22 Kasım 2015 Pazar

SA2075/KY5-PT85: Tasavvuf; Bir Düşünce Virüsü/ Tasavvuf Dünyası'ndan Hezeyan Örnekleri 5

 بسم الله الرحمن الرحيم
Bismillahirrahmanirrahim

“Tasavvuf” İslâm dünyasına hicri II. asırdan itibaren girmeye başlamış bir “düşünce virüsü"dür. 

***


Tasavvuf Dünyası'ndan Hezeyan Örnekleri 5

41. Abdulkadir Geylani'nin Sahrada Kendini Üç Yıl Bekleten Hızır Uydurması

Abdülkâdir Geylânî'nin iki defa Hızır (a.s.) ile karşılaştığı rivâyet edilir. Bunların ilki, Abdülkâdir Geylânî'nin Bağdat'a ilk ge­lişi sırasında gerçekleşmiştir. Yolculuk esnasında Hızır (a.s.) ge­lerek, kendisine muhalefet etmemesi şartıyla Abdülkâdir Geylâ­nî'ye refakat edebileceğini bildirir. Bu anda Abdülkâdir Geylânî, o zâtın Hızır (a.s.) olduğunu bilmemektedir. Ama teklifini kabul eder. 

Bağdat'ın girişine geldiklerinde Hızır (a.s.), Abdülkâdir Geylânî'ye bulunduktan yerde oturmasını ve oradan kendisi izin verinceye kadar ayrılmamasını tenbihler. Abdülkâdir Geylânî bu emre uyarak üç sene Bağdat'ın dışında bekler ve hayâtını sah­rada bulunabilecek yiyeceklerden yiyerek devam ettirir.

Ancak her sene Hızır (a.s.) gelmekte ve ona beklemesini tekrarlamakta­dır. Nihayet üçüncü sene sonunda Hızır (a.s.) yanında yemek ol­duğu halde gelir ve kendisini tanıtır. Beraberce yemeği yerler. Sonra Hızır (a.s.) Abdülkâdir Geylânî'ye artık, Bağdat'a girebileceğini söyler. Bu hayâtı esnasında ise Abdülkâdir Geylânî cinlerle şeytanlarla ve diğer bâzı yaratıklarla karşılaşmış, onlarla mücâdele etmiş ve savaşlara girişmiştir. 

42. Acemi Burcunda Allah’ın Sünnetine Karşı Gelen Bir Budist Yaşantısı

Hızır (a.s) ile Abdülkâdir Geylânî'nin diğer bir karşılaşması, onun nefsiyle sıkı bir muahedeye girdiği inziva yıllarına rastlar. Bu olayı Abdülkâdir Geylânî şöyle anlatır:

"... O yıllarda benim ikametim sebebiyle şu anda Acemi Bur­cu denilen yerde onbir sene kaldım. Bu sırada, birisi yedirinceye kadar yememeyi ve birisi içirinceye kadar içmemeyi Allâhu Teâlâ'ya ahdettim. Kırk gün hiçbir şey yemeden, içmeden durdum.

 Sonra yanıma elinde ekmek ve yemek olan birisi geldi. Onları önüme bırakarak yanımdan ayrıldı. Bu sırada nefsim açlığın şid­detinden dolayı neredeyse, yemeğin ortasına düşecekti. Ben kendi kendime, "Vallahi!.. Rabbim ile yaptığım muahedeyi asla boz­mayacağım" dedim. 

Bunun üzerine içimden "Açım, açım!.." diye bağıran sesler geliyordu. Ama o seslere hiç aldırış etmedim. Bu durumumu öğrenen Ebû Sa'd el-Muharrimî yanıma gelerek, "Bu hâlin nedir, ey Abdülkâdir?" dedi. "Bu nefsin sıkıntısıdır. Ruh ise Mevlâ'sıyla rahattadır", dedim.

Bana "Bâbü'l-Ezc'e gelmemi" söyleyerek yanımdan ayrıldı. Ben yine kendi kendime: "Buradan emirsiz ayrılmayacağım!" de­dim. Bundan sonra yanıma Ebu'l-Abbâs Hızır (a.s.) geldi, "Kalk ve Ebû Sa'd'in yanına git!", dedi.

