15 Kasım 2015 Pazar

SA2043/KY5-PT84: Tasavvuf; Bir Düşünce Virüsü/ Tasavvuf Dünyası'ndan Hezeyan Örnekleri 4

 بسم الله الرحمن الرحيم
Bismillahirrahmanirrahim

“Tasavvuf” İslâm dünyasına hicri II. asırdan itibaren girmeye başlamış bir “düşünce virüsü"dür. 

***

Tasavvuf Dünyası'ndan Hezeyan Örnekleri 4

31. Abdulkadir’in Borcunu Ödemesi için Allah’ın Altınla Birlikte Bir Melek göndermesi Yalanı

Gavsü'l-azam, Es-seyyid ve Eş-şeyh Abdülkâdîr Geylânî (k.s.)'un bir hâdîmi (hizmetinde bulunan bir müridi) şöyle rivayet etmiştir:

"Şeyh Hazretleri, misafirleri çok olduğu cihetle, iki yüz al­tın borçlanmıştı... Bir gün; tanımadığım bir şahıs geldi ve izin dâhi istemeğe gerek duymadan, Şeyh Hazretleri'nin yanına girdi. Uzunca bir süre sohbetde bulundular. Sonra bir miktar altın çıkarıp, koyup gitti... Koyduğu altın borçlarını kat kat ödeyecek miktarda idi. Şeyh Hazretleri bana bir şey sormağa fırsat bırakmadan şöyle buyurdular:

 «Bu gelen Kadri Sarrafî'dir.» Dedim ki:

«Ya hazret! Ben bundan bir şey anlayamadım. Bu Kadrî Sarrafî ne demektir ve kimdir?»

Gavsü'l-azam şöyle buyurdular:

«Bu bir ferişte yani melektir ki: Allahü Tebârek ve Teâlâ Hazretleri evliyaullaha gönderir. Tâ  ki, onlar borçlarını ödeyebilsinler.»


32. Mezarlarında Ölülerin İsteklerinin Yerine Gelmesi için Rica ve İstirhamda Bulunmaları Yalanı

Gavsû'l-azam buyurdular ki: «Bugün Şeyh Hammad Hazretleri'ni kabrinde gördüm. Elmaslarla süslü bir elbise giymişti. Başında yakuttan bir taç, . elinde altın bilezikler ve ayağında atından ayakkabılar vardı... Yalnız dikkat ettim, sağ eli nedense tutmuyordu. Kendilerine sordum Cevaben dediler ki: "İşte bu elimle seni suya atmıştım." Sonra bana dönerek; "Bu illeti benden geçirmeğe gücün yeter mi?" diye sor­dular. "Evet, gücüm yeter" dedim. O zaman bana,  "Hakk Teâlâ'ya rica ve niyazda bulun ki; kullanılmaz haldeki elime güç versin, yani onu bana iade etsin." Ben, hemen Hak (c.c.)'den rica ve istirhamda bulundum. Ayrıca, ölülerden beş yüce velî dâhi kendi kabirlerinden rica ve istirhamda bulundular. Bu beş velîden birisi, o kadar istir­hamda bulundu ki; Hak (c.c.) Hazretleri dualarımızı kabul bu­yurarak, Hammad (k.s.)'un elini geri verdi ve o el benim elimi bıkarak, benimle görüştü...»

Bu söz, Bağdat'a yayılınca, Bağdat şeyhleri ve onların mü-ritjleri toplanıp, Şeyh Abdülkâdîr Geylânî Hazretleri'nin sözleri­nin, doğru olup olmadığını araştırma yoluna saptılar...

Bu haberi kendisine sormak için, Şeyh Hazretlerinin med­resesine geldiler. Fakat Şeyh'in heybetinden, kendisine kimse bir şey soramadı. Lâkin, Yüce Gavsü'l-âzâm (k.s.) onların ne maksatla geldiklerini keşfen anlamışlardı. Onlara dönerek:

 «Aranızdan keşfü kerametine inandığımız iki zâtı seçiniz. Onlar sözlerimin doğruluk derecesini araştırsınlar» buyurdu.

O cemaatda keşif ehli olduğuna, kimsenin şüphe etmediği Şeyh Ebu Yusuf Bin Eyyübü'l-Hamedâni (k.s.) ile Şeyh Muhammed Abdürrahman (k.s.)'u seçtiler. Gavsü'l-azam onlara şöyle buyurdu:

«Bu iki keşif ehli çekilip, ibadet edebilecekleri bir yere gitsinler. Siz dâhi onlar gelinceye kadar, murakabe halinde burada bekleyiniz.» dediler. Gavsü'l-azam dâhil hepsi murakabeye daldılar. Aradan bir süre geçmişti. Önce Yusuf Hazretleri tahkikini bitirmiş olacaklar ki; medrese dışında bir ses yükseldi.

Yusuf (k.s.) pek fazla acele ederek, medreseye doğru ko­şuyordu. Medreseye vardığında bu keşif sahibi velî şöyle bu­yurdu: "Hak, Sübhane ve Teâlâ buyurdu ki:  «Ey Yusuf! Koş o cemaat'a duy ur. Gavsü'l-âzâm mahbub'umun anlattıkları, doğru ve aynen vâkidir.»

Daha Yusuf (k.s) bu sözleri söylerken, arkadan Şeyh Ab­dürrahman (k.s.) teşrif edip, Şeyh Yusuf (k.s.)'nin anlattıklarını doğruladı.  

33. Abdulkadir  Geylani Yediği Tavuğu Diriltti Yalanı

Şimdi anlatıp, açıklamasını yapacağımız bu menkıbe, hem Âbdülkâdîr Geylânî (k.s.)'un büyük bir kerametinin naklidir, hem de bu menkıbede ledün gizliliklerine ait pek çok esrar gizlidir. Bir gün, sâlihat-ı nisvandan (Allah yolunda çalışan kadın­lardan) biri oğlu ile zamanın kutbu Gavsü'l-azam Âbdülkâdîr Geylânî (k.s.)'un yanlarına gelip, oğlunu yüce Veli’nin terbiye ve irşadı altına bırakır. 

Kadın bir süre sonra oğlunu ziyarete geldiğinde, oğlunun katıksız arpa ekmeği yediğini, buna karşılık Gavsü'l-âzâm'ın tavuk eti yemekte olduğunu görünce Gavsü'l-âzâm'a: «Ya Gavs!... Siz tavuk eti yiyorsunuz, oğlum ise arpa ekmeği ile vakit geçiriyor. Ona da kuvvetlenmesi için biraz ta­vuk eti yedirin.» diyerek, haddine tecavüz eden sözler söyler. 

Gavsü'l-azam (k.s.) bu lâyık olmadığı yersiz sözlere karşı hiç bir şey söylemiyor, önünde duran yenilmiş tavuğun kemiklerine yönelerek, o ölü kemiklere: «Kum bi iznillah ellezi yuhyul izamü vehiye remim (Allahü Teâlâ'nın izniyle kalk ve diril. O Allah ki; çürümüş kemiklere hayat bahşeder.»
Bu dua ile (ki; bize KÜN "OL!" emrinin tecellisidir) o etleri kalmamış tavuk tekrar dirilip hayat buluyor...


34. Abdulkadir Geylani’nin Vaazına Peygamberin Teşrif Etmesi Yalanı

 «Şahidi gaybi tecelli eylese aynül'ıyan çak eder âşık o şevk ile vücudun câmesin.»

Bu beyit eserin Arapça aslında kırk ikinci sayfasında men­kıbenin başına konmuştur ki; menkıbe'nin öz'ünü beyit olarak anlatmıştır... Şerh edildiğine göre bu olay şöyle vuku bulmuş­tur:

Bir gün Gavsü'l-âzâm minberde ünlü vaazlarından birisini vermekte idi. Birden saygı göstererek minberden indi. Mü-tevâzi bir durumda yerine oturdu. Pek tabiî edeb ve terbiye kurallarına uyarak vaazını da kesti. Buna pek şaşıran orada bulunanlar, bu durumun nedenini sorduklarında şu cevabı al­dılar: «Yüce ceddim sebebi kâinat olan Muhammed Mustafa (s.a.v.) Efendimiz teşrif buyurdular. Bunun üzerine edeb ve erkân gereği ayağa kalktım ve vaazı bıraktım. Ancak kendileri izin verdikten sonra vaaza devam eyledim...»


35. Abdulkadir  Geylani'nin Hücresinin Tavanı Yarılarak Kendisine Ulvi Alem'den Yemler Gönderilmesi Yalanı

Dokuzuncu menkıbe ve kıssayı teşkil eden bu bahiste Gavsü'l-âzâm'a semadan indirilen cennet yemekleri konu edilmektedir. Gavsü'l-azam (k.s.) erbain çıkarttığı günlerde idi. Bu esnada kalbine iftarda dâhi sudan başka ne yiyecek, ne de içecek bir şey bulunmadığı geldi. Erbainin tamam olduğu gün şöyle bir tecelli meydana geldi ki, ansızın hücrenin tavanı ya­rıldı. 

Bir zat, sağ elinde bir altın tepsi ve altın silsile, sol elinde gümüş, onda da gümüş silsile olduğu halde hücreye dâhil oldu. Sorulara pek cevap vermeden kısaca bunların ulvî âlemden geldiğini beyanla yetindi. Tepsilerde çeşitli nadide meyvalar mevcuttu. Gavsü'l-azam (k.s.) menkıbenin devamını şöyle anlatıyor­lar.

