17 Mart 2016 Perşembe

SA2639/KY1-CÇ219: Kuyu

"Bu beklenti ya da sayıltıdan ötürü böyle sakin olduğumu sanıyorum. Acaba bu beklenti olmasa ne yapardım? Şimdilik bunu düşünmek bile istemiyorum."


İşitecek kulakları olan işitsin! Gündüzdür. Gün dönmemiştir! Güneş bütün haşmetiyle her bir şeyi ışıtmakta, her bir şeyi ısıtmakta, her bir şeyi şefkatle öpücüklere boğmakta, her bir şeyi cömertliğiyle sarmakta, her bir şeyi coşkuyla kucaklamaktadır, her bir şeyi coşkuya boğmaktadır. Her bir şey coşkuyla oynaşmakta, her bir şey aydınlıkla buluşmanın, aydınlıkta olmanın hazzıyla var olmanın keyfini sürmektedir. Ve fakat ne mutlu o kişiye ki günün değişen bir şey olduğunu bilmektedir, güneşin batmakla yükümlü olduğunun bilincindedir. Hep bilincinde ola gelmiştir. Hep bilincinde ola gelecektir. Ne mutlu!



İşitecek kulakları olan işitsin! Gündüzdür. Gün dönmemiştir. Ve fakat ne mutlu o kişiye ki değişimin lezzetini bilmektedir. Değişimin lezzeti onda her dem diridir. Diri olacaktır. Diri kalacaktır. Ne mutlu o kişiye ki durgunluğun kokuşmuşluğa gebe olduğunu, durgunluğun soluşu içinde barındırdığını, durgunluğun zehirli bir soluk olduğunu, durgunluğun diriliği yutan olduğunu bilmektedir. Bu bilişle değişime karşı çıkmayı hiçbir dem düşünmemiştir, düşünmeyecektir. Ne mutlu o kişiye ki, değişime karşı direneni, böyle bir kendini yitirişe kapılanları uyarmayı her dem görevi bilmiştir, görevi bilecektir. Ne mutlu o kişiye ki geçici olanın künhüne ermiştir. Kalıcı olanı sezmiştir. İşitecek kulakları olan işitsin!” 

Fırladım yerimden, bu ucuz tirada daha fazla tahammül edemezdim. Tanrı tanığımdır ki kimse daha fazla tahammül edemezdi. Gırtlağına sarıldım. Ve haykırdım; “Ne mutlu sana ki gırtlağını sıkacak biri var ve ne mutlu sana ki sıkılacak bir gırtlağa sahipsin, seni düzenbaz, seni çenebaz!” 

Var gücümle sıkıyordum boğazını. Ancak bir tuhaflık vardı. Sesin sahibinin gırtlağını sıktıkça ben de nefes almakta zorlanıyordum, benim de boğazım acıyordu. Kimse boğazıma sarılmadığı halde boğazım sıkılıyor gibi oluyordu. Tanrım! Ben kendi boğazımı sıkıyorum! Ay! Boğaz sıkan ve boğazı sıkılan benim! Ürkerek ve fakat hızla boğazıma sarılan ellerimi boğazımdan çektim. Dizlerim ağır ağır büküldü, olduğum yere çöktüm. O ucuz tiradı çeken ben miydim? Bendim. Bu açıktı. Etrafta kimse yoktu. Tanrım! Yoksa düş mü görüyorum? Hayır. Bu karabasan nasıl başladı arkadaş, bir bilebilsem!

Dur şimdi! Azıcık sabret! Anımsamaya çalışalım. Tamam kahretsin! Öyle değil mi yoksa? Bu yer.. Tanrım! Ah Tanrım! Şimdi, yavaş yavaş da olsa anımsıyorum. Evet, kader garip bir şekilde beni bu kuyuya getirdi. Kuşkusuz bu kuyunun –şimdi bütün yalınlığıyla bir kuyuda olduğumu görüyorum- nasıl bir şey olduğunun betimlenmesi gerekecek. Betimlemeyi sevmesem de bu böyle. Bu gereken betimlemeye nereden nasıl başlayacağımı bilmediğimi de itiraf edeyim.  

