24 Temmuz 2015 Cuma

SA1567/TG137: Türk Muamması -The Turkish Enigma-

Sonsuz Ark'ın Notu:
Aşağıdaki analiz Gölge CIA olarak adlandırılan Stratfor'un, Türkiye Merkezli Pentagon-ABD Stratejilerinin anlaşılması adına yayınlanmıştır ve şu an Türkiye'nin yaşadığı iç ve dış terör tehditlerinin kökenlerine dair net değişkenlere sahiptir ve bu değişkenlerin inşâ ve kontrol edeni de ABD'dir. Analiz, Türkiye'nin çok boyutlu ve çok katmanlı stratejilerini çözemediklerini de itiraf eden ve bu anlamda Türkiye'ye yönelik riskleri ve tehditleri de sıralayan özelliği ile de önemlidir. Türkiye, Ortadoğu'da başına sarılan ABD tuzaklarından sonra Karadeniz'de Rusya ile girilecek olan muhtemel bir ABD çıkar savaşında karşısında yine Pentagon merkezli tuzaklar bulacaktır.
Seçkin Deniz, 24.07.2015


The Turkish Enigma

A Net Assesment of the World” [Dünyanın Net Bir Değerlendirmesi] adını taşıyan makalemde Avrupa ve Asya kıtalarında yer alan dört büyük bölgenin krizde olduğunu ifade etmiştim. Bunlar; Avrupa, Rusya, Orta Doğu (Levant’tan İran’a kadar) ve Çin’dir. 

Her bir kriz diğerinden farklı özellik göstermekte ve gelişimin farklı aşamasında bulunmaktaydı. Bütüncül anlamda bu krizler Avrasya kara parçasını, Doğu Yarıküreyi tehdit ediyor ve küresel bir kriz potansiyeli taşıyordu. Tehlike arz etmeleri için bütünleşerek tek biri kriz haline gelmeleri gerekmiyordu. İnsanlığın jeopolitik çekim merkezinde aynı anda gerçekleşen dört kriz, zaten kendi özünde istikrarsızlaştırma özelliği taşımaktaydı. 

Bununla birlikte eğer bu krizler bir araya gelerek etkileşime girecek olurlarsa taşıdıkları risk katlanacaktı. Her bir krizin kendi muhtevası son derece göz korkutucuydu. İç içe geçmiş krizlerin yönetimi, yönetilebilirlik sınırlarını zorlamakta ve hatta bunun da ötesine geçmekteydi.  
   
Bu dört kriz, belli bir noktaya kadar etkileşim halinde bulunmaktaydı. Avrupa Birliği’ndeki kriz, paralel olarak Ukrayna meselesi ile ve Avrupa-Rusya arasındaki ilişki ile etkileşim halindeydi. Orta Doğu’daki kriz ise Avrupa’nın göçmen meselesi ile olduğu kadar Avrupa’nın kendi sınırları içinde yaşayan Müslüman toplumla arasındaki ilişkileri dengeleme noktasında Avrupa ile etkileşim halindeydi. 

Ruslar Suriye’deki olaylara müdahil olmuştu ve göründüğü kadarıyla İran’la yürütülen müzakerelerde önemli bir rol üslenmişti. Bunlara ilaveten Çeçenya ve Dağıstan arasında da potansiyel bir etkileşim söz konusuydu. Ruslar ve Çinliler arasındaki askeri ve ekonomik işbirliği noktasında yürütülen görüşmeler ilerleme kaydetmekteydi. 

Bu etkileşimlerin hiçbirisi bölgesel sınırların parçalanmasına yönelik bir tehdit oluşturmamaktaydı. Gerçekte ise bunların hiçbiri ciddi bir nitelik taşımazken bölge içi krizler de ihtimal dışı değildi. 
       
Bu kriz bölgelerinin merkezinde yer alan ve daha birkaç yıl öncesine kadar komşularıyla sıfır problem politikası oluşturmuş bir ülke vardı. Ancak bugün bu ülke yani Türkiye’nin tüm çevresi ateş altında bulunuyor. Güneye doğru Suriye ve Irak’ta savaş var, Kuzey’de Ukrayna’da çatışmalar yaşanıyor ve Karadeniz’de gittikçe artan bir gerilim var. 

