korkmayın, şunun şurasında beş altı ay sıkıntı çekeceksiniz, kemoterapi ve radyoterapide biraz zorlanırsınız, sonra her şey kendiliğinden yoluna girer” demişti. O an hafta boyunca yüzlerce kanser hastası ile temas kuran Elmas Hemşirenin nasıl hâlâ bu kadar müşfik ve merhametli olabildiğini ve kalabildiğini düşünüp minnettar kalmıştım.)  

Elmas Hemşireyi hatırlatan hemşire kolumdan damar bulamayınca elimin üstünden almak zorunda olduğunu söyledi. Bu çok kötü. Elimi açamadığım için, bileğime, elimin üzerine ve parmaklarıma dokunulunca canım had safhada yandığı için çok kötü. Hemşire hanım, yumruğumu sıkamayınca -ki değil yumruğumu sıkmak elimi az da olsa bükemiyorum bile- elimin üzerine özür dileyerek bastırıp damar aramaya başladı. İşte o anda da gözyaşlarım tabiri caizse fışkırmaya başladı, ağlamak denemez yani, canım o kadar yanıyordu ki kalbime kadar işleyen acıdan yalnızca gözyaşlarım fışkırıyor ve ben de sanırım böğürüyordum.  Çantamı ve dosyalarımı taşıyan melek kız da omzuma hafifçe dokunarak acımı hafifletmeye çalışıyordu, nasıl minnettarlık hissettiğimi anlatamam.

Başarı ve epey acıyla kan tahlilini verdikten sonra röntgene de beraber gittik melek hemşireyle. Adını sordum “Aysun” dedi, o kadar güzel gülen gözleri vardı ki “Allah muradını versin, sevdiğine kavuştursun seni ”dedim. Sekiz yıllık evliymiş, en fazla 18 yaşında gösteriyordu hâlbuki.  Daha bir hafta önce işe başlamış. "Zamanla insanlar yaptıkları işte pişkinleşebiliyorlar, sen onlardan olma ve kalbindeki merhameti hiç kaybetme olur mu?" dedim. Aslında 19 yıldır çalıştığını (32 yaşındaymış) ve hep böyle olduğunu dualarla hep böyle kalmak istediğini söyledi gülümseyerek. 

Röntgen çekilirken de ellerimi masanın üzerine düzgün koymam çok mümkün olmadı, canım çok yanarak zorla da olsa hallettik çok şükür.

Tahliller 4 saat sonra çıkacağı için bekleyemedim ve eve döndüm. Yolda sevgili kardeşim Ayhan aradı, acıdan konuşacak halim kalmamıştı ve sağ elimde çantayla dosyayı taşıdığım için sol elimi kullanmam da feci halde canımı yakıyordu; telefonu tutamadım, Ayhan’a konuşamayacağımı söylerken neredeyse ağlayacaktım, üzüldü elbette ve dua ederek kapattık telefonu.

Bu arada Fevziye de sıkıp takip altına almıştı durumu, durmadan arıyor, bana Allah’ı hatırlatıyor ve çok kalpten dua ederek kapatıyordu telefonu

Ertesi gün tahlilleri almaya gittim, Aysun karşıladı yine güler yüzüyle, doktorun yanına birlikte gittik. Dr. Cihat Bey, vücudumun kansere karşı tepki gösterdiğini ve bu tür tepkisel sonuçların da normal olduğunu söyledi. Bununla birlikte sedimantasyon değerini çok yüksek buldu ve, Zeloxim, Rantudil, Prepagel ve Degastrol bir de hemen yaptırmam için Diprospan iğne yazdı. 

Sonuç: İdiopatik mono artrit ve praneoplastik sendrom yani neredeyse Hacettepe’de söylenilenlerin aynısı; vücut kansere tepki gösteriyor. Bakalım nereye kadar gidecek bu işin sonu… O kadar hızlı hareket ediyorum ki yıllardır ve her konuda, sanırım beni yavaşlatmanın bir yolu bu da… En doğrusunu Allah c.c bilir…

20 gün bu ilaçları kullanıp tekrar tahlil yaptıracağım inşallah, doktor öyle söyledi.

Eve yaklaşmışken Emira aradı, Ayşe ve Fatma ile Mado’da oturduklarını söyledi ve davet etti. Bosna’da bu mevsimde kar yağdığını ve bünyem çok hassas olduğu için onun bile bu durumu etkileyebileceğini de söyledi… Benim için optimum hava durumu nedir onu da bilmiyorum ki… Cennet hepimiz için en ideal hava şartlarının olduğu bir yer bence ve bence hepimiz cennete gitmeliyiz, bütün dostlarımla hep beraber… Neden olmasın? Rahmeti gazabını geçen bir Allah var, O isterse hepimiz cennete gidebiliriz ve orada ne üşürüz, ne de yanarız… Bizim tahayyül sınırlarımızı aşan harika bir yer olmalı cennet…