Bostan kuyusu değil bir kere, bir kere bunu baştan belirtmiş olalım. Bostan kuyusu olmadığını söylerken gerekçesini de açıklamalıyım sanırım. Ben hiç bostan kuyusu görmedim. Bostan kuyusundan kasıt eğer bağ, bahçe, tarla ve bostan sulamak için yapılmış su kuyusu ise. Şimdi su kuyusu görmemiş biri olarak nasıl kalkıp da içinde bulunduğum kuyuyu ona benzetebilirim? Yakışık almaz. 

Şuan bildiğim şeyi –kendimi içinde bulduğum kuyuyu- bilmediğim bir şeye benzeterek başkalarını yanıltmak istemem. İtiraf edeyim ki bu konularda –başkalarının yanılgısına neden olacak konularda- çok titizimdir. Birinin ya da birilerinin yanılgısına neden olmaktansa cehalete sımsıkı sarılıp –azıcık bilsem de, hiç bilmez gibi yaparım- hiç gocunmadan, hiç yüksünmeden “Bilmiyorum!” derim. 

Bir kere bostan kuyusu değil, o kesin, çünkü bostan kuyusunu bilmiyorum, tersinden minare de diyemem. Çünkü değil. Tersinden minare olmadığını böyle kolaylıkla söyleyişimin gerekçesi de minareyi bilişimdir. Birkaç kez çıktım minareye. 

Yok ezan okumak için değil yukarıdan aşağısı nasıl görünüyor diye.. hem o zaman çocuk da sayılırdım. Anımsadığım kadarıyla minare en fazla bir kişinin yürüyebildiği bir genişliğe sahiptir. Yani iki kişi yan yana yürüyerek tırmanamaz. Yine de içinde bulunduğum yeri tersinden minareye benzetsem fazla bir yanlışlık olmaz. Çok çok boyutlarda bir yanlışlık söz konusu olur. Başımı kaldırıp bakınca kuyunun ağzını ince bir su hortumu genişliğinde görüyorsam da kuşkusuz kuyunun ağzı gördüğüm boyutta değil. Yoksa nasıl burada olurdum ki? Sanırım yüksekliğinden kuyunun ağzı öyle küçük görünüyor. 

Peki ben buraya nasıl geldim? Her ne kadar “Kader garip bir şekilde beni buraya getirdi” demiş olsam da nasıl geldim? Garip bir şekilde diyorum çünkü kendimi birden bire burada buldum. Ne düştüm, ne birileri tarafından iple falan sarkıtıldım. Düşme olasılığı en az olan olasılık, hatta olasılık olarak sıfırın altında bile değil. Belki birileri iple sarkıttı ve ip koptu, gidip ip alıp geri dönecekler, belki de ipe almaya gidenler ne için gittiklerini unuttular, belki de zaten burada olmamı istemişlerdir. Beni bir kuyuya atıp çekip gittiler belki de. Fakat anımsamıyorum. 

Anımsadığım kendimi birden bire burada bulduğum. Bu kendini kuyuda buluşla ilgili bir anımsama. Yoksa anımsadığım birçok şey var. En azından bir piknik dönüşünü anımsıyorum. En yakın anım bu. En yakın anım bu olsa da olduğundan kesinlikle emin değilim. Hayal meyal anımsıyor oluşumdan kesin diyemiyorum. Hani görüntüler net olsa kesin bir anı demekten çekinmem. Yok canım düşmediğim kesin. 

Hani düştüm desem ölmüş olmam gerekirdi. Bir ölümsüz olmadığımı biliyorum. Fantastik film kahramanlarından ya da çizgi film kahramanlarından biri olmadığımın kuvvetle ayrımındayım. Kendimi ölümsüz sanacak kadar kaybetmiş değilim. Düşmüş olsam muhakkak ölmüştüm. Ve şuan ki uslamlamaların hiç birini yapmıyor olacaktım. 

Böylesi bir yükseklikten –kuyunun ağzının ince bir su hortumu ağzı gibi görünmesi ne denli yüksek bir kuyu olduğunu çağrıştırmış olmalı- toprak zemine –evet, zemin toprak, eğer deyim yerindeyse duvarlar da toprak, gerçi duvarlar yerine duvar desek, -bir dairenin kare gibi köşeleri olmadığından- daha doğru denmiş olur yahut kuyunun zemin olmayan kısmı desek daha doğru olur gibime geliyor- düşen biri –düşen bir kedi değilse elbet, yine de kuşkuluyum belki bu yükseklikten bir kedi bile düşse- muhakkak ölürdü. Kafası üstü düşse kafası paramparça olurdu. Kıç üstü düşse iç kanamadan giderdi. İç organları paramparça olurdu ve iç kanamadan, çarpmanın şiddetinden, kimbilir belki daha düşmeden korkudan ödü kopar kalp sektesinden giderdi. 

