1 Ağustos 2013 Perşembe

SA328/AÇ13: Toplumsal Talepler, Etkin Yönetişim ve Olumlu Etkileşim Dili; Diyalektik Duruş

“Birlikte yaşamanın temel koşulu olarak, çatışmacı dil dönemi, an itibarı ile sona ermesi gereken bir dönemdir.”


Toplumlarda kutuplaşmalar, kamplaşmalar bitmez. Bitmemesi de olağandır. Farklı bireylerin farklı amaçları vardır ve her birey bu amaçlara saygı duyulmasını ister. Peki, idare bu kutuplaşmaları, kamplaşmaları nasıl yönetmeli?

Yönetişimin neredeyse her ülkede ve toplumda şeffaflaştığı, bireylerin devlet erkinin doğrultmanlarından daha çok kendi taleplerini önemsediği ve bu talepler için gönüllü olarak gruplaştığı günümüzde, sosyoloji ve siyaset kurumları toplam insanlık geçmişine oranla görece daha rahat ve aynı zamanda çok daha hassas bir davranış biçimi geliştirmek zorundalar.

İsrail, Yahudi/Talmut şeriatine (kanunlarına) göre idare edilmeyi esas kabul eden büyük toplumun direktifleriyle yönetilirken, İsrail’in çevresindeki müslüman arap ülkelerinin demokratik yöntemlerle İslam Şeriatı’nı uygulama talepleri, İsrail ve Batı için tehdit olarak algılanıp  İsrail’in kahraman ilan ettiği generaller aracılığı ile askerî darbelerle engellendiğinde, idarelerin kendi toplumlarının taleplerinden etkilenebilmelerinin güçlü olup olmamalarıyla ilgili olduğunu öğrenmiş bulunuyoruz. 

Bununla birlikte başka ülkelerin müdahalelerindeki çifte standardın bağlı olduğu temel faktörü de Bosna örneğinde olduğu gibi anlıyoruz.


Güçlü devletler, güçlü idareler, toplumlardaki olağan kamplaşmaları ve talepleri dikkate alma gücüne de sahip oluyorlar. Güçlü devletlerin silahlanma endekslerindeki yeri toplumların taleplerine verilen önemle doğru orantılı. Dünyamız iletişimin önündeki engeller kalktıkça güçlü ya da güçsüz bütün ülkeler için her şeyin şeffaf  bir şekilde gözlenebildiği bir yer hâline geldi.

Kahire Adeviyye meydanında 3 Temmuz’da başlayan 28 gündür süren direnişin dayandığı asıl neden bu. Mısırlılar, güçlü ve gelişmiş ülkelerde bireyin ve toplumun taleplerine yönelik hassasiyetlerin kendi ülkelerinde de gerçekleşmesini talep ettiklerinde Batılı hegemonyayı çifte standartlarında durdurmaya zorlayabileceklerini artık iyi biliyorlardı.

Mısırlıların sembolize ettiği küresel direniş, yoksulların ve kukla idarecilerin profilinin net bir şekilde anlaşılmasını sağlıyor. Gelişmiş ülkeleri tedirgin eden olgu, gelişmişliklerini borçlu olduklarını ülkelerin farkındalık skalasının değişmesi. Toplumsal taleplere saygı küresel akış grafiğinde gittikçe belirleyici bir unsur oluyor.

Mısır, baskı altına alınmış özgürlüklerin ve İslam’ın bireyin ve toplumun hayatını düzenleyici kanunlarının terörle ilişkilendirilerek yok edici perspektifle değerlendirilmesine karşı alınmış askerî tedbirlerin sonuçlarını analiz etmemize de yardım ediyor.

Ülkenin yarı nüfusundan daha azı, diktatörlükle yönetiliyorken elde ettikleri haksız konumları ve hayat standartlarını kaybetmek istemiyor, ezilmiş ve baskı altında tutulmuş diğer yarıdan fazlası, haklarının iadesini talep etmekten vazgeçmiyor. Oysa İsrail, laik ve fundamentalist yahudileri demokratik bir sistemle, Talmud’un ve Tevrat’ın emirlerine uyarak yönetirken herhangi bir stres yaşamıyor.