***
Neyse, o kadar çok ihtiyacım vardı ki bir kahveye… Ancak yorgunluk ve bitkinlikten bayılacak gibiydim neredeyse Emira’ya teşekkür ettim ve gidemedim, merdivenleri zar zor çıkıp namazımı kıldım ve sonra kafama bir yığın düşünce hücum etti… 

Acaba neden sedim bu kadar yüksek çıkmıştı? Aklıma daha önce kanser olan akrabalarım geldi onlarda da sedimantasyon yüksek çıkıyordu ve bu hiç hayra alamet değildi. Bu yüzden çok üzüldüm, sürekli kafamda fotoğraflarla düşündüğüm için, son gördüğüm fotoğrafta ağladım. O fotoğrafta şunlar vardı: tekrar Onkoloji ve bu sefer kemoterapinin de içinde olduğu yoğun koşturma ve yorulma ve tekrar filminin başa sarılması. O kadar gücüm var mı hakikaten? Altından kalkabilir miyim, altından kalkabilir miyiz tekrar onca yorgunluk ve sıkıntının… Bütün sevdiklerim gözümün önünden geçti bir bir… Onlar da tekrar yorulacaklar mıydı benimle birlikte… Başa gelince pekâlâ katlanılıyor ama bu düşünce bile beni yormaya yetti…

Bu düşünceler içindeyken Ayhan’ı tekrar aramadığımı hatırlayıp hakkını helal et demek için aradım. Fakat telefonu parmaklarımla kavramanın yani bu problem başlayıncaya kadar günde elli kere öneminin farkında olmadan yaptığım bir şeyin Allah’ın c.c bahşettiği ne kadar büyük bir nimet olduğunu bir kez ve bir kez daha anladım, anlıyorum…

Ayhan’a "Hakkını helal et, iyi değilim" dedim ve yine o son fotoğraf gözümün önüne geldi... Ayhan her zaman benim enerjimin yüksek olmasının çevremize de enerji verdiğini söyler çünkü… Bütün dostlarımızla bir araya geldiğimiz ve koşturduğum bol muhabbetli toplantılarımız geldi gözümün önüne… Belki de artık onlar hiç olamayacaktı, ben olmayacaktım vs. vs sonra kardeşim Hilmi aldı telefonu onunla da fazla konuşamadım çünkü telefonu tutacak halim kalmamıştı ve canım çok yanıyordu… Dua etmelerini istedim, Hilmi’de her zaman benim için dua ettiklerini söyledi, kapattık…

Kafamda bin bir senaryo dönerken neden sonra Kadri Hocam'ı aramayı akıl ettim akşamüzeri, ulaşamadım.

Bu arada Atila’nın sözleri kulaklarımda çınlıyordu: “Kanser şeytanla işbirliği yapan bir hastalık, seni üzmek için her yolu deneyecek…” galiba böyle şeyler yaşıyorum tekrar. Bunu hatırlayınca 'Euzubesmele' çekip sevgili kardeşim Dr. Bilgin’i aradım. (Bilgin Türkiye’nin Dr. House’u olabilir aslında) Bilgin’de iki gündür sürekli beni aramayı düşündüğünü ama fırsat bulamadığını söyledi. 

Vaziyeti kısaca özetledim ve sedimantasyon sonuçları için endişelendiğimi ve bu sefer de lösemi ile mi karşı karşıya olduğumu sordum. Bilgin değerlerin yüksek olduğunu, ama lösemi de bunun kat kat üstünde değerler olduğunu ve diğer değerlerin de çok baskılanmış olması gerektiğini söyledi. Ve benim için önemli olanın tümör markerleri olduğunu tümör markerleri 1 ay önce temiz çıktığı için endişelenmemin yersiz olduğunu söyledi ve oradan pat diye Suriye’de esir alınıp iki ay sonra serbest bırakılan kardeşlerimiz Âdem ve Hamit mevzusuna atladı. 

Bütün zeki insanlar çok hızlı düşündükleri için bir anda başka konulara hızla geçerler diye düşündüm çünkü ana mevzumuz daha bitmemişti. İkisinin de şimdi İstanbul’da olduklarını söyledim, Bilgin de Ankara’ya geldiklerinde onlarla muhakkak görüşmek istediğini söyleyerek konuyu tekrar bana bağladı… Ne anlattığını yazamayacağım, ama o an çok güldürdü beni. Oysa daha biraz önce ağlıyordum. Sen çok yaşa e mi Bilgin. Aslında bu bloğu okuyan yalnızca üç beş kişi olduğu için ne söylediğini belki yazabilirdim, ama yazmamak en iyisi yine de…

Kardeşim Mutlu hafiye gibi takip ediyor yalnızca, en ufak bir notumu bile atlamadan hemen çözüm için bin bir türlü teori geliştirip, benim de pratiğe dökmem için sıkı bir şekilde takip ediyor… 

Arkadaşlarımdan  beni okuyan yok; dört çocuk Fevziye’nin fazlasıyla zamanını alıyor, Emira da hep meşgul ve fırsat bulduğunda bilgisayarda yalnızca oyun oynuyor kafasını boşaltmak için, Jale’nin akşama kadar işte pestili çıkıyor, Zekiye… Sanırım ara sıra okuyor, o kadar…