«Meyvaları altın ve gümüş tepsilerde getiren zât henüz uzaklaşmıştı ki, ceddî pakım (Resûlüllah) gönderilen şeyleri iftarda yememi bana hatırlattı. Nitekim iftar vakti göklerden bir melek cennet yiyecekleri dolu mâna sahanları ile indi, bana getirdi. Biz de müritlerimizle bu yemeklerden yiyerek Hakk Teâlâ (c. c.)'ünün yüce ziyafet ve ihsanlarına sonsuz teşek­kürlerde bulunduk...» buyurdular.

(*) Erbain: Kırk gün, kırk gece çilehaneye çekilerek az uyumak, az yemek ve az konuşmak suretiyle devamlı ibadetle, zikirle uğraşmak. Riyâzat, itikâf.


36. Kendisinden İki Yüz Sene Sonra Gelecek Bahaddin Nakşibendi'yi Haber Vermesi Yalanı

 «Bundan ikiyüz sene sonra Horasan ilinden Baheeddin isminde bir şeyh çıkacak. Kendisi gayet âlim ve büyük bir zât olacak!..» Vakta ki aradan bu kadar zaman geçti. Cenâb-ı Gavsü'l-azâm'ın sözleri aynen çıktı. Şeyh Bahâeddin (Nakşibendî) Horasan illerinde zuhura geldi.

Şah Bahâeddîn Nakşibendî anlatıyor:

"Şeyhim Gülâl bana ism-i Celâl, yâni ALLAH ismini telkin etmişti. Ve bu isimle meşgul olmamı isterdi. Ben de bu ismi çeker, tefekkür ederdim. Lâkin isim yalnız dudaklarımda kalır, kalbime bir türlü işlemezdi. İşte bundan dolayı sıkıntı içindeydim. Bu ahvalde kırlarda dolaşırken Hızır Aleyhisselâm benim hacetimi bir anda keşfedip bana:  «Ey Bahâeddin! dedi, sıkılma! Elbet senin de derdinin çaresi bulunur...» Ben ona sual ettim: "Benim derdimin çaresi nasıl bulunabilir?"

O dedi ki: «Yeryüzünde tasarruf sahibi bir büyük velî vardır, İsmi Abdülkâdîr'dir. Türbesi Bağdat şehrindedir. Kim ondan hace dilerse hacetine yetişir.»

Bunun üzerine Seyyid Abdülkâdîr'den istimdat etim. Ve o gece mânada kendimi Gavsü'l-âzâm Sultan Şeyh Abdülkâdîr'in huzurunda buldum. Ve ona derdimi anlattım. Haz ret-i Gavsü'l-âzâm bir kere: «Allah!» dedi ve elini göğsümün üzerine koydu. O anda kalbimdeki sıkıntı gitti ve bana hikmet perdeleri açıldı.

Sabah olup uyandığımda kendimi nur ve sürür içinde buldum. Gözümü göğsüme çevirdiğimde orada bir yazı ile ALLAH jsmini okudum. Ve ismim de Nakşibend oldu.[1]

37. Şeytanların Çöllerde Kuruntuya Düşürdüğü Geylani, Velisi Adına Yalan Söylüyor.

İbn-i Teymiyye, şeytanın insanı aldatması konusunda Abdülkadir Geylânî hakkında anlatılan şu meşhur menkıbeyi örnek ve­rerek, herkesin onun gibi olması gerektiğini tavsiye eder: "Şeytanın aldatmak gayesiyle güzel bir surette görünmesi hâdisesi birçok kişinin başına gelmiştir. Bunlardan bazılarım Allâhu Teâlâ korumuş ve onlar karşılarında güzel surette duranın ha­kikatte şeytan olduğunu bilmişlerdir, işte korunanlardan birisi de meşhur hikâyesinde şöyle diyen Abdülkâdir Geylânî'dir:

"Bir defasında ibadet ederken, büyük bir arş ve üzerinde bir nur gördüm. O nur bana: "Ey Abdülkâdir! Ben senin rabbinim. Başkalarına haram kıldığım her şeyi sana helal kıldım" dedi. 

Ben ona şöyle cevap verdim: "Sen kendisinden başka ilâh olmayan Allah'sın, öyle mi ?!.. Defol, ey Allah'ın düşmanı!"