Öleceği kesin de hangi nedenden öleceğini doğrusu bilemiyorum. Soluk aldığıma, hareket ettiğime, zemine ve zemin olmayan kısımlara dokunduğuma ve dokunuşları algıladığıma göre yaşıyorum. Bu kesin. Fakat buraya nasıl geldiğim bir muamma olarak duruyor şimdilik. Sanki uyumuş ve bir kuyuda uyanmışım. Yok, böyle olmadığını biliyorum. Anılarım arasında –hayal-meyal olsa da- yattığıma ilişkin, uyuduğuma ilişkin bir kırıntı bile yok. “Sanki” sözcüğünü bu yüzden kullandım.

Bir piknik dönüşü –dört beş kişilik bir grup diye anımsıyorum- yabancı birine rastlamıştık. Yabancı bizi görür görmez, "What, what, what, what!" diye bağırmıştı, yabancı öyle bağırınca ben de, "Ne diye tazı görmüş bir ördek gibi vıraklıyor bu?", demiştim gülerek. 

Çıkardığı sesin ördek sesine benzerliğini algılamış ve bu algımı da arkadaşlarıma duyurmanın coşkusuydu bu. “Ne benzetme ama!” demiş miydim, şimdi çıkaramıyorum. Ben gülsem de kimse gülmedi bunu biliyorum, bunu biliyorum, çünkü gülüşüme katılmayışlarına bozulduğumu anımsıyorum.

Arkadaşlardan biri –bu arada arkadaşların kimler olduğunu ve isimlerini de anımsamadığımı belirteyim ki bir karışıklığa neden olmayayım, sanırım bu bilgisizliğin ya da unutkanlığın kökeninde kuyuda bulunuşum var, kuvvetle muhtemel gibime geliyor, bir travma olabilir, şaşkınlığın doğurduğu bir travma- "Ne ördeği ne vaklaması, adam yabancı kendi dilinde ne diyor", yanıtını verdi öfkeyle. 

Niye öfkelendiğini doğrusu anlamamıştım. Bir şaka yapmıştım ya da bir şaka yapmaya yeltenmiştim, bunda öfkelenecek ne olabilirdi ki. En fazla “Bu şaka olmadı!” denir ya da görmezden gelinir, geçilip gidilirdi. Sanırım bu arkadaşın öfkesinin altında başka şeyler var. Bu son şey o başka şeylerin su yüzüne çıkmasına neden olmuştu. O denli öfkelenecek, bir arkadaşı bir yabancıya yapılan şaka yüzünden bu denli terslemek bence yakışık değildi. Hiç hoş değildi hem de.

Bir başka arkadaş da, "Kendinden geçmiş bir kilise papazı gibi telaşlı bu yabancı bize sadece 'ne' mi diyor?, diye sordu. 

Terslenmiş olmanın verdiği öfke ve sinirle, "Ne zaman kendinden geçmiş bir kilise papazı gördün de böyle bir benzeti de bulundun?" diye karşılık verdim. 

Kendinden geçmiş kilise papazı diyen arkadaşım, "Peki sen ne zaman peşine tazı düşmüş ördek görmüştün ki?" diyerek okkalı bir yanıt verdi, kızıp köpürdüğü her halinden belliydi. Hem söyleyiş olarak belliydi hem duruş olarak. Kavgaya hazır biri gibi durmak için değiştirmişti duruş pozisyonunu. Görmezden gelmiştim. 

Bir başkası da –piknik dönüşü birlikte olduğumuz arkadaşlardan biri-, "Niçin kolayca aldandığını biliyor musun? Kolayca aldanıyorsun çünkü öyle olmasını yürekten istiyorsun.. Komik olan ne biliyor musun? Öyle olduğuna inandığın şey sen de öyle sırıtıyor ki.. çünkü üzerine oturmuyor.. ve fakat sen "tam sana göre" denilene inandığın için "tam bana göre" diyorsun.. ama inan öyle çok sırıtıyor ki o inandığın sen de.. çukur bir aynada bir nesne ne kadar kendisi kalabiliyorsa sen de o inandığınla o kadar sen kalabiliyorsun.. buna traji-komik diyelim biz komiklikten öte.. biraz hüzünlü biraz gülünç, biraz acıklı biraz komik.. hadi üzülme.. Büyüdüğünde geçer, sende azıcık sen kalmışsa elbet!" diye uzun bir tirat kesti. Bütün bunların bir anlamı yoktu elbet. 

Her şey yolumuzun üstünde beliren sonra da, "What what what!" diye bağıran yabancı yüzünden başlamıştı. Bir birimize girmek üzereydik. Yine de metanetimizi korumanın bir yolunu bularak yolumuzun üstüne çıkıp dönüşümüzü engelleyen yabancının kimliği, neye benzediği, ne istediği üzerine tartışırken olmayacak bir şey oldu. 

Bir arkadaşım arkadaşlardan kadın olan ve çok yanında duran,– öyle ki eli yanındaki kadının omuzunda duruyordu, sanırım onlar karı kocaydı- hanıma, "Balkonun ışığını söndürdüğüne eminsin değil mi hayatım?"

Hepimiz, istisnasız hepimiz –soruyu soran ve yabancı olduğu için dilimizi bilmeyen hariç, kendisine ışığın sönüp sönmediği sorulan kadın dahil- bu uygunsuzluğa –uygunsuz olduğu apaçık, düşünsenize, durup dururken, birden bire, bir neden yokken, yaşanan ortamla –yabancıyı tartışıyorduk- ilgisiz, hatta o kadar ilgisiz ki o söylenileni, yöneltilen soruyu çağrıştıracak mini minnacık bir şey olmamışken, diyelim siz yangından söz ediyorsunuz, hararetli hararetli yangının büyüklüğü, yayılma olasılığını tartışırken birinin çıkıp “insan güneşte çok kalmamalı” dediğini yahut birinin çıkıp “dağda yürümek ciğerler için çok faydalıymış!” dediğini yahut “tütüne de zam geldi” dediğini duysanız bunun nasıl bir uygunsuzluk olduğunu görmez misiniz? İşte böyle bir uygunsuzlukla karşı karşıya kalmıştık- katıla katıla gülmeye başlamıştık.

Soruyu soran arkadaş tuhaf tuhaf bize bakıyor, gülme nedenimizi bulmaya ve gülüşe katılmaya çalışıyor ve fakat bulamıyordu. Yolumuzu kesen yabancı da şaşkındı ve fakat yüzüne sahte bir tebessüm yerleştirmişti, “Acaba gülsem mi, gülmesem mi?” der gibiydi. 

Soruyu soran arkadaş ve yabancı hariç biz katıla katıla gülmeye devam ediyorduk. Ben iki büklüm olmuş iki elimi böğrümde kavuşturmuş, geri geri giderek –gözlerimi de kapatmıştım nedense- gülüyordum. Anım –kuyuda kendimi bulduğumdan bir önceki anım- burada bitiyordu. Sonrasını anımsamıyorum. Hepsi bu kadar. 

Kulaklarımda kendi kahkahamın yankısıyla kendimi bu kuyuda buldum işte. Kuyunun zemin olmayan kısmında elle tutulacak, ayakla basılacak her hangi bir delik, çıkıntı olmadığından yukarı çıkmak gibi bir edimde bulunmuyorum. Düz dikey bir zemine filmlerde bile tırmanılamaz. Yatay halde ellerimi bir kısımda ayaklarım bir kısımda tutarak tırmanmanın da imkânı yoktu. Zira kuyunun genişliği en az boyumun iki katıydı. Üşendiğimden kuyunun genişliğini adımlamadım. Kaç adım olduğunu bilsem ne değişecek ki? 

Bekliyorum. Ne kadar beklerim bilmiyorum. Bekleyişimin altında yatan piknik dönüş arkadaşlarımın beni buradan çıkaracak bir ip, beni buradan çekecek bir araçla kuyunun başında belirecekleri beklentisi. 

Bu beklenti ya da sayıltıdan ötürü böyle sakin olduğumu sanıyorum. Acaba bu beklenti olmasa ne yapardım? Şimdilik bunu düşünmek bile istemiyorum. Umarım gün dönmeden gelirler.



Cemal Çalık, 17.03.2016,  Konuk Yazar, Sonsuz Ark, Öykü
Cemal Çalık Yazıları


Seçkin Deniz Twitter Akışı