Batı’da Yunanistan (AB ile birlikte) derin bir kriz yaşıyor ve Türkiye ile aralarında tarihi bir husumet bulunuyor. Akdeniz sessiz gibi gözükse de Kıbrıs meselesi tam olarak çözülmüş ve İsrail ile (Türkiye) arasındaki gerilim azalmış olsa da tamamen ortadan kalkmış değil.   

Türkiye nereye dönse problemlerle karşılaşıyor. Önemli bir nokta da Türkiye’nin Avrasya’da temas halinde bulunduğu üç bölgenin varlığı: Avrupa, Orta Doğu ve eski Sovyetler Birliği. 

Geçmişte iki mesele üzerinde durmuştum. İlki Türkiye’nin büyüyen bir bölgesel güç olduğu ve nihayetinde bölgesinde büyük bir güç haline geleceğiydi. İkincisi ise Osmanlı’nın düşüşe geçerek 20. yy’ın ilk çeyreğinde çökmüş olduğu bu bölgenin istikrarının, yabancı güçler tarafından sağlanmış olmasıydı. 

2003 Irak işgali ile başlayan istikrarsızlaşmanın ardından ABD’nin ikincil bir rol üslenme kararı alması, bölgede Türkiye’nin er ya da geç doldurmaya zorlanacağı bir boşluk bırakmıştı. Bu şekilde bölgede güçler arasında dengelerin hüküm sürdüğü bir ortam oluştu; özellikle de Türkiye, İran ve Suudi Arabistan arasında.    

Yakın Tehlike

Ankara’ya yönelik en zorlu ve yakın gelecekteki kriz, Akdeniz’den İran’a ve Türkiye’den Yemen’e uzanan hat boyunca ortaya çıkacaktır. Türkiye için esas problem Suriye ve Irak’ın, içlerinde Sünni, Şii ve Kürt unsurların bulunduğu güçler arasında sürekli bir savaş alanı haline dönüşmesidir.

Kaynayan bir kazana benzeyen bu ortamdaki savaşlarda dört bölgesel gücün rolü vardır: İran, Suudi Arabistan, İsrail ve Türkiye. Mantıksal olarak bu dörtlü arasındaki ilişkilerde yaşanan kargaşa bu ortamı hazırlamıştır. 

Bölgede yer alan bu büyük güçlerden her birinin kendine yönelik farklı stratejik menfaatleri bulunmaktadır. 

İran’ın en büyük amacı, kendi varlığını devam ettirmek ve Tahran’ın Saddam Hüseyin zamanında karşılaştığı durumun bir benzerine neden olacak hırçın bir politika izleyecek Sünni bir devletin Irak’ta ortaya çıkmasına engel olmaktır. İran’ın bu yöndeki stratejisi bölgede yer alan Sünni karşıtı güçleri desteklemektir.   
  
İran bu stratejiye bağlı olarak, Lübnan’da Hizbullah’ı desteklerken- şimdilik- Beşşar Esad tarafından yönetilen Suriye’de Alevi azınlığa arka çıkmakta ve Şiiler ile Iraklı Şii milislerin kontrolü altındaki Irak ordusuna yardım etmektedir. 

Her iki taraf da İslam Devleti’ne (IŞİD) muhalif olduğu ve bu militan grubun baskı altına alınmasında Tahran önemli bir aktör olduğu için ABD şu anda İran’ı kendi menfaatleri ile uyum içerisinde görmektedir. Nükleer silahlar konusunda yakın zamanda gerçekleştirilen anlaşmanın çerçevesini çizen sahadaki bu gerçeklik, İran ve ABD arasındaki ilişkilerde en önemli noktayı oluşturmaktadır. 

Suudi Arabistan İran'ı baş düşmanı olarak görmektedir. Riyad, İslam Devleti'ni (IŞİD) de kendisine tehlike olarak görmekte ancak aynı zamanda İran tarafından domine edilen bir Irak ve Suriye'nin Suud Hanedanlığına karşı bir dış tehdit oluşturacağından da korkmaktadır. 

Ayrıca bu bağlamda Riyad, IŞİD milislerini olduğu kadar İran yanlısı milisleri de baskı altında tutma noktasında İsrail ile ortak bir menfaat algısına sahiptir. Suud, Suriye ve Irak'ta tam olarak her kimi destekliyorsa bir şekilde netamelidir, ancak krallığın taktiksel ve fırsatçı bir oyun oynamaktan başka çaresi de yoktur. 

İsrailliler de Suudiler ile benzer bir pozisyondadır. İran'a muhalif olan İsrail'in asıl meselesi IŞİD’e Ürdün (Şeria) Nehri boyunca kapıyı açacak şekilde Ürdün'deki Haşimilerin ülkenin kontrolünü kaybetmesinin önüne geçmek olmalıdır. 

Ürdün şu anda stabil gözükmekte ve İsrail ile Suud bu durumu aralarındaki işbirliğinin temeli olarak görmektedir. Bu arada, İsrail Suriye'ye yönelik olarak bir bekle ve gör oyunu oynamaktadır. Esad İsrail'e dost olmasa da zayıf bir Esad güçlü bir IŞİD hâkimiyetinden daha iyidir. 

Şu an Suriye’de hüküm süren durum, İsrail’in çıkarlarına uygundur çünkü sivil savaş anlık tehditleri sınırlandırmaktadır. Fakat süren çatışma kontrolden çıkmıştır ve bu noktadaki risk birilerinin savaşı kazanacak olmasıdır. İsrail, Esad’ı desteklemek zorundadır, bu da İranlı milisleri baskı altına almak için Suudi Arabistan gibi Sünni aktörlerle birlikte hareket etse bile belli bir noktaya kadar İsrail ve İran’ı ittifak durumuna getirmektedir. Çok ironik bir durum. 

Bu bağlamda Türkiye Batı’daki geleneksel müttefiklerinin mi, yoksa yeni ortaya çıkan potansiyel müttefiklerin mi yanında duracağına dair açık bir taahhütte bulunmamıştır. Bunun sebebi kısmen –İran dışında- kimsenin taahhütlerinin açık ve kesin olmayışı ve kısmen de Türklerin istemedikleri takdirde bir taahhütte bulunmak zorunda olmamasıdır. 

Türkler Suriye’deki Esad rejimine şiddetle karşı çıkmakta ve bu mantıkla yine Suriye rejimine muhalif olan IŞİD’i destekliyor görünmektedir. Daha önceden de ifade ettiğim gibi bölgede Türklerin IŞİD’e destek verdiğine dair pek çok rivayet bulunmaktadır. (Bu tipik CIA propagandasıdır, Seçkin Deniz)

Türkiye, son haftalarda sınırda aldığı önemli tedbirler aracılığıyla ve (örgüte yönelik) geniş çaplı baskınlar düzenleyerek IŞİD’e karşı çok sert önlemler almış ve ortalıkta dolaşan bu rivayetlere karşılık vermiştir. 

Türkler, şu anki çelişkili ilişkiler nasıl olursa olsun esasen bir Arap platformu olan bu yapıdaki militanların dönüşüm geçirerek Türkiye’ye yönelik bir tehdit haline geleceğinin farkındadır. Bazıları, Türklerin IŞİD’i Suriye’ye müdahaleyi meşrulaştırma aracı olarak gördüklerini söylemektedir. Bu argüman zayıftır, şöyle ki; bu konuda zaten yeteri kadar meşrulaştırma faktörü Türkiye tarafından elinin tersiyle itilmiş ve hatta IŞİD’e karşı takınılan tutum giderek sertleşmiştir. 

Bu durum, ABD’nin resmi anlamda hala en önemli müttefiklerinden biri olan Türkiye arasındaki ilişkilerin karmaşıklığına işaret etmektedir. 2003 senesinde Türkler Amerikan güçlerin Türkiye üzerinden Irak’ı işgal etmesine karşı çıkmıştır. Bu tarihten itibaren iki ülke arasındaki ilişkiler karmaşık ve problemli hale gelmiştir. 

Türkler, Esad’ın indirilmesi noktasında ABD’nin desteğini Suriye’de geniş çaplı bir işbirliğine dönüştürmek istemiş; Washington ise Suriye’de bir İslam Devleti (IŞİD) hükümetinin kurulmasından endişe ettiği ve uzun vadede IŞİD harici savaşçılara da güvenemediği için bu işbirliğini reddetmiştir. Bu yüzden Türkler İncirlik’te yer alan NATO hava üssünün IŞİD’e karşı düzenlenen operasyonlarda kullanımına kısmen izin vermiş olsa da, bu noktada genel bir taahhütte bulunmamış ve Sünni Suudi Arabistan ile kapsamlı bir işbirliğine girmemişlerdir. 
         
Türklerin problemi şudur; riski az olan hamle yoktur. Kâğıt üzerinde büyük bir orduya sahip olan Ankara, 30 yıldır ayaklanmaya sahne olan ülkenin güneydoğusu haricinde herhangi bir savaş denemesine girişmemiştir. Türkiye ayrıca ABD konvansiyonel güçlerinin bölgeyi işgalinin sonuçlarını gözlemleyerek aynı riskleri almaktan kaçınmıştır. Bu noktada ülke içindeki faktörler de etkilidir. 

Türkiye, seküler ve İslamcılar arasındaki ayrışmaya sahne olmaktadır. Seküler kesim, İslamcıların radikal İslam ile gizli bir ittifak halinde bulunduğu şüphesini taşımakta ve bu konudaki pek çok rivayetin kaynağını oluşturmaktadır.    

İktidarda bulunan Sünni ağırlıklı Adalet ve Kalkınma Partisi, Türkçe kısaltması ile AKP, son seçimde ciddi şekilde zayıflamıştır. (Partinin) Gerçekleştirmek istediği tek saldırı-Esad’ı devirecek bir saldırı- sekülerler tarafından bir din savaşı olarak algılanacak ve parti tabanı tarafından da hoş karşılanmayacak bu durum, AKP’nin düşmesine sebep olabilecek çatlakların oluşumuna yol açabilecektir. 

Sünnilere karşı gerçekleştirilecek bir saldırı ise-radikal olsalar bile- Türkiye’nin hali hazırda desteklemekte olduğu Suriye’nin kuzeyinde yer alan muhalif gruplar ile arasındaki ilişkilerde sorunların oluşmasına yol açacaktır. 

Bu durum aynı zamanda sadece yüz yıl önce Türk devletini tanımış komşu bir Arap ülkesindeki Türk karşıtı düşüncelerin yeniden uyanması riskini de taşımaktadır. Türkiye sürekli bir değişim halindedir ve İncirlik’ten Amerikan Predator İHA’larının kalkışına izin veren son anlaşmadan da görüleceği gibi eğer bu anlaşmaya sebep bir kafa karışıklığı değilse bunu yapmaya zorlanmıştır. 

Stratejik bir bakış açısıyla bakıldığında ödülden daha çok risk gözükmektedir. Türkiye’nin pozisyonu İsrail’inkine benzemektedir: Gözle, bekle ve hiçbir şey yapmamayı ümit et. Politik bir bakış açısıyla bakıldığında ise doğrudan müdahaleye veya Amerikan hava operasyonlarına destek noktasında sağlam bir zemin bulunmamaktadır.  

Problem, en kötü senaryo olan Suriye veya Irak’ta bağımsız bir Kürt cumhuriyetinin kurulması noktasında ortaya çıkmaktadır. Bu durum Türkiye’nin güneydoğusunda bulunan Kürtler arasında bir tutuşturma kâğıdı işlevi görerek şu anki anlaşmalardan bağımsız olarak her şeyi altüst etme riskini taşımaktadır. 

Bu, Türkiye’yi zor durumda bırakan noktalardan birisidir. Bununla birlikte Irak ve Suriye’de bulunan Kürtler üzerinde ABD’nin tarihten gelen belli bir etkileyici gücü bulunmaktadır. Washington, IŞİD ile havadan mücadele ederken sahada Kürt Peşmerge milislerine bağımlıyken bu etki abartılı gibi görünse de önemli bir faktördür.   

Eğer olaylar kontrolden çıkacak olursa, Ankara ABD’nin durumu kontrol altına alma beklentisine girebilir. Eğer ABD kontrolü sağlayabilirse ki bunu yapacaktır, bunun Türkiye’ye bedeli bölgede ABD operasyonlarına Türk desteğinin sağlanması olacaktır. Türkler ya bu bedeli ödeyecek ya da müdahale riskini göze alacaklardır. Bu durum, Ankara’nın da dâhil olacağı bir manivela fonksiyonu görecektir.  

İlave Sorunlar

Türkler Orta Doğu’ya nazaran Rusya krizine çok daha az karışmış olsa da zamanla bu krize daha fazla müdahil olma potansiyeline sahiptir. Bu aşamada üç boyut söz konusudur: İlki, Karadeniz ve Türkiye’nin buradaki rolüdür. İkincisi, Boğazlar ve üçüncüsü de Rusya’nın Ukrayna’ya askeri müdahalesindeki ilerlemeye bağlı olarak ABD’ye İncirlik hava üssünün kulanım izninin verilip verilmeyeceğidir.    

Ukrayna’daki kriz nedeniyle mecburen Karadeniz de işin içine girmektedir. Kırım’da yer alan Sivastopol, Rusya’nın Karadeniz’deki üssüdür. Karadeniz, bu potansiyel çatışmada operasyonlara sahne olacak hayati öneme sahip bir yer haline gelmektedir. Öncelikle, Rusya’nın batıya doğru yapacağı herhangi bir harekette Karadeniz sağ kanadı oluşturacaktır.

İkincisi, Karadeniz Ruslar tarafından kullanılan hayati öneme sahip ticari bir koridordur ve bu koridorun düşmanlar tarafından kapatılmasına yönelik herhangi bir teşebbüs, Rus deniz güçlerini karşısında bulacaktır. 

Son olarak Ukrayna krizine yönelik ABD/NATO stratejisi Romanya ile işbirliğini artıracaktır. Romanya Karadeniz’de yer almaktadır ve ABD Karadeniz’deki imkânlarını artırmak için Bükreş ile çalışmak istediğini belirtmiştir. Bu nedenlerle Karadeniz’deki olaylar belli şartlar altında hızla tırmanma eğilimi göstermekte ve Ankara’nın da göz ardı edemeyeceği şekilde Türk menfaatlerine karşı bir tehdit oluşturmaktadır.    

Karadeniz sorununun ciddiyeti, Çanakkale Boğazı ile birlikte Karadeniz’i Akdeniz’e bağlayan ve dar bir geçit olan Boğaziçi ile beraber düşünüldüğünde daha da artmaktadır. Boğaziçi Karadeniz’i Akdeniz’e bağlayan tek geçittir. Burası Ruslar için kritik bir ticaret yolu ve Rus gemilerinin Akdeniz’e geçişi için tek seçenektir. Bir çatışma halinde ABD ve NATO deniz kuvvetlerini operasyonları desteklemek için Karadeniz’e gönderecektir. 

1936 senesinde imzalanmış olan Montrö Anlaşması gereğince Boğaziçi Türkiye’nin kontrolü altında bulunmaktadır. Bununla beraber anlaşma Boğaziçi’nden akan trafiğe yönelik kesin kısıtlamalar getirmektedir. Ticari amaçla gerçekleşecek tüm trafik için erişim tamamen garanti altında iken Ankara’nın Türkiye ile savaş halinde bulunan ülkelere transit geçişleri engelleme yetkisi vardır.   

Karadeniz’e kıyısı bulan tüm ülkelerin burada askeri faaliyet yapma hakkı bulunmaktadır. Karadeniz’e kıyısı bulunmayan ülkeler ise bu konuda çeşitli kısıtlamalarla karşı karşıyadır. Bir kerede dokuz adetten fazla olmamak ve toplamda 30.000 tonajı geçmemek şartıyla sadece 15.000 tondan daha küçük savaş gemileri Karadeniz’e gönderilebilir. Karadeniz’de kalma süreleri ise 21 gün veya daha az olmalıdır.    

Bu kısıtlamalar ABD güçlerinin Karadeniz’e geçişini zorlaştırmaktadır -taşıyıcı savaş grupları, Amerikan deniz kuvvetlerinin önemli bileşenlerinin geçişi bu yüzden gerçekleştirilememektedir. 

Uluslararası kanunlara göre anlaşmanın garantörü durumunda olan Türkiye, uzun zamandan beri anlaşma hükümlerinden muaf olarak Boğazlar üzerinde tam hâkimiyet sahibi olma arzusunu dile getirmektedir. 

Diğer yandan savaş gemilerinin geçişinin Türkiye’nin sorumluluğu altında olmayıp bu kısıtlamaların uluslararası kanunlara dayanıyor olması onu rahatlatmaktadır. Bununla birlikte Rusya ile bir çatışma halinde Türkiye’nin NATO’nun bir üyesi olduğu görmezden gelinemez. 

Eğer NATO bu tür bir çatışmaya resmen müdahil olacak olursa Ankara ya Montrö anlaşmasına uymayı seçecek ya da müttefik olmaktan kaynaklanan yükümlülükleri bu seçeneğin önüne geçecektir. Aynı durum İncirlik’ten gerçekleştirilecek hava operasyonları için de geçerlidir. 

Türkiye’nin NATO ve ABD ile ilişkileri öncelikli mi olacak ya da Ankara Karadeniz’deki çatışmayı kontrol altına almak için anlaşma hükümlerine bağlı mı kalacak? 

Türkiye’nin Rusya ile çatışmaya girmesinden önce bile potansiyel anlamda ciddi bir diplomatik kriz yaşanacaktır.   

Konuyu daha da karmaşık hale getiren şey; Türkiye’nin Karadeniz yoluyla Rusya’dan ciddi miktarda petrol ve doğalgaz alıyor olmasıdır. Enerji ilişkilerinde değişimler yaşanmaktadır. 

Satış yapanın öncelikli olarak satışa bağımlı olduğu şartların yanı sıra alıcının bağımlı olduğu şartlar da bulunmaktadır. Buradaki durum manevra sahasına bağlıdır. Petrol fiyatları 100 $’ın üzerindeyken Rusya’nın enerji ihracatını finansal anlamda durdurma opsiyonu bulunmaktaydı. Şu anki fiyatlandırma koşulları altında Rusya’nın böyle bir şeyi yapma imkânı ciddi anlamda azalmıştır.

Ukrayna krizi sırasında Avrupa’ya yönelik enerji kesintileri kısıtlamalara yönelik rasyonel bir cevap niteliği taşımaktaydı. Ruslar maliyeti karşılayamayacakları için bunu yapmadılar. Rusya’dan gelen enerji akışında yaşanacak kesinti konusunda daha önce yaşanan obsesyonlar artık mevcut değil ve önemli bir müşteri olan Türkiye’nin en azından diplomatik anlamda bu konuda yaşamış olduğu zafiyet azalmış durumdadır.  
       
Rusya’nın batıya doğru ilerlemesi ihtimaline karşı ABD, Baltık ülkeleri, Polanya ve Romanya’yı kapsayan bir ittifak sistemi inşa etmektedir. Bu ittifak yapısı içinde Türkiye, güneyde mantıksal tespit noktası konumundadır. 

Karadeniz’de Romenler ve Amerikalılar ile çalışmalar yapan Türkler, duruma görünenden daha fazla müdahildir. Fakat Orta Doğu’da olduğu gibi bu ittifak konusunda da bir taahhütte bulunmaktan hassasiyetle kaçınan Ankara, Karadeniz Stratejisi’ne dair belirsiz duruşunu korumaktadır. Orta Doğu daha muammalı bir mesele olsa da Rusya konusu potansiyel anlamda daha tehlikelidir, buna rağmen Türkler her iki meselede de muğlak hareket etmektedir.    
   
Diğer yandan Türkiye, uzun süreden beri Avrupa Birliği üyeliğini istese de Ankara’nın son 10 yıllık ekonomik performansı üye olmamanın avantajından yararlanmış olduğunu göstermektedir. Bununla birlikte özellikle seküler kesim, Avrupa Birliği’ne katılımın Türk toplumunun seküler kimliğini garanti altına alacağını düşündükleri için üyelik konusunda son derece ısrarlıdır. 

AKP’nin bu konuda ne düşündüğü ise belirsizdir. Parti, üyelik talep etmeye devam ederken dışarıda kalmaktan da bir hayli memnun gözükmekte ve ne sekülerler tarafından istenen AB kısıtlamalarını ne de Avrupa’da yaşanan ekonomik krize dâhil olmayı arzu etmemektedir. 

Hal böyleyken Türkiye iki yöne doğru çekilmektedir. İlki, Türkiye’nin ironik bir şekilde sabık düşmanı Yunanistan üzerinde yoğunlaşmış krizlerden etkilenen Avrupa ile kaçınılamaz ekonomik bağlarının bulunmasıdır. Bundan daha önemlisi şu anda Avrupa’daki göçmen ve İslami terörizm krizlerinin varlığıdır. 

Örneğin, Almanya’da yaşayan Müslümanların büyük bölümünü Türkler oluşturmakta ve denizaşırı ülkelerde yaşayan Türklere yönelik muameleler, Türkiye içinde önemli bir politik mesele olarak görülmektedir. Ankara, Avrupa’nın bir parçası olmak isterken ne ekonomik gerçeklik ne de Avrupa’da yaşayan Türklere ve Müslümanlara yönelik muameleler bu konuda olumlu bir izlenim oluşturmaktadır. 

Ekonomik problemlere ortak olmaktan kaçınma noktasında (Türkiye ve AB arasında) giderek büyüyen bir çatlak oluşmuştur. Bununla birlikte güneydoğu Avrupa’da Türk yatırımları ve ticareti üzerine süren tartışmalar basmakalıp sözlerden ibarettir. 

Perspektif içine dâhil edildiğinde, uzun vadeli bir ekonomik güç olan ve kısa vadedeki problemlerin farkında olan Türkiye, Avrupa parçalanırken güneydoğu Avrupa’yı kendi ekonomik ağırlık merkezine doğru çekmektedir. Bu şekilde bir anlamda güneydoğuda yer alan daha fakir ülkelere ekonomik anlamda alternatif olarak yardım eden başka bir parçalanma gücü haline gelmektedir. 
              
Türkiye’nin Orta Doğu ile potansiyel etkileşimi birincil meseledir. Rusya ile Türkiye arasında orta vadede gerçekleşecek etkileşim daha sonraki mesele ve Avrupa ile Türkiye arasındaki ilişkiler ise en uzun vadeli konulardır. 

Türkiye ve ABD arasındaki ilişkiler ise tüm bunlarla kesişen yegâne faktördür. Tüm bu meselelere yönelik Türkiye’nin belirli bir cevabı bulunmamaktadır. Tüm bu sorunlara dâhil olmaktan kaçınmaya ve maksimum opsiyonu elinde tutmaya yönelik bir strateji izlemektedir. 

Ankara, resmi anlamda bazı güçlerle ittifak halinde bulunduğu ve gizlice bu müttefiklerine düşman diğer güçlerle ilişkilere açık kapı bıraktığı çok katmanlı bir stratejiye bel bağlamaktadır. Bu çok renkli doktrin, erken bir müdahaleyi engellemek için dizayn edilmiştir; burada erkenden kasıt, mevcut risklere göre kendi konumunu tanımlamayı sağlayacak stratejik bir olgunluk seviyesi ve kapasitesinin daha elde edilmemiş bir aşamasında bulunulmasıdır.   
   
Bir anlamda Türk politikası ve Amerikan politikası birbirine paraleldir. Üç bölgenin tümüne yönelik Amerikan politikaları, Washington’un titizlikle ve sınırlı bir güçle duruma müdahil olacağı şekilde, bölgesel güç dengesinin muhafazasına imkân verecek biçimde dizayn edilmiştir. 

Türkler, prensipte Amerika ile paralel hareket etmekte ve hatta daha az riske maruz kalmaktadır. 

Türklerin problemi, coğrafyanın onlara üç bölge için de eksen rolünü oynama rolü vermiş olmasıdır. Bu rol, ABD için zorunlu değildir. Tutarlı kararlar alamayan Türkler bunu yapmak zorundadır. Çünkü Ankara’nın sürekli muğlak ve muamma niteliğini taşıyan stratejisi ancak dış güçler onu işlemesi imkânsız hale getirinceye kadar işe yarayacaktır.      

George Friedman- 21Temmuz 2015



Tamer Güner, 24.07.2015, Sonsuz Ark, Çevirmen Yazar, Çeviri, 



Makalenin Orijinali:
https://www.stratfor.com/weekly/turkish-enigma?utm_source=freelist-f&utm_medium=email&utm_term=Gweekly&utm_campaign=20150721&utm_content=readmoretext&mc_cid=9245188851&mc_eid=99403698a0

Seçkin Deniz Twitter Akışı