Bunun ardından o nur parçalandı ve karanlığa dönüşerek bana şunları dedi: "Ey Abdülkâdir! Benden, dinindeki ve ilmindeki fıkhınla, sağlam kavrayışınla ve bir de ahvalde katetmiş olduğun derecen­le kurtuldun. Yoksa ben, yetmiş kişiyi (kesretten kinaye) bu şe­kilde aldattım. Ona o nurun şeytan olduğunu nereden anladığı sorulduğun­da da şöyle der: Bunu onun "başkalarına haram kıldığım her şeyi sana helal kıldım" sözünden anladım. Çünkü biliyoruz ki, şeriat-i Muhammedî (s.a.v.) ne nesh olur, ne de değişir. Bu sebeple şeytan bana: 'Senin rabbinim' dedi. 'Ben, kendisinden başka ilâh olmayan Allah'ım' demeye gücü yetmedi."

38. 521 (M.1127) Halüsülasyon görerek Hayali Varmış gibi Göstermesi

Rivayete gö­re, kendisine Muhyiddin denmesinin sebebi sorulduğunda Ab­dülkâdir Geylânî'nin cevabı şu şekilde olmuştur: "521 (m. 1127) yılında bir cuma günü, rengi bozulmuş, cılız bedenli birisiyle karşılaştım. Bana: "es-Selâmü aleyk, ey Abdülkâdir!" dedi. Selâmına mukabelede bulundum. Sonra: 

"Yaklaş," dedi. Yaklaştım. "Yanıma otur," dedi. Yanına oturdum. Birden, bedeni büyüdü, yüzü güzelleşti ve rengi açılıverdi. Ben bu durumdan korktum. Bana: "Beni tanıyor musun?" dedi. "Hayır," dedim. "Ben dinîm. Ben, senin gördüğün gibi zayıflamıştım. Allâhu Teâla beni seninle canlandırdı. Sen "Muhyiddin"sin," dedi. Abdülkâdir Geylânî bu târihten sonra insanların kendisine bu la­kap ile hitap ettiklerini belirtir.

39. “Akdoğan lakabı Melekut Aleminde Yazılıydı.”

"Ben, ağaçlarda şakıyan bülbül,
Yükseklerde ise Bâz-ı Eşheb'im"

Başka bir rivayete göre, bu lakabı Abdülkâdir Geylânî hakkında ilk kullanan kişi Şam'da Ukayl el-Minbecî (v. ?)olmuştur.  Aliyyü'l-Kari’ye göre ise bu lakab onun melekût âleminde yazılı ismiydi.

Abdülbâkî Gölpınarlı, Mevlâna Celâleddin Rûmî'nin (v. l 672/1273) Mesnevî-yi şerîf’indeki:

"Eşsiz kır doğanda fare kuyu, oldu mu ?!..
Farelerin kusuru olur, hayvanların arlandığı bir hayvan kesilir !."

40. Kapandan Habersiz Halkı Öküz Masalı ile Aldatması

Abdülkâdir Geylânî küçüklüğünden itibaren ilme ve tasavvuf büyüklerine karşı içerisinde derin bir heves ve iştiyak duymaktadır. Zamanın ilim ve kültür merkezlerine gidip, ilmini genişletmek ve mana büyüklerinden feyizlenmek arzusuyla yanıp tutuş­maktadır. Muhtemelen isteğini annesine bildirmiş, fakat annesi yaşının ilerlemiş olması sebebiyle, belki oğlunu bir daha göreme­yeceği endişesiyle -ki, muhtemelen de öyle olmuştur- ona izin vermemiştir. 

Ancak bir gün meydana gelen ilginç bir hâdise genç ilim âşığının bu arzusunu gerçekleştirmesine vesile olur. Abdül­kâdir Geylânî ilim tahsiline sebep olan bu hâdiseyi şöyle anlatır:

"Küçükken, bir arefe günü arazîye çıkmıştım. Çift süren öküzlerin peşine takıldım. Bir öküz bana dönerek şöyle dedi: "Ne bu iş için yaratıldın, ne de bununla emredildin..." Bu­nun üzerine, korkarak, eve döndüm. Evin damına çıktım. Orada 'Arafat'ta vakfeye duran insanları gördüm. Hemen anneme koştum. Ondan, Bağdat'a gidip ilimle iştigal ve sâlihleri ziyaret etmem hususunda izin istedim. Benden bu işin sebebini sordu. Ben de durumu kendisine bildirdim"



<<Önceki                Sonraki>>

Puran Tilmiz, 15.11.2015, Sonsuz Ark, Konuk Yazarlar, Tasavvuf; Bir Düşünce Virüsü



[1] Gayb'ın Dili Abdülkadir Geylani’nin Menkıbeleri… — Muhammed Sadık el Sadi, Kitsan, İst. 1996, Tercüme: Seyyid Hüseyin Fevzi Paşa

Seçkin Deniz Twitter Akışı