Neyse zaten amacım herhangi bir kanser hastasına yardımcı olabilmekti, yalnız olduklarını hissetmesinler diye. Onu da ne kadar başardığım tartışılır…

Bütün kanser forumlarından ve gruplarından ayrıldım, çünkü oralardaki “Hadi kanseri yendin, yeniyorsun, biz yendik, şunu kullandık yendik, bunu kullan yenersin” klişeleri canımı feci halde sıkıyor. Nedir bu yahu? Belki daha önce de yazmışımdır şu an hatırlamıyorum kimse kanseri yenemez, biz kimiz ki? Kim? Yenmek ne demek hem? Sen yenemezsin, ancak ve ancak mutlak Galip Olan Allah c.c yener herhangi bir şeyi. O istemese biz neyi başarabiliriz ki? Hiçbir şeyi!

Şu anda ben de birtakım çıkış yolları arıyorum eyvallah, ama Allah c.c istemezse nasıl ellerimin acısı, ağrısı dinebilir ki? Kullandığım herhangi bir şey ancak Allah’ın izniyle vesile olur. O kadar! Yokum artık, kanser gruplarında yokum… Fevziye ve Atila bu kararımdan dolayı beni tebrik edip desteklediklerini söylediler, onlar da bu durumdan hiç hoşnut değillermiş meğer…

Akşam Atila kahve içmeye çağırdı, gittim; canım benim o da çok ama çok yorucu bir gün geçirmişti, yine de bütün dikkati, ilgisi ve şefkati ile dinledi beni ve yine kalbime sükûnet üfledi… Atila’yı görseniz ne söylemek istediğimi anlarsınız, hemen anlarsınız; farkında, çok farkında ve sakin, çoğu zaman bir şey söylemenize gerek kalmadan sizi anlayan dünya tatlısı…

Fevziye’ye de anlattım geldiğimiz noktayı, o kadar kalpten inanıyor ki hemen iyileşeceğime ve bundan sonraki bütün kontrollerimin iyi çıkacağına, yalnızca bu kaygı ve moral bozukluklarının beni tekrar hasta edeceğinden korktuğunu söylüyor hep… Bunlar da geçecek inşallah, inşallah geçecek…

Mehtap aradı daha sonra o da hiç unutmuyor beni, telefonu tutmak müthiş acı verdiği için onunla da fazla konuşamadım ne yazık ki...sesi iyi geliyordu ama

Doktorun verdiği ilaçlara başladım, çörek otu yağı sürdükten sonra İsveç Şurubu da sürüp kolumu bandajlıyor Atila. Bakalım nasıl olacak? Dün geceden beri aralıklarla da olsa yazabiliyorum, acı ve ağrı olmasına rağmen çok şükür yazabiliyorum

Yarın da ziyaretimize Dilek gelecek İstanbul’dan inşallah, onun gelmesinin de iyi geleceğini düşünüyorum. Çünkü hakikaten sevindiğim anlarda sanki ağrılarıma bir anda yok edici sprey sıkılıyorJ kısa da sürse böyle şeyler oluyor işte…


***
Carlos Fuentes’in öldüğünü öğrendim,  Saramago öldüğünde de aynı şeyleri hissetmiştim; kalbimde kanayacak olan bir kayıp…

Latin edebiyatını, kanayan bir yaranın atlasın her santimine yayılması gibi okumuşumdur her zaman. Onlar bütün o Latin yazarlar sanki doğdukları coğrafyanın acılarını ve hüznünü merhamet kalemiyle yazan insanlar; Jose Saramago, Carlos Fuentes, Gabriel Garcia Marquez, İsabel Allende, Eduardo Galeano… Hepsi müthiş yazarlar, insan olduğumu ve en umutsuz durumda bile bir şeyler yapmam gerektiğini bana hatırlatan yazarlar, yazdıkları ile bende yaşayacak olan yazarlar…

Saramago’nun Küçük Anılar kitabını alıp okumalısınız, onun ifadesiyle sanki “çocukluğunuzdan ödünç alınmış bir şeyi’ bulmuş gibi olacaksınız… Ya da Galeano: “Ya o zamanlar neredeydin? Hangi kelimeleri söylüyordun? Hangi insanlarla konuşuyordun?” derken daha önce yaşadığınız bir ânı tekrar yaşayacaksınız, içiniz burkulacak…

Böyle şeyler işte, bize insan olmanın güzelliğini, merhamet ve sevginin, sevgi ve şefkatin tanımını her seferinde büyülü kelimelerle tekrar tekrar yapan ve tekrar tekrar kalbimize kazıyan edebiyatçılar öldüğü zaman benim de içimde bir dal kırılıyor, dünyanın biraz daha öksüz kaldığını düşünüyorum…

Bugünlük parmaklarımdan bu kadar:)



Neşe Kutlutaş, 11.02.2015, Konuk Yazar,  Sonsuz Ark,  (İlk Yayın Tarihi, 17.05.2012)


Seçkin Deniz Twitter Akışı