Ebû Sa'd'e gittiğimde onu kapıda hazır bir şekilde beni bek­liyor buldum. Bana: "İçinde bulunduğun durumdan dolayı, benim "Yanıma gel, beni takip et" demem, sana yetmedi mi de, Hızır'ın emrini bekle­din?" dedi. Sonra beni evine aldı. Evde hazır bir sofra vardı. Bana, do­yuncaya kadar kendi elleriyle yemek yedirdi. Sonra da hırka giy­dirdi. Bu zamandan sonra da ondan hiç ayrılmadım."

Bu menkıbe Abdülkâdir Geylânî'nin şeyhi ile buluşmasını anlatması açısından olduğu kadar, onun nefsiyle mücâhedesinde-ki azmini göstermesi açısından da kayda değerdir.

Burada bu konuyla ilgili bir noktaya daha temas etmek iste­riz: Hızır (a.s.) ile görüşme büyük sûfîlerin ortak özelliklerinden görünmektedir. Nitekim, Yûsuf el-Hemedânî'nin, Abdülhâlık Gucdevânî'nin, Hoca Ahmed Yesevî'nin ve Ahmed er-Rifâî'nin Hızır (a.s.) ile görüştüklerini tasavvuf târihinden biliyoruz.

43. Levh-i Mahfuzu Görme ve Kaderin Rüyada Meydana Gelmesi İftirası

Abdûlkâdir Geylânî Bağdat'a gelmiş, ilim tahsilini tamamla­mış ve tasavvuf yoluna intisap ederek, ahvâl ve makâmât sahibi olmuştur. Artık irşad faaliyetlerine başlamanın, insanların dertle­rine çâreler bulmanın zamanı gelmiştir. Müridlerinden Şeyh Ebu's-Suûd el-Harîmî'den rivayet edilen şu menkıbe onun tasav­vuftaki ilk başarılarına örnektir:

"521/1127'de Ebu'l-Muzaffer el-Hasan b. Necm b. Ahmed et-Tâcir, Şeyh Hammâd ed-Debbâs'a gelerek, "Efendim, yediyüz dinar değerinde yükü olan bir kafile ha­zırladım. Müsâadenizle Şam'a gideceğim, dedi. Hammâd, "Eğer bu sene sefere çıkarsan, öldürülürsün. Malların da elinden alınır", dedi.

El-Hasan, Hammâd'ın yanından kederli bir şekilde ayrıldı. Sonra, o zaman henüz genç (!-51 yaşında) olan Abdülkâdir Geylânî'yi buldu. Şeyh Hammâd'ın kendisine söylediklerini ona an­lattı. Bunun üzerine Abdülkâdir Geylânî, el-Hasan'a, "Seferine çık. Salim olarak gider ve zengin olarak dönersin", dedi.

Bu sözü garanti gibi kabul eden el-Hasan, Şam'a gider. Malla­rını bin dinara satar. Dönüş esnasında Haleb'de iken def-i hacet için tuvalete gider. Parasını tuvaletin bir tarafına bırakır. Sonra da onu orada unutarak dışarı çıkar. Sonra kaldığı yere döner. Üzeri­ne uyku ağırlığı çöker ve uyur. 

Uykusunda bir rüya görür. Rüya­sında bir kafile ile beraber yolculuk yapmaktadır. Kafileyi eşkiyâ basar. Malları yağmalanır, birçok kişi öldürülür. Bu esnada, el-Hasan, eşkıyadan birisinin kendi üzerine doğru geldiğini farkeder. Eşkiyâ iyice yaklaşınca kılıcını çeker ve el-Hasan et-Tâcir'in boynuna indirir. el-Hasan dehşetle uykudan fırlar. Eliyle boynu­nu yoklar. Boynu hâlâ kanlıdır ve yara acısı hissedilmektedir. He­men parasını unuttuğunu hatırlar. Doğruca onu bıraktığı yere gi­der. Parasını oradan alır ve memleketine doğru yolculuğuna de­vam eder. 

Bağdat'a geldiğinde, başından geçen olayları, yaşı bü­yük olduğu için Hammâd ed-Debbâs'a mı, yoksa söyledikleri doğru çıktığı için Abdülkâdir Geylânî'ye mi anlatması gerektiği­ni kendi kendine düşünürken, çarşıda Hammâd'a rastlar. Ham­mâd ona şöyle der: Önce Abdülkâdir Geylânî'ye anlat. Çünkü o sevilen bir kuldur."

