11 Mayıs 2020 Pazartesi

SA8578/SD1694: Sıkıntı (Roman); 1. Bölüm-Gök 32

Sonsuz Ark/ Evrensel Çerçeveye Yolculuk

"Bu hepimizin zihninin hikâyesiydi. Bir masal asla değildi. Masal, hikâyenin inanılmaz olanıydı; ama inandırırdı. Bir masalda zihnin gözlerinden bahsedilemezdi, çünkü zihnin masallarda yeri yoktu, çünkü masallarda zincir zincirdi, halka halkaydı..."


Serin ve bol oksijenli dağ havası eşliğinde yaptığımız kahvaltı sonrası yeniden yola koyulduğumuzda İD, ısrarla toplantıların da ertelenebileceğini vurguluyor, Èze’ye gitme konusundaki kararlılığını koruyordu. Verilmiş sözlerin tutulması gerektiğini, insanların verdikleri ortak kararlarda paydaşların kendi hayat akışlarını o karara göre programladığını, herhangi bir zorunlu sebep olmadıkça da o karara uyulması gerektiğini, aksi halde kul hakkına saygısızlık yapılacağını söyledim. Çalışma prensiplerimizin başında gelen şeydi sözünde durmak, güvenilir olmak; aksi halde Avrupa’da ya da herhangi bir yerde iş anlaşması yapmamız mümkün değildi.

İD’e, Allah’ın İsrâ Suresi 34. ayette ‘Rüştüne erişinceye kadar, yetimin malına ancak en güzel şekilde yaklaşın, verdiğiniz sözü de yerine getirin. Çünkü söz (veren sözünden) sorumludur.’ diye insanlara emrettiğini, Âl-i İmrân Suresi 76. ayette de, ‘Hayır! (Gerçek, onların dediği değil.) Kim sözünü yerine getirir ve Allah’a karşı gelmekten sakınırsa, şüphesiz Allah da sakınanları sever.’ diyerek ölçüleri ve ödülü belirlediğini anlattım. Verdiğim sözü tutarak hem Allah’a karşı gelmekten sakınıyor hem de insanlarla ilişkilerimde güven elde ediyordum.

İD umutsuz bir şekilde, yolları karıştırarak beni Lyon yerine Èze’ye götürebileceğini söylediğinde, ona konum belirleyen programların ve tabelaların buna izin vermeyeceğini söyledim gülümseyerek. Çok sıkıcı olduğumu mırıldandıktan sonra da bir süre sessizce arabayı sürmeye devam etti İD.

Bilgisayarımdan bir uzak doğu fon müziği açtım, ona arabanın ses sistemine bağlanırsak beraberce dinleyebileceğimizi söyledim. Sessizce aradaki bağlantıyı kurdu ve müziğin verdiği dinginlikte sabahın ilk ışıklarının dağların arasından süzülerek yola düşüşünü izledik. Kıvrılarak ilerliyordu yol ve ağaçların arasından süzülüyorduk.

İD uzun süre sessiz kalamazdı. Bana her şeyi Kur’an’a göre mi yaşadığımı sordu. Ona Allah’ın insan hayatını bütünüyle sınırlamadığını, insanın düşüncelerinde ve davranışlarında temel bir çerçeve belirlediğini, kendisiyle ve diğer insanlarla kurduğu ilişkilerde de bu çerçevenin esas alınmasını istediğini anlattım. Bunun temel sebebinin de yine insanın dünya ve ahiret hayatında huzurlu olmasının sağlanması olduğunu, insan nefsinin sınırsız ve kontrolsüz istekleriyle ortaya çıkan kaosun her şeye egemen olmamasını ve Şeytan'ın kışkırtılarıyla insanın zihnindeki akışı ve insanların arasındaki ilişkileri bozmamasını amaçladığını söyledim.

Fon müziği eşliğinde düşüncelerimi anlatmaya devam ettim. Ben de mümkün olduğu kadar bu ölçülere uymaya çalışıyordum ve elbette Kur’an’ın bütün emirlerini emredildiği şekilde uygulamakta yetersiz kaldığımın farkındaydım, ancak sınırları aşmamak da bir başarıydı. En azından bunun bana sağladığı her türlü yararı hayatımın her aşamasında görmüştüm, aksi davranışlarımda da yine bedelini ödediğimi gözlemlemiştim. Allah bizim için uymamız gereken kurallar yaratmıştı. Günümüz insanın kendi içinde yaşadığı ve psikiyatrik ilaçlarla veya tekniklerle tedavi etmeye çalıştığı kaos da bu kurallara uymamanın getirisiydi, insanların kendilerine ve diğerlerine yaptıkları kötülük de.

Kâf Suresi 16. ayette, ‘Andolsun, insanı biz yarattık ve nefsinin ona verdiği vesveseyi de biz biliriz. Çünkü biz, ona şah damarından daha yakınız.’ diyordu Allah. İD’e nefsimizin ve Şeytan’ın sürekli bir şeyler fısıldadığını, fısıldananların da Allah tarafından bilindiğini söylediğimde, şaşkınlıkla bana baktı, 17 ve 18. ayetlerle devam ettim: ‘Üstelik, biri insanın sağ tarafında, biri sol tarafında oturmuş iki alıcı melek de (onun yaptıklarını) alıp kaydetmektedir. İnsan hiçbir söz söylemez ki onun yanında (yaptıklarını) gözetleyen (ve kaydeden) hazır bir melek bulunmasın.’

Bu her şeyi düşünebileceğini ve yapabileceğini düşünen insanlar için tedirgin ediciydi. İD’e zihnin gözleri olduğunu, sürekli kendi evinde olanlara ve her an bir sürü şeye baktığını; oradan oraya, ondan buna sıçradığını, kimi zaman aynı anda aynı şeye bakıp yanlışlarını düzelttiğini, kimi zaman başka başka şeylere bakarak şaşı olduğunu anlattım.

Görüyordum; gördüğüm gibi anlatıyordum. Bir an bir gösteri dolduruyordu ortalığı; nesneler, kişiler ve o kişilerin yaptıkları aynı anda iç içe geçip kaynaşıyorlar ve hep birlikte zamandan kopuyorlardı. Bin yıl önceki biri çıkıp geliyordu iki bin yıl önceki olayların sırtında. ‘Şimdi’ hızla geriye gidiyor; bir şeyi, bir olayı, bir insanı alıp geliyor bir masanın üzerine bırakıyordu. Zihnin gözleri masaya eğiliyor ve merakla didikliyorlar gördüklerini.

Birdenbire ân, şimdi, çekip alıyordu zihnin gözlerini masadan, masanın üzerindekilerden ve birdenbire başka bir masa beliriyordu; başka bir şimdinin başka bir yüzyıldan alıp başka bir coğrafyaya taşıdığı kişilerin oralardan kapıp getirdikleri şeylerle donatılmış bir masaydı bu. Zihnin gözleri şaşkınlaşıyorlardı; hangi şeye odaklanacaklarına karar veremiyorlardı. Oradan oraya atlıyorlardı; zihin, zinciri ya da zincirleri kaçırıp dururken… bu her ân sonsuzca kez olup bitiyor ve hiç durmuyordu.

Zincir, başından sonuna kadar binlerce halkadan müteşekkildi; her bir halkaya bağlı binlerce zincirin uçlarından savruldukları döngüsel bir çorbaydı. Başından tutulduğunda geriye doğru bağlandığı halkalarla başı kaybolan, sonundan tutulduğunda binlerce yeni zincir doğuran uçlarla karşılaşılan bir hengâmeydi bu.

Zincir, aslında bir zincir değildi, ama her bir halka hem öncekine hem de sonrakine bağlandığı için bir zincirdi; ama hiçbir halka tek başına başka bir halkaya bağlanmadığı için zincir değildi. Her bir halkaya bağlı binlerce halka her yönde uzanan halkalardan oluşmuş bir zincirdi; belki zincir değil bir bulamaçtı… zihnin gözleri fıldır fıldır dönüyordu; hangi göz nereye bakacak belli değildi.

Bu hepimizin zihninin hikâyesiydi. Bir masal asla değildi. Masal, hikâyenin inanılmaz olanıydı; ama inandırırdı. Bir masalda zihnin gözlerinden bahsedilemezdi, çünkü zihnin masallarda yeri yoktu, çünkü masallarda zincir zincirdi, halka halkaydı…her halka diğer halkalarla birleştiği yeri ilan ederdi ve insan atlamadan neyi nasıl takip edeceğini bilirdi. O halde hayat bir masal mıydı ve zihnimizde olanlar birer hikâye miydi?

<< Önceki                      Sonraki>>



[(10.05.2020, (1/54 (78))]

Lütfen gitmek istediğiniz bölümü tıklayınız:


Seçkin Deniz, 11.05.2020, Sonsuz Ark, Sıkıntı, Roman

Sıkıntı
Takip et: @Seckin_Deniz




Sonsuz Ark'tan
  1. Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur. 
  2. Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
  3. Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark Manifestosu'na aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz.

Seçkin Deniz Twitter Akışı