9 Mart 2015 Pazartesi

SA1206/KY5-PT50: Tasavvuf; Bir Düşünce Virüsü/ B-Amelî Tasavvuf- Züht Meselesi

 بسم الله الرحمن الرحيم
Bismillahirrahmanirrahim

“Tasavvuf” İslâm dünyasına hicri II. asırdan itibaren girmeye başlamış bir “düşünce virüsü"dür. 

***

B-Amelî Tasavvuf 

Tasavvufun iki türlü olduğunu söylüyorlar. Birincisi, Nazarî veya İştirakî Tasavvuf. Bunun amacı zevklerle Allah'ı bilmek ve rububiyetinin sırlarını mevcutlarla kavramaktır. Bunun neticesi de tasavvufçuların yaratan ile yaratılan arasında tam birliğin (vahdetin) olduğuna inanması olmuştur. Tasavvufun diğer türü de Amelî (pratik) olanıdır. Bu da riyazet ve mücahedata dayanır. Yani zikir, ibadet, züht, çile gibi şeylere dayanır. İkisi arasında ayırım yapmak veya ikisini birbirinden ayırt etmek, pislik ile pisliğin kokusunu birbirinden ayırt etmek gibi bir şeydir. Çünkü tasavvufun nazarîsi amelî olanın ürünüdür. Zira teori pratiğin ürünüdür. İşrakilerin, yani nazari tasavvufçuların dinini belirtmeye çalıştık. Şimdi de ameli tasavvufçuların dinine bir bakalım.

 Züht Meselesi

Kuruntular tasavvufçuların birer zahit, ruhani ve mukaddes birer ruhani kişi olduğunu iddia etmiş, ruhlarıyla melei alaya yükseldiklerini iftira etmişlerdir. Bu iftiralar karşısında şunu sormak istiyoruz: 

İslâm'da nefsin kemaline erişeceği, parlak saadeti elde edeceği, ruhun aydınlanacağı, gerçek iman semalarında kanatlanacağı ve berrak nura bürüneceği şeyler yok mudur? 

Düşüncenin olgunlaşıp yüce Allah'ı şeksiz şüphesiz idrak edeceği, kalbin arınıp hayır, rahmet ve sevgiler saçacağı şeyler yok mudur? 

İnsanın arınması, tezkiyesi ve yücelmesi konusunda İslâm'ın yetersiz veya ciddiyetten yoksun olduğu mu sanılıyor ki insanlar onun hidayetinden kaçıp tasavvufun kucağına atılıyorlar? 

Şüphesiz tevhidin ihlâsında, imanın berraklığında ve Allah'ın verdiği nimetlerden yapılan ihsanın güzelliğinde ruhları okşayan gölgeler, kökleri derinliklere uzanan yeşillikler ve hayat sahrasında kaynayan coşkun pınarlar bulunmaktadır. 

Bütün bunlar insanı saran hayatın hayır, selamet ve berraklık olmasını, ruhi nimet buketleri ve eşsiz saadet bahçeleri kılan şeylerdir. Görürcesine Allah'a ibadet etmek, kötülüğün her türlü dürtü ve tahriklerinden sıyrılmak, nefsin tezkiyesi ve ruhun berraklaşması değil midir? 

Bütün bunlar düşüncenin sapmasından, duyguların saplantılara kapılmasından ve hayatın neşesiyle şuurun mest olmasından insanı koruyan ve hayvanca bir hayat sürmekten alıkoyan şeyler değil midir? 

Yüce Allah'ı alabildiğine anmak, sürekli onun gözetimi altında yaşamak, nimetlerine şükretmek ve şerî sınırlar içinde o nimetlerden yararlanmak, hakkını vermek, Allah için cihad etmek, iyiliği emretmek ve kötülüğü yasaklamak, dünyaya sonsuz yaşayacakmış gibi bel bağlamamak, en büyük amacı ve hedefi dünyalık sahibi olmamak veya dünyayı tanrılaştırmamak, emredilen türlü ibadet şekilleriyle sürekli Allah'la muhatap olmak, kısaca Allah'ın belirlediği sınırlar ve ölçüler içinde bir ömür sürmek insanın ruhunu yücelten, nefsini tezkiye eden ve her türlü olgunluğa kavuşturan şeyler değil midir? 

Bütün bunlar Allah yolunda insanı sürekli cihada ve mücahedeye, sadece Allah'ın hoşnutluğunun gözetildiği salih amel işlemeye, insanlık için umumi iyiliği gerçekleştirmeye, tasavvufçuların iddia ettiği gibi ittihad veya karışma yahut katılma şeklinde değil, sadece ve sadece Allah'ı tesbih ve takdis etmeye sevkeden unsurlar ve öğretiler değil midir? 