Abdülkâdir Geylânî de el-Hasan'a kendisi için Allâhu Teâlâ'ya yüzlerce defa dua ettiğini söyler.
Öyle anlaşılıyor ki, Abdülkâdir Geylânî, Hasan et-Tâcir'e söy­lediği sözün kendisini bağlayıcı olduğunu sonradan farketmiş ve kendisini mahcup çıkarmaması için Rabbi'ne gece gündüz niyaz­
da bulunmuştur.    

 44. Bir Çöl Delisinin Şahsında Yüz Zeki Âlime Yapılan İftira

 Fukahâyı İmtihan Etmesi

Daha önceden Bağdat'ın, zamanın mühim ilim merkezlerin­den birisi olduğunu belirtmiştik. Âlimlerin bir görevi de halk ara­sında şöhret bulan kişilerin ilmî seviyelerini ölçmek, böylece hal­kı, kendilerine zarar verebilecek kişilerden korumaktır, işte bu sebeple Bağdat'ın ileri gelen uleması, bazıları onun ilmî derecesi­ni görmek, bazıları da halli çok zor sorular sorarak, halkın gö­zünde yükselen itibarını düşürmek gayesiyle Abdülkâdir Geylânî'yi imtihan etmeye karar verirler. Ne var ki, kendilerini bir sürpriz beklemektedir.

Abdülkâdir Geylânî'nin müridlerinden Müferrec b. Binhân b. Berekât eş-Şeybânî (v. ?) şahit olduğu hâdiseyi şöyle anlat­maktadır:

"Abdülkâdir Geylânî'nin şöhreti yayılınca, Bağdat'ın ileri ge­len, zeki fakihlerinden yüz kişi, her birisi ayrı ayrı birer mes'ele sormak maksadıyla vaaz meclisine geldiler. Ben de o mecliste idim. Fakihler meclise oturduklarında, Şeyh'in göğsünden sadece Allâhu Teâlâ'nın istediği kullarının görebileceği bir nur çıktı. 

Bu nur, fakihlerin her birisinin göğsüne uğradı. Kendisine nur isabet eden her şahıs acıyla kıvranıp, bağırarak, üstünü başını parçalıyor, kürsüdeki Şeyh'e doğru giderek, başını onun önünde eğiyordu. 

Bu esnada olayın cezbesiyle mecliste bulunanlar öyle bir gürültü çıkardılar ki, ben "Bağdat yıkılıyor" zannettim. Bu durum sona erince, Şeyh bütün fakihleri ayrı ayrı kucaklayarak, onların sorularını ve cevaplarını kendilerine teker teker bildirdi.

Meclis bitince, onların yanma sokulup, sordum: 

"Size ne oldu?"                                   

"Meclise geldiğimizde bütün bildiklerimizi unuttuk. Biz­ler, sanki hiç ilimle uğraşmamış gibi olduk. Tâ ki, Şeyh bizi ku­caklayıp, bağrına -bastı da, şuurumuz yerine geldi, diye cevap verdiler."

Mutasavvıflar ile diğer İslâm âlimleri arasında bu tür olayla­ra târihimizde zaman zaman rastlamaktayız. Burada ilginç olan bir nokta var: Abdülkâdir Geylânî kendisini imtihan ve perişan etmeye, küçük düşürmeye gelenleri azarlamamış, onlara karşı ters bir tavır takınmamıştır. Olayın sonunda da herkesi tek tek kucaklayarak, yolunun kardeşlik ve hoşgörü yolu olduğunu gös­termiştir, işte bize göre, gerek bugün için ve gerekse tarih boyun­ca bu olaydan çıkarılması gereken derslerden birisi de budur Hoşgörü ve anlayış.

45. "Şu Ayağım Her Allah Velisinin Boynu Üzerindedir" Demesi

Abdülkâdir Geylânî, Bağdat'ta ileri gelen elliyi aşkın şeyhin de hazır bulunduğu bir vaaz meclisinde bir ara kalbine teveccüh ederek şu sözleri söyler:

"İşte şu ayağım her Allah velisinin boynu üzerindedir."

Bunun üzerine, orada bulunanlar bu sözleri kendilerine hita­ben söylenmiş bir emir telakki ederek, boyunlarını onun ayağına doğru uzatırlar. Orada bulunmayan diğer sûfîler ise aynı şeyi gı­yabî olarak yaparlar.