Mısır’dan bütün Arap ülkelerine sıçrayan derin farkındalık, gelişmiş ülkelerdeki bireylerin ve toplumların sömürüden kaynaklanan refahını da tehdit ediyor. Çin’in insan kaynaklarını son on beş yılda çok düşük ücretlerle (30-150 dolar maaş) sömüren küresel emperyalizm, Hindistan’a, Malezya’ya, Endonezya’ya ve Bangladeş’e taşınırken geride kalanlar canlanmış/dirilmiş toplumsal talepler.


Kapitalizmin sembolü Wall Street’i işgal eylemlerinden, Paris’te eşcinsel evliliklere karşı protesto girişimlerine, İngiltere’nin Avrupa Birliği’nden ayrılma tartışmalarına ve ateist bir yazarın İngiltere’ye girişine yasak konulmasına kadar yaşanan batılı refleksler bireylerin ve toplumların yaşadıkları ekonomik, sosyolojik, psikolojik ve dinî sorunları aşma yönünde  verdikleri tepkilere örnek olarak sıralanırken demokratik bir perspektifle değerlendiriliyorlar.

Protesto eylemlerine yönelik polis şiddeti de kamu güvenliği etiketiyle algılara enjekte ediliyor. Batıda yaşanan protestolar da protestoların şiddet kullanılarak bastırılması da güçlü devletlerce demokratik olarak tanımlanıyor.

Vatikan’da , kardinaller arasında Gay Lobisi olduğunu itiraf eden Papa I. Franciscus, iki milyon Brezilyalı tarafından karşılanacağı ayini yönetmeye giderken uçakta ‘Tanrı’nın Brezilyalı olduğunu’ söylerken de toplumsal taleplerin etkileyici gücünü deklare ediyordu. 

I. Franciscus, rahiplerin bireysel talepleri olan evlenme hakkını da tartışmaya açan bir isimdi. Talepler kiliseleri derinden etkilerken de, kiliseler bireyin ve toplumun hayat alanlarını düzenlerken de herhangi bir şekilde fundamentalist Hristiyanlardan söz eden olmuyordu. Çünkü karşısında eşcinsel evlilikleri, uyuşturucu kullanma haklarını talep ederek bu taleplerini gerçekleştiren toplum kesitleri vardı.

Rusya Devlet Başkanı Putin, bir kişinin dört resmi evlilikten başka evlilik yapma hakkını tartışırken ve LGBT’lerin protesto ve eylem yapma haklarını kısıtlarken Rus halkının aile ve gelecek nesil kaygılarını gidermek için farklı stratejiler geliştirdi.

Rusya, diğer batılı ülkeler gibi nükleer silahları olan güçlü bir ülkeydi ve güçlü ülkelerin toplumların taleplerini yerine getirme amaçlı politikaları geniş toplumdan destek buluyordu. Gelişmekte olan ve gelişmemiş olan ülkeler taleplerini gerçekleştirme gücüne sahip değillerdi. Suriye geniş toplumun taleplerini gerçekleştirmek için verdiği mücadelede yüz bin kurban ve milyonlarca göçmenle mümkün olan bütün acılarla terbiye ediliyordu. Mısır büyük bir belirsizlikle meydanlardaydı.

Gelişmiş Batı’nın özgürlükler ülkesi, Rönesansın lokomotifi Hollanda’da ise tarih tersine işliyordu; ancak Başbakan’ın kullandığı dil, oluşan toplum sağlığı tehdidine rağmen taleplere saygısızlık olarak algılanabilecek terimlere kapalıydı.

Hollanda'da "İncil kuşağı" (Bible belt) adı verilen bölgede dindarların/Hrsitiyan Fundamentalistlerin aşı kullanımını dinî değerlerine saygısızlık olarak nitelemesiyle ortaya çıkan kızamık salgını, tehlikeli boyutlara ulaştığında Hollanda Başbakanı Mark Rutte, polis zoruyla çocukları aşılamaya teşebbüs etmemiş, aksine dinî diyalektik kullanarak aşı olmak için onlara nazikçe çağrıda bulunmuştu: "Aşı olmak, Tanrı iradesine karşı gelmek değildir. Eğer her şey Tanrı istediği için oluyorsa, aşının bulunması da Tanrı’nın bir isteğidir."

Rutte'nin halkı aşı konusunda ikna etmelerini istediği rahipler, taleplerini açıkça dillendirdiler: 

“Politikacılar Tanrı’nın isteğine karışamaz. Aşıya gelene kadar pek çok zararlı konuda niye insanları zorlayarak bir şey yapmıyorsunuz?"

Aşırı dindarları taban alan ve inancı gereği kadın üye kabul etmeyen Siyasi Reform Partisi (SGP) de hükumetin "aşı olun" çağrısını eleştirdi: 

"İnsanların inançlarına saygı gösterin. Aşı çağrılarına son verin. Bırakın insanlar kendileri karar versin!"

Gelişmiş batılı ülkeler insan sağlığını doğrudan tehdit eden bu tür talepleri Fundamentalist yargıyla kundaklamıyorlar, aksine uzlaşı diliyle sorunu çözmeye çalışıyorlardı. Talep yüzlerce yıl geriye dönüşü Tanrı’nın varsayılan isteğine bağlamak olsa bile.

Hollanda Başbakanının kullandığı dil ve tercih ettiği yöntem, diğer gelişmiş  ülkelerde  kullanılan dile ve yöntemlere benzemiyor ve şu an için kuşkusuz bir şekilde örnek alınacak olan tek form bu.

Türkiye’de Gezi Parkı adı altında toplanan talep başlıklarına ve idarenin verdiği tepkilere bakıldığında Hollanda Başbakanının tercih ettiği yönetişim ve iletişim formunun uygulanmasıyla nasıl bir sonuç çıkabileceğini tartışmamız gerek.

Başbakan Erdoğan’ın Hollanda’daki örnekle diğer batılı örnekleri karma bir konsepte taşıdığını ve  farklı formları birlikte uyguladığını söyleyebiliriz. Batılı ülkelerde yaşanan toplumsal talep merkezli eylemlerin küresel organizasyon desteği yok görünüyor. Ve bu durum doğal olarak Gezi Parkı’ndaki taleplerin masumiyetini zedeliyor.  ABD’de, AB’de ve Rusya’da uygulanan polis şiddeti herhangi uluslar arası bir demece ya da baskıya neden olmuyor.

Türkiye, devletin yüzyıllar süren sert taleplerini uygulamaya direnen bir sosyal yapıya sahip. Mısır ve diğer gelişmemiş ülkelerdeki kutuplaşmalara benzer bir kutuplaşma Türkiye toplumunda da mevcut. Kutuplaşmanın iki tarafı var; talepleri asla dikkate alınmayan büyük çoğunluk ve kendi taleplerini devlet eliyle bütün bireylere dayatan azınlık.

2002’de başlayan büyük yönetsel değişimle çoğunluk  devletin âmir yapısını değiştirdi, kendi taleplerini değerli kılan tüm seçimlerde de ısrarcı olarak haklarından vazgeçmedi. Dindar olma hakları yasaklanan büyük çoğunlukla dinsiz olma ya da kendi inançlarını dayatma hakkı bulunan azınlık arasındaki fark belirginleşmeye başladı.

Batı’da Hollanda örneğinde olduğu gibi bu türden talepler hiçbir şekilde aşağılanmadığı halde, Batı Türkiye’deki bu değişimi muhafazakarlaşma olarak tanımladı ve İslamist (İslamcı) terörle ilişkilendirmekte çok istekli davrandı. Geçmişten bugüne askerî darbelerle kendisine koşulsuz bağlı bulunan azınlığı besleyen ve koruyan Batı’nın çifte standardı, değerler bileşimi olarak anılan Batı’yı ciddi bir eleştiri sağanağına maruz bıraktı.


Ekonomik, diplomatik, politik, akademik ve bürokratik potansiyellerin çoğunluk tarafından kullanılmasıyla alanları daralan azınlık gelecek kaygısı ile korkularını dillendirmeye çalıştı. Medya bu korkuyu şekillendirdi ve somutlaştırdı.

Hiçbir şekilde diyalog kurma gereği duymayan ve her zamanki aşağılayıcı, yok sayıcı dili kullanan azınlık, batılı destekçileri ile işbirliği hâlinde Gezi Parkı eylemlerini genişleterek hükümet karşıtı bir düzleme taşıdığında, Başbakan Erdoğan’ın eylemleri kontrol etmek için kullandığı dil ve yöntem, ABD, Rusya, İngiltere, Fransa, İtalya ve Almanya'daki dilden ve yöntemlerden farklı değildi; ancak büyük tepki çekti, eleştirildi.

Yönetişim ve olumlu etkileşim dili, ancak frekanslar karşılıklı olduğu zaman etkili olabilir. Azınlık tarafından doğmamış insanların kürtajla hayatına son verilmesi gibi insan haklarına aykırı bir durumun sorgulanmasının ve yasalarla denetlenmesinin, alkol satış saatlerinin Avrupa Birliği standartlarına taşınmasının hiçbir gerekçe olmadığı halde temel çatışma parametresi olarak ‘Yaşam Biçimlerine Saldırı’ ya da ‘Yaşam Biçimlerine Müdahale’ olarak tanımlanması, bir uzlaşı formunda değildi.

Doğal olarak yüzlerce yıl kendi talepleri önemsenmeyen, aksine kendi özgün yapısını bozmaya ve başka bir yaşam biçimi dayatılmasına maruz kalan çoğunluk bu çatışmacı dili yadırgadı. Başbakan Erdoğan da abartılı kamplaşma girişimlerine uzlaşmacı olmayan bir dille yaklaştı.

Medyadaki kan değişimleri, daraltılmış yaşam alanlarının genişletilmesi adına algılanacakken tam tersine diktatörlük kavramının etrafında hareketli kaslarla küresel bir çatışma alanı oluşturuldu. Merkez medya, geçmiş darbelerin ve darbe girişimlerinin  en etkili organlarından biriydi ve doğal olarak bunun bedelini ödeyecekti; tarihin akışı bununla ilgili örneklerle doludur. Henüz yaşanan dünya tarihinde de Batılı ülkelerde medya benzer değişimler yaşamaktadır.

Amerika'da meslek hayatı boyunca dokuz başkan gören 20 Temmuz 2013'de 92 yaşında öldüğünde işsiz olan  ABD'li gazeteci ve muhabir Helen Thomas (8 Ağustos 1920 - 20 Temmuz 2013), 1943 ile 2010 yılları arasında Beyaz Saray muhabiri olarak çalışmış, İsrail karşıtı söylemleri nedeniyle işini kaybetmişti.

Türkiye değişen sosyolojik yapısına uygun olarak abartılmamış azınlık taleplerini hoşgörü  ve ikna üzerine kurulu bir düzleme taşımak zorunda. Azınlığın sert söylemleri, idare üzerinde tedirgin edici bir etki oluştursa da, idare daha yumuşak ve daha kaçınılmaz bir formla tepki vererek etkili olabilir.

Birlikte yaşamanın temel koşulu olarak, çatışmacı dil dönemi, an itibarı ile sona ermesi gereken bir dönemdir. Haksız kazanımlarını korumaya kalkan otoriteryen azınlıkların, her türlü taşkınlık amacı güden yaklaşımları serinkanlılıkla analiz edilmeli ve Hollanda Başbakanı Mark Rutte’nin gelişmiş duruşuna benzer bir diyalektik duruş sergilenmelidir; Türkiye bu dile ve yönteme Gezi Parkı eylemlerinden sonra bir adım daha yaklaşmış olmalıdır.


Adil Çelik, Sonsuz Ark,  31. 07.2013

Seçkin Deniz Twitter Akışı