10 Aralık 2012 Pazartesi

SA120/ÂA10: Erdoğan’ın Kapanları ve Fareler

"Yalnızlaşan ABD, kendisini yalnızlaştıran İsrail’i terk ettiğinde, Dünya daha iyi günlere uyanacak. Erdoğan’ın kapanları, veba yayan fareler için kurulmaya devam edilecek."



AB ve ABD artık kartlarını açık oynuyor. Türkiye, daha doğrusu Erdoğan da bütün küstah hamleleri sert el hareketleriyle masadan süpürüyor. Dağlar, terörist inleri ağır saldırı altında iken BDP’li şahinler susmuş, kıstırılmışlığın verdiği çaresizlikle dilenirken ABD ve AB tarafından çağrılmışlardı.

Nisan ayında Brooking Enstitüsü’ndeki kirli akıl oyunlarına katılan BDP heyeti, daha sonra Avrupa parlamentosunda AB tarafından organize edilen Kürt konferansında şov yaptı. BDP’lilerin ABD ve AB ile neler konuştuğu, hangi kirli stratejik akla ‘Emredersiniz!” dediği, temmuz sonunda açığa çıktı. Cezaevlerini açlık grevi virüsü sarmıştı. BDP’liler ve tutuklu-hükümlü KCK/PKK teröristleri gündüz gözüyle aç kalıyor; gece gözüyle tıka basa karınlarını doyuruyorlardı ki; doktor raporları oyunu deşifre edince bu kez birkaç kurban seçildi.

Amaç küresel bir tepki oluşturmak ve bu kargaşalıkta Erdoğan’ı tekrar pazarlık masasına oturtarak Öcalan’ı kafesten çıkarmaktı. Bunda göreli olarak başarılı da oldular. Medya’daki subjektif/ön fikirli isimler Erdoğan’ı eleştiri yağmuruna tutarken, çözüm olarak Oslo Süreci’nin yeniden başlamasından ve Öcalan’ın ev hapsine çıkarılmasından başka bir şeyden bahsetmiyorlardı. Aynı isimler KCK tutuklamalarını da eleştirmişlerdi ve sonuçta hükümet bu eleştirileri önemseyip tutuklamalara ara verince Türkiye’nin bütün kentleri KCK’lı teröristlerle tehdit ve şiddet sarmalına mahkûm edilmiş oldu.

Oslo Süreci, Ergenekon ve diğer yapılanmalara karşı işbirliği hâlinde bulunan Gülen Cemaati ile İktidar Partisi’nin arasına kara kedi gibi girmiş, geri dönülmez bir ayrışma sürecini tetiklemişti. PKK, kendi sahası olarak ilan ettiği bölgelerde Gülen Cemaati’nin eğitsel faaliyetlerini varlıksal tehdit olarak algılıyor ve çeşitli saldırılarda bulunuyordu.

Oslo Süreci devam ederken, Gülen Cemaatine ait dershaneler bombalandı ve yakıldı. Oslo Süreci’ne takılan diğer olgu Mit Müsteşarı’nın tutuklanmasına yönelik girişimdi. Uludere tuzağı bu kompozisyonu tamamlıyor ve hükümet medya, terör ve cemaat tarafından sıkıştırılarak bunaltılıyordu.

Ki; Suriye’li Kürtler senaryoya dâhil edilerek Kürt İntifadası başlatılmak istendi. Tunceli’den Hakkari’ye kadarlık alanı kontrol altında tuttuğunu ilan eden BDP/PKK/KCK triosu Şemdinli’yi işgal ederek ilk zafer için gerekli olan tüm planlamaları ABD,AB, İsrail, İran, Esad, Maliki etkisi ve desteği ile yapmış ve uygulamaya koymuştu. Tunceli milletvekilinin ‘tutuklanması’ alternatif bir devlet ve ilgili kurumların tasarrufu anlamını taşıyordu. Bu anlam zihinlerinin göklerinde asılı kaldığında, tüm hamleler satranç tahtasıyla birlikte masadan fırlamıştı, bütün ağızlar şaşkınlıkla kilitlenmişti; Erdoğan hızla KCK tutuklamalarının önündeki engelleri kaldırmış dağlar, ovalar, kentler süpürme harekatı ile hallaç pamuğu gibi atılmaya başlamıştı.

Açlık grevlerinin yaydığı iç ve dış ses dalgaları hem içeride hem dışarıda yankı buluyordu. Hükümet iyi ve kötü polis olarak bakanlarını konuşturuyor. Erdoğan, sağ gösterip sol vuruyordu. Türkiye hızlı bir tıkanmaya doğru giderken Erdoğan son bombasını patlattı. İdam’ın tartışılmasını istedi. Bütün oklar Öcalan’ı gösteriyordu. Özgür bırakmak istedikleri kişi, açlık grevleri dolayısıyla idam riskiyle karşı karşıya kalmıştı.  Öcalan’ın özgür kalması Türkiye’de geniş tabanlı bir iç savaş için yeter sebepti çünkü. İç savaş sonrası Türkiye’nin haritası değişecek ve aralarına kolektif kan giren Türkler ve Kürtler sonsuza dek ayrılacaklar ve böylece tasarım tamamlanacaktı. Erdoğan’ın bu hamlesi, anlayamayanlar için  eksiksiz olarak böyleydi ve mesaj doğrudan ABD, AB, İsrail ve İran’a idi.

Konu Türkiye olunca İran ve İsrail savaş baltalarını gömerek ‘Esad Kardeşliği’ ile Türkiye’ye karşı birleşmişlerdi. ‘Esad Kardeşliği’ile ABD, AB, İran, Irak, İsrail, Rusya ve Çin, Türkiye’nin karşısında birlikte saf tutuyorlardı. Türkiye’nin Rus askeri teçhizatını Suriye’ye taşıyan Suriye uçağını indirmesi ile ilgili tüm istihbârî veriler ABD tarafından sağlanmış ve iç içe kumpaslar kurulmuştu.

Türkiye, Rusya ve Çin ile kurduğu ticarî bağları kullanarak diplomatik sonuçlar elde etmeyi başardığında, ABD ve AB kudurmuş köpek gibi saldırganlaştı. Türkiye, Suriye ile savaşa girmemiş, Rusya ile işbirliğini bozmamış, İran’ın tehditlerini diplomatik reflekslerle söndürmüş ve nihayetinde ‘Sıfır Sorun Stratejisi’ni teknik olarak masadan kaldırmadığını da netleştirmiş oluyordu.

Sıfır Sorun Stratejisi’nin hard dokunuşları da vardı. Açlık grevi ve idam tartışmaları, Türkiye-AB ilişkilerini buzdolabından çıkarmaya yetmişti. Diğer yandan, kuyruk, köpeği sallamış ve NATO’ya ait Patriot Füze Rampaları Türkiye’ye yerleştirilmek üzere çakılı oldukları yerlerden sökülmeye başlamışlardı. Türkiye muhtemel bir saldırıyı NATO çerçevesine almayı başarmıştı ve savaşa girmeyerek kendisini savaşa sokmaya çalışan tüm tarafları, savaşın tarafları hâline getirmişti.

Üç boyutlu düşünmekten yoksun olan AB, ekonomik krizin verdiği sersemlikle sağlıklı düşünemiyordu. Erdoğan’ın idam sohbetleri AB’yi germişti; aslında idamla kastedilen daha geniş bir çerçeveydi. Türkiye, hareketsizlikten çürüyen- AB’ye üyelik perspektifini sorgulamaya başlayacağını da deklare ediyordu. Açlık grevlerinde kritik aşamaya gelinmesi ve ölüm olasılığının artması sonrasında Avrupa Birliği  konuya daha yakından ve detaylı bakar gibi yapmıştı. Açlık grevleri konusunda ilk resmi tepki Avrupa Birliği Komisyonu’nun Genişlemeden Sorumlu Üyesi Stefan Füle’nin sözcüsü Peter Stano’dan gelmişti: 

“Açlık grevindekilere sağlıklarını ve hayatlarını tehlikeye sokmamaları çağrısı yapıyoruz. Tutukluların sağlık durumlarının daha da kötüleşmesini engellemek amacıyla uluslararası insan hakları normlarına uygun çaba gösterilmesi de bir başka çağrımızı oluşturuyor.”

Ardından sözcünün sahibi Stefan Füle, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’yla Brüksel’de yaptığı görüşmede açlık grevlerini konuştu. Leyla Zana’nın, “Kaybedilecek bir dakika bile yok” yaygarası ile Avrupa Birliği ile Avrupa Konseyi’ne gönderdiği mektubu yanıtlayan Füle, Komisyon’un endişe ve uyarılarını tekrarlamış, Avrupa Parlamentosu Başkanı Martin Schulz, Adalet Bakanı Sadullah Ergin’e bir mektup göndermiş, açlık grevlerinden duyduğu endişeyi dile getirmiş, öncelikli kaygısının “şiddet içermeyen çaresizce eyleme” katılanların sağlık durumları olduğunu söylemişti. Açlık grevindekilere hayatlarını tehlikeye sokan bu eyleme son vererek taleplerinin kabul edilmesi için siyasi diyalog yolunu tercih etmeleri çağrısında bulunan Avrupa Parlamentosu Başkanı, Türk makamlarından ise “eylemcilerin endişelerinin giderilmesini” istemişti. Oyun, kökündeki çirkefi kokutmuştu. ‘Eylemcilerin Endişeleri’ni gidermek, Öcalan’ı serbest bırakmak demekti.

Çok merhametliler kervanına Cumhurbaşkanı Gül’de katılmıştı. Bu arada ana dilde savunma hakkı ile ilgili yasal düzenleme mecliste rutin bir süreçle gerçekleşmek üzereydi. Açlık grevi ile bu konunun ilgisi yoktu. İdam resti ve henüz ayrıntıları netleşmeyen pazarlıklar sonucu Öcalan’ın ‘Ye!” emri gereğince tiyatro sona erdirildi ve yapay gerginlik bitti.

Erdoğan’ın idam hamlesi, Avrupa Birliği’nin tüm hesaplarını alt üst etmişti. Avrupa Komisyonu’ndan yapılan açıklamada idam cezasının kaldırılmasının birlik insan hakları politikalarının ana hedeflerinden, temel haklar standartlarının da ana unsurlarından biri olduğu belirtiliyor, “Komisyon bir aday ülkenin ya da potansiyel aday konumundaki bir ülkenin siyasi kriterlere uyumunu denetlediğinde idam cezasıyla ilgili yasal düzenlemeleri dikkate alır” ifadeleri kullanılıyordu.

Avrupa Parlamentosu’nun ikinci büyük grubu olan Sosyalistlerin ve Demokratlar’ın lideri Hannes Swoboda, Erdoğan’ın açıklamalarnı “skandal” ve “provokatif” buluyordu. Erdoğan’ın, Türkiye için Avrupa’yla daha yakın ilişkiler mi yoksa daha fazla radikalleşme mi istediği konusunda karar vermesi gerektiğini söyleyen Avusturyalı parlamenter, “İkisi bir arada yürümez” diyor; idam açıklamalarının müzakerelerin temelini ciddi şekilde tehlikeye atma riski taşıdığını da söylüyordu.

Avrupa Parlamentosu Türkiye raportörü Hollandalı parlamenter Ria Oomen-Ruijten’den daha da kızgındı: “AB, bir üye ülkede, aday ülkede ya da potansiyel aday ülkede idam cezasının tekrar devreye sokulmasını hiçbir zaman kabul edemez. Türkiye’nin, Avrupa Konseyi üyesi ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin tarafı olarak uluslararası taahhütlerine saygı göstermesini bekliyorum.”

Erdoğan, açlık grevi ile başlayan saldırıyı idamla savmış görünüyordu; ancak Aralık başında AP yine bir hamle yapmıştı ve bu kez kendi bünyesinde yapılan Kürt konferansında PKK’nın terör örgütü listesinden çıkarılmasına dair yeni bir kılçık üretmişti. Anlaşılan bu kan bir süre daha dağları, ovaları ve kentleri ağlatacaktı.

Washington, Brüksel, Moskova, Tahran, Telaviv, Şam ve Bağdat uzun bir süre bu kadar sık ve derinlikli işbirliği içinde olamayacaklarını artık çok iyi biliyorlar. Türkiye, Mursi’nin Mısır’da alacağı yola paralel olarak gücünü arttıracak ve bu yolu alabilmek için de ne gerekiyorsa yapacak. Aksi halde Doğu Akdeniz, Esad sonrası gerçek bir savaş alanı olmaktan kurtulamayacak.

Erdoğan’ın ve Davutoğlu’nun, 29 Kasım 2012 günü, Filistin’i BM’de 148 oyla ‘devlet’ haline getiren, Halid Meşal’i Filistin’e sokan politikaları, Siyonist İsraillileri sığınaklara itiyor; bu böyle olmadıkça da orta doğuda huzurdan bahsedilemeyecek. Yalnızlaşan ABD, kendisini yalnızlaştıran İsrail’i terk ettiğinde, Dünya daha iyi günlere uyanacak. Erdoğan’ın kapanları, veba yayan fareler için kurulmaya devam edilecek.


Âkil Ağazâde, Sonsuz Ark, 10.12.2012


Seçkin Deniz Twitter Akışı