Esasen Abdülkâdir Geylânî'nin bu sözleri söyleyeceğini daha  önceden pek çok sûfî haber vermiştir. Dolayısıyla öyle anlaşı­lıyor ki, bu beklenen bir hâdiseydi. Belki de tasavvuf çevrelerinde menfi bir tepkiyle karşılanmamasının bir sebebi bu olsa gerektir.

Bu sözler söylendiği andan itibaren büyük yankılar uyandır­mış, gerek tasavvufun önde gelen şahsiyetleri, gerekse diğer âlim­ler bu söz hakkında fikirlerini beyan etmekten geri durmamışlar­dır. Biz burada, bu sözün söylendiği andaki sûfiye ileri gelenlerinden birkaçının, bu söz ile ilgili görüşünü örnek açısından sunmak istiyoruz: 

Ahmed el-Kebîr er-Rifâî: O, bir gün zaviyesinde otururken, boynunu uzatarak: "Boynum üzerine!..." der. Bunu sebebi sorul­duğunda da: "Şu anda Abdülkâdir Geylânî, "Şu ayağım..." sözünü      söyledi." der.

Abdülkâhir es-Sühreverdî: Abdülkâdir Geylânî bu sözü söy­leyince o anda o mecliste bulunan Abdülkâhir es-Sühreverdî, başını neredeyse yere düşecek şekilde eğerek: "Başım üstüne, başım üstüne, başım üstüne !.." der.  
                                                                
Ebû Medyen Şuayb el-Endülüsî: 

O anda Mağrib'de, müridleri arasında bulunan Ebû Medyen boynunu uzatarak: "Allâh'ım!  Seni ve meleklerim şahit tutarım ki, işittim ve itaat ettim" der.  Bunun sebebini soran etrafındakilere: "Şu anda Abdülkâdir Gey­lânî, Bağdat'ta "Şu ayağım..." sözünü söyledi" der. Bu olaya oradakiler tarih düşürürler. Bir müddet sonra Bağdat'tan misafirler  gelerek olayı ve tarihî aktarırlar, iki tarihî karşılaştırdıklarında  Abdülkâdir Geylânî'nin o sözü onların tesbit ettikleri ile aynı zamanda söylediği anlaşılır.

Ebû Sa'd el-Kaylevî'nin görüşleri bu sözlerin sebebini izah eder mahiyettedir: 

Ona göre Abdülkâdir Geylânî bu sözleri şüp­hesiz ki, emir ile söylemiştir. Bu sözler onun kutbiyetini ilân için söylenmiştir. Kutup yeryüzünde her zaman bulunur. Ancak bazan sükût (susmak) ile emrolunur. Bazen ise kutbiyetlerini ilân ile emrolunur. İlân durumu kutbiyet makamında kemale erenler içindir.

Abdülkâdir Geylânî'nin bu sözü emir ile söylediği kanaatini taşıyan sadece Ebû Sa'd el-Kaylevî değildir. Ahmed er-Rifâî, Adiy b. Müsâfir, Ali b. el-Hiti ve diğer bazı sûfîler bu söz hakkında Ebû Sa'd ile aynı görüşleri paylaşırlar.

Hatta bu hususu rüyasında Rasûlullâh'a (s.a.v.) soranlara da tesadüf ediyoruz. Bunlardan birisi Rasûlullah'ı (s.a.v.) rüyasında çok görmesi ile ün yapmış olan Şeyh Halife b. Musa en-Nehr'dir (v. ?). O, Rasûlullah'ı (s.a.v.) rüyasında görünce, ona Abdülkâ­dir Geylânî'nin bu sözü söylediğini bildirir. O da Şeyh Halife’ye "Şeyh Abdülkâdir doğru söylemiştir. Çünkü o kutuptur. Onu gö­zeten de benim" cevabını verir.

 46. İslam’dan Ayakları Kaymış İki Sapık; Hallâc-ı Mansur Hakkındaki Düşüncesi

Birtakım tasavvufi görüşlerinden dolayı 309/921'de idam edi­len tasavvufun bu renkli siması, bilhassa "Ene'l-Hak" sözüyle İslâm âleminde derin yankılar uyandırmıştır. Tabiatıyla, her sûfîyi yakından ilgilendirmiş, sûfîler de onun hakkında çeşitli görüş­ler beyan etmişlerdir. 

Abdülkâdir Geylânî, onun hakkındaki dü­şüncelerini edebî cümlelerle şöyle ifade eder: 

"Bazı ariflerin akıl kuşu, suret ağacı yuvasından uçtu. Melek­lerin safları yararak gökyüzüne yükseldi. O, sultanın şahinle­rinden bir şahindi. Ama gözleri "insan zayıf yaratılmıştır" ba­ğıyla bağlıydı. Gökyüzünde aradığı avı bulamadı. Tâ ki, kendisi­ne bir av belirdi de "Rabbimi gördüm !." (dedi). Matlubunun "Yüzünü çevirdiğin her tarafı Allah'ın vechi kaplamıştır" söz­leriyle, onun hayranlığı daha da ziyadeleşti. Sonra da yeryüzüne  düşüverdi. O, denizin derinliklerinde, ateşten daha değerli olanı aradı. Akıl gözüyle (eşyaya) baktı. Eserden başka bir şey müşa­hede edemeyince, tefekkür etti ve iki âlemde de mahbubundan başka matlûb bulamadı. Bunun üzerine coştu. Kalbinin sarhoş li­sanıyla "ene'1-Hak" dedi. Beşere yakışmayan bir beste okudu. Varlık bahçesinde sarardı gitti. 

Sırrında ona şöyle seslenildi:

"Ey Hallaç! Sen kuvvetine güvendin. Bugün bütün ariflere niyâbeten de ki: Ey Muhammedi Hakikatin sultanı sensin. Sen, öy­le bir insansın ki, varlık (vücûd) senin marifet kapının eşiğine göre tayin olunmuştur. Ariflerin boyunları senin celalet ateşinde bükülür. Bütün yaratılmış, alnını orada secdeye koyar."

Abdülkâdir Geylânî, onun bu tavrının kendisine ters düşen şeriat tarafından yargılandığını, çünkü tarîkati muhafazanın, şerîatin emirlerini ikame etmekle mümkün olacağını belirterek, Hallâc'a şöyle seslenir: 

"Şimdi, vücud kafesine gir, izzet yolundan ayrıl, varlık zille­tine geri dön." 

Sonunda, şeriat makası gelir ve dava uğrunda fazla uzayan bu kanadı budar. Abdülkâdir Geylânî'ye göre Hallaç tökezlemiş, ayağı kaymış­tı. Çünkü zamanında elinden tutacak, ona manevî yolculuğun tehlikelerini gösterecek birisini bulamamıştı. Onun zamanında yaşasaydı, Hallaç bu hallere düşmezdi. Onun elinden tutar, kurtarırdı.

47. Müslümanı Beyninden Vuran Uydurulmuş Bir Masal

Şattanûfî'nin rivayet ettiği bir menkıbede abdalın (yediler) seçilişini Abdûlkâdir Geylânî'nin müridlerinden Ebu'l-Hasan b. et-Tantaniyye el-Bağdadî şu şekilde anlatır: 

"Babam vefat ettikten sonra Şeyh Abdûlkâdir'in yanında ilim ile iştigal ve Şeyh'e hizmet etmeye başladım. Gecelerimin çoğu­nu Şeyh'in ihtiyacını gözetleyerek uykusuz geçirirdim. 553 (h.) (1158 m) Safer ayının bir gecesinde Şeyh dışarı çıktı. Hemen ona ibrik götürdüm, ib­riği almadan Medresenin (dış) kapısına doğru yöneldi. Kapı kendiliğinden açıldı. Şeyh dışarı çıktı. Ben de onun arkasından gittim. Şeyh'in beni farketmediğini düşünüyordum. Bağdat'ın kapısına yaklaşınca, o da kendiliğinden açılıverdi ve Şeyh dışarı çıktı. Ben de onu takip ettim Biz dışarı çıkınca ka­pı kendiliğinden kapandı. 

Fazla yürümeden, tanımadığım bir şehre girdik. Şeyh ribâta benzeyen bir yere girdi ki, içerisinde altı kişi vardı. Onlar gelip Şeyh ile selamlaştılar. Bu arada ben bir tarafta saklanmış, olup biteni anla­maya çalışıyordum. Bir inilti duyuldu. Çok geçmeden bu inilti kesildi, içeri bir adam girdi ve iniltinin geldiği yere gitti. Omuzlarında birisi olduğu hal­de oradan döndü ve öylece ribattan dışarı çıktı. 

Akabinde iniltinin geldiği yerden başı açık, uzun bıyıklı birisi daha içeri girerek, Şeyh'in önünde oturdu. Şeyh ona kelime-i şehâdeti telkin ettikten sonra, onun saçlarını ve bı­yıklarını kısaltarak, ona takke giydirdi ve Muhammed ismini verdi. Sonra altı kişiye "vefat eden kişinin yerine o şahsın bedel olması hususunda emir aldığını" söyledi. Onlar da "duyduklarını ve itaat ettiklerini" belirttiler. Son­ra Şeyh oradan ayrıldı. Ben de onu takip ettim. Çok geçmeden Bağdat'ın kapısına geldik. Kapı çıkarken olduğu gibi yine kendiliğinden açıldı ve biz içe­ri girince de öylece kapandı. Sonra Medrese'ye geldik ve Şeyh evine girdi.

Sabah olduğunda her zamanki gibi Şeyh'in huzuruna varıp okumaya ça­lıştım. Fakat onun heybetinden okumaya bir türlü muvaffak olamadım. Şeyh bana:

"Oğlum okusana, bir şey yok !... (gece gördüklerinden dolayı kork­mana gerek yok)" dedi.

Ben Şeyh'e yemin vererek, gece olanları bana izah etmesini rica ettim. O da bana durumu şu şekilde açıkladı:

"Gittiğimiz yer Nihâvend idi. Oradaki altı kişi de abdal (abdâlü'n-nücebâ) idi. iniltisini işittiğin kişi onların yedincisi idi. Ama o hastaydı. Yanı­na vardığımızda vefat anı yaklaşmıştı. Onu omuzlarında taşıyan kişi ise Hı­zır (a.s.) idi. Kendisine şehâdet telkin ettiğim şahsa gelince, o Kostantiniyye (İstanbul) ehlinden ve Nasranî idi. Onu vefat eden şahsın yerine geçir­mem hakkında emir almıştım. O da benim elimle müslüman oldu ve abdâlü'n-nübebâ arasındaki yerini aldı.

Şeyh bu olayı bana böylece anlattıktan sonra onu, o hayatta olduğu müddetçe hiç kimseye anlatmamam hususunda benden yemin aldı."[1]

48. “Yüce Rabbimi mana aleminde gördüm ve kendisine sordum “İddiası ve Yalanı (S.17-18)
  
Yüce Rabbimi Mana Alaminde Gördüm Ve Kendisine Sordum: 
" Ey  Rabbim!" dedim, "Aşk'ın mânası?"

Buyurdu ki:

"Aşk, âşıkla mâşuk arasında bir hicaptır."

Rabbim devamla buyurdu:

"Ey Gavs-i  A'zam'  Tevbe etmek istediğin zaman, gü­nah üzüntüsünü iş âleminden; korku ve tehlikeleri gönülden çıkarman  gerekir. Bu takdirde Bana ulaşırsın! Aksi halde alay edenlerden, işi alaya alanlardan olursun.

Ey Gavs-i A'zam! Benim HARİM-I İSMETİME girmek istediğin zaman, artık ne mülk ve melekûte ve ne de ceberûta iltifat etme, çünkü mülk, âlimin şeytanıdır. Melekût, arifin şey­tanıdır. Ceberut vâkıfın şeytanıdır. Bunlardan birine razı olan kimse Benim katımda koğulmuşlardan sayılır.
Ey Gavs-i A'zam! Mücahede, müşahededen bir denizdir. Bu denizin balıkları orada bekleyenlerdir. O halde müşahede denizine girmek isteyen kimsenin. mücahedeyi seçip beğenmesi gerekir. Çünkü mücahede, müşahedenin aynıdır. 

Sonra Rabbim bana buyurdu ki:

"Ey Gavs-i A'zam! İstekliler için mücâhede lâzımdır, Bana olan lüzumları gibi."

"Ey Gavs-i A'zam! Kullarımdan Bana en sevgili  olan, anası - babası ve evlâdı bulunduğu halde kalbi benimle meşgul bulunan kimsedir. O kadar ki, babası ölecek olursa onun için hiç bir üzüntü taşımaz. Evlâdı ölecek olursa, evlâd üzün­tüsü diye bir hali görülmez, işte kulum bu mertebeye yükse­lince artık o benim yanımda babasız ve evlâdsızdır. Öylesinin dengi de bulunmaz.

Ve Rabbim buyurdu:

"Ey Gavs-i A'zam! Benim sevgim sebebiyle baba yokluğunun tadını hissetmiyen kimse, Vahdaniyet ve Ferdâniyet lez­zetini bulamaz."

"Ey Gavs-i A'zam! Bir yerde  Bana bakmak istediğin zaman, içinde Benden başkası bulunmayan bir gönül seç!"

Dedim ki:

"Ya Rab! İlmin ilmi nedir?"

"İlmin ilmi, ilimden yana bilgisizliktir," buyurdu ve sonra devam etti:

"Ey Gavs-i A'zam! Gönlü mücâhedeye   meyleden, kul'a müjde olsun!.. Gönlü şehvetlere meyleden kul'a da yazıklar ol­sun!"

Gavs-i A'zam diyor ki:

Rabbimden Mi'rac hakkında sordum. Buyurdu ki: «Benden başka, her şeyden sıyrılıp yükselmektir. Böyle bir mi'racın ke­mâli yükselme ve huzurda sağa - sola iltifat etmemektir.»

Ve sonra buyurdu Rabbim:

"Ey Gavs-i A'zam! Benim katımda  Mİ'RAC'ı olmayan kimsenin namazı namaz sayılmaz. Namazdan  mahrum olan kimse Benim yanımda mi'racdan da mahrumdur."

49. Rabıta Zikirden Üstündür Yalanı (S.38)

Rabıta ve onun keyfiyeti... Rabıta zikirden üstündür. Zira rabıta, Şeyh'in suretini düşünüp düşünce şeridinden geçirmek­tir. Böyle olunca da rabıta, mürîd için zikirden daha faydalı, daha münasibdir. Çünkü irşad makamında olan Şeyh, Cenâb-ı Hakk'a vasıl olmakta müridi için bir vasıtadır. Mürid şeyhiyle gönül münasebeti kurup arttırdığı nisbette, içkide feyiz kay­nakları artar ve böylece yakın bir zamanda arzusuna erişir.

O halde müride gereken, önce 'Şeyhinde yok olmak', sonra da 'Allah-u Teâlâ'da fena bulmaya' vasıl olma imkânını elde et­mektir.


50.-Abdulkadir Geylani'den Yardım İsteme Zulmü  (S.56) 

RAHMAN VE RAHÎM OLAN ALLAH'IN ADIYLA 

Çok önemli bir konu ile karşılaştığında, seni üzen bu musibetin Allah tarafından def'edilmesini arzu edecek olursan önce, ya yatsı namazından sonra ya da seher vaktinde iki rekât namaz kıl; bu namazın her rek'atinde Fatiha’dan sonra onbir defa İHLÂS suresini oku. Sonra da selam verdikten sonra Allah'a secde götür de arzu ve ihtiyacını iste! Başını kaldırın¬ca Peygamber (A.S.) Efendimize on bir kere  salâvat-i  şerife getir. Sonra da kalkıp IRAK cihetine KIBLE'nin sağ tarafına yönelerek on bir adım atıp yürü.

"Birinci adımda, Ya Şeyh Muhyiddin! Söyle.    
İkinci adımda, Ey Efendimiz Muhyiddîn! 
Üçüncü adımda: Ya Mevlâna Muhyiddîn! 
Dördüncü,.adımda; Ey; hizmete lâyık Muhyiddîn! 
Beşinci adımda: Ey Derviş Muhyiddin! 
Altıncı adımda: Ey Hoca Muhyiddin! 
Yedinci adımda: Ey Sultan Muhyiddîn! 
Sekizinci, adımda: Ey Şah Muhyiddîn!
Onuncu adımda: Ey Kutup Muhyiddîn!
On birinci adımda: Ey Efendiler efendisi (Seyyidler seyyidi Abdulkadir Muhyiddîn!"

Diye çağır. Sonra şöyle söyle:

"Ey Allah'ın kulcuğu, benim imdadıma yetiş. Allah'ın izniyle bana yardımcı ol! Ey insanlar ve cinlerin Şeyhi! Bana imdad eyle, ihtiyacımın yerine gelmesinde bana yardım elini uzat."


<<Önceki                Sonraki>>


Puran Tilmiz, 22.11.2015, Sonsuz Ark, Konuk Yazarlar, Tasavvuf; Bir Düşünce Virüsü



[1] Abdülkadir Geylani Hayatı, Eserleri, Görüşleri - Dilaver Gürer, İnsan Yayınları, Düşünürler Dizisi, İstanbul 1999 (Behıcetü'l-esrar, 70–71.)

Seçkin Deniz Twitter Akışı