Nefis tezkiyesi veya ruhun saflaşmasına götüren İslâm'ın öğretileri yahut uygulamalarından bazılarıdır bunlar. Acaba tasavvufçularda bunu sağlayacak ne vardır? 

Şimdiye kadar anlattıklarımız herhalde onlar adına cevap vermeğe yeterlidir! Hemen belirtelim ki -miskin ve yetimin lokmasını elinden almak istediği zaman- tasavvufçuların iddia ettikleri anlamda bir zühdün İslâm şeriatında hiçbir yeri yoktur. 

Onların savundukları veya yaşadıklarını iddia ettikleri bir züht ne İslâm'ın öğretilerinden ne de uygulamalarındandır. Dini bir karakter vermek ve İslâm'dan göstermek için ne kadar boya vururlarsa vursunlar, böyle bir züht anlayışının İslâm'la hiçbir ilişkisi yoktur. 

Kur'ân-ı Kerîm dili olan Arapçada züht bir şeyin değerini küçümsemek ve hor görmek demektir. Züht kelimesi Kur'ân'da bu anlamda geçmektedir. Nitekim bütün türevleriyle züht kelimesi Kur'ân'da sadece bir defa geçmektedir. 

Hz. Yusuf'u başkalarına satan kervan sahipleri olayını anlatırken Kur'ân-ı Kerim bu kelimeyi kullanmakta ve şöyle buyurmaktadır: "(Kafile Mısır'a vardığında)  onu değersiz bir pahaya, sayılı birkaç dirheme sattılar, onlar zaten ona karşı isteksizdiler."  Değersiz, birkaç dirhem, sayılı, kelimelerini düşünün. Sonra isteksiz kelimesinin gelişini düşünün. Bütün bunlar düşünüldüğünde züht kelimesinin anlamı daha iyi anlaşılmaktadır. 

Bu anlamıyla züht Allah ve Resulü’nün sevmediği, Allah'a ve ahiret gününe iman eden her müminin ondan beri olacağı bir şey olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü zühdün anlamı, Allah'ın nimetlerini hor görmek, küçümsemek ve hakkını vermemektir.

Tasavvufçuların iddiasını yaptığı züht gerçekte bireyi ve İslâm cemaatinin gücünü mahvetmekten başka bir şey değildir. Çünkü ferde ve toplumun iyiliği yolunda gayret ve çaba göstermekten kişileri alıkoymak, himmetleri bu amaçtan uzaklaştırmaktır. 

Geçmişte olduğu gibi çağımızda da emperyalizm İslâm âleminde bu hurafeyi yaymaya çalışmakta ve insanları ona inanmaya sevk etmektedir. Çünkü bunu sağladığı takdirde Müslüman fertler güçsüz, zelil olarak yaşayacak, emperyalistlerin lütfettikleri sofra artıklarına razı olacak, onların ellerine bakacak ve ellerinden zilletle meskeneti yudumlayacaklardır. 

Bu gerçekleştiği takdirde Müslümanlar bir deri bir kemik olarak ceset yığınları halinde düşmanın kapı kulları olmaktan başka ellerinden bir şey gelmeyecektir. 

Maalesef İslâm âlemi tarihinin birçok dönemlerinde emperyalizmin bu tasavvufi hurafesini gerçekleştirmiş ve kuvvet, şeref ve izzet zirvesinden, hürriyet ve hâkimiyet zirvesinden kölelik ve alçaklık derecesine düşmüştür. 

Haçlı seferlerinin İslâm âlemini kasıp kavurduğu, Moğol sürülerinin İslâm âlemini ayaklar altında ezdiği ve son iki asırda Batı dünyasının İslâm âlemini boyunduruğu altına aldığı dönemlerde Müslümanların hayatında tasavvufun ahtapot gibi kök saldığı, hurafeleriyle insanları uyuşturduğu, züht ve inziva safsatalarıyla insanları hayat meydanlarından uzaklaştırdığı görülmektedir. 

Haçlı saldırıları ve Moğol istilaları meydana geldiği dönemlerde İslâm düşüncesini vahdeti vücut, hulul ve ittihat, agnostizm ve işrak felsefelerinin bastırdığı, bunlara karşı çıkan âlimlerin zindanlarda çürüdüğü yahut kılıçlar altında can verdiği bilinmektedir. 

Son iki asırda da batı emperyalizmi İslâm âlemini boyunduruğu altına alırken İslâm topraklarının hemen her köşesinde tarikatların yaban otları gibi bittiği, Müslümanların başındaki yöneticilerin bu tarikatlarda günah çıkarmaya çalıştığı, cihad görevi terk edilerek insanların askerlik yapmamak ve savaşa katılmamak için tekkelere dolduğu bilinen bir gerçektir. 

Bu durumu fark edip eleştiren aydınların bir nevi aforoz edildiği ve toplumun gözünde emperyalistlerden daha korkunç gösterildiği herkesin malumudur. Tarikat ve tekkelerin sahip olduğu imkânlar ve insanlar üzerinde kurdukları hegemonyalarla yöneticileri kıskaçları içine aldığı ve muhalifleri bertaraf ettiğini tarihi okuyan herkes bilir. 

Durum böyle iken, söyler misiniz, her Müslüman tasavvuf zühdünü kendine din edinirse Müslümanların hali nice olur? Azgın ve zalim her saldırgana, her tağuta Müslümanlar kolay yutulan bir lokma ve rahat ezilen bir sürü mü olurlar, yoksa izzet ve şerefin zirvesine mi çıkarlar? Zelil ve perişan oldukları, bugüne kadar emperyalist ve tağutlara yem oldukları açık bir gerçek! 

Emperyalizmin ve onların güdümünde azgınların en büyük hedefi ve tatlı rüyaları bu değil mi?

İslâm'da bir kavram vardır. Yüce Allah'ın kullarına nimetini tamamladığı ve dini ikmal ettiği İslâm'da "takva" terimi bulunmaktadır. Müslümanlar buna sarılırsa kalpleri ve yaşayışlarıyla sadece Allah'a boyun eğen birer kul olacakları gibi, fedakârlık, sevgi ve mertlik duygularıyla ruhen diğer Müslüman kardeşlerinin de yanında olacaklardır. 

"Takva"! Ne yüce bir kavram! Allah'tan korkmak, kutsal bir itaatle ona itaat etmek, Resulüne uymak! 

Senin olmayan bir şeyi gasp etmemek, nefsini tezkiye edecek işler yapmak, hem kendinin hem de başkaların mutluluğu için çalışmak, hem senin hem de başkaların hayatını gözeterek davranışlarda bulunmak! Kısaca İslâm'a samimi bir imanla inanmak ve samimi bir kalple amel etmek! 

"O halde siz gerçek müminler iseniz Allah'tan korkun, aranızı düzeltin, Allah'a ve Resulüne itaat edin." (Enfal Suresi 1)

Bu kavramın önemi ve büyüklüğü sebebiyledir ki yüce Allah ona şu büyük karşılığı vermiştir: 

"Kim Allah'tan korkarsa, Allah ona bir çıkış yolu ihsan eder ve ona beklemediği yerden rızk verir. Kim Allah'a güvenirse, O kendisine yeter. Şüphesiz Allah emrini yerine getirendir. Allah her şey için bir ölçü koymuştur... Kim Allah'tan korkarsa, Allah ona işinde bir kolaylık verir... Kim Allah'tan korkarsa Allah onun kötülüklerini örter ve onun mükâfatını büyütür."  (Talak Suresi 2-3)

"Ey Âdemoğulları! Size kendi içinizden ayetlerimi anlatacak peygamberler gelir de kim (onlara karşı gelmekten) sakınır ve kendisini ıslah ederse, onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir." (Araf Suresi 35)

"O ülkelerin insanları inansalar ve takva sahibi olsalardı, elbette onların üstüne gökten ve yerden nice bereket (ve bolluk kapılarını) açardık.."  (Araf Suresi 96)

"Her kim sözünü yerine getirir ve muttaki olursa, bilsin ki Allah muttaki olanları sever."  (Âl-i İmran Suresi 76)

"Çünkü Allah muttaki olanlar ve güzel amel işleyenlerle beraberdir." (maide 93)

Şimdi soruyoruz, acaba neden takva'dan yüz çevirdiniz ve Manihaizm'in mirası olan zühdü seçtiniz? Şaşkın insanlığın hidayeti için sanki yegâne yol imiş gibi neden zühde bu kadar sarıldınız? Yoksa Kur'ân'da zühdün adını veya mükâfatını mı gördünüz?

Tasavvuf Zühdünün Kaynağı

Allah'ın nimetlerini hor gören ve İslâm cemaatinin bütün dayanaklarını yıkmak için çalışan züht meselesini tasavvufçuların nereden aldıklarını biliyor musunuz? 

Tasavvufçular zühd bidatini, hayır ve şer tanrısına inanan, ahlak değerlerinde bu iki zıddın en büyük tanrısına karıştığını söyleyen ve iki tabiatlı olan bu tanrı "Mani"nin zatını ayakta tutan bu şerden ancak âlemin fena bulmasıyla kurtulabileceğini kabul eden, onun için hızla yokluğa karışmak maksadıyla zühdü ve evlenmemeyi tavsiye eden Mecusi Mani dininden almışlardır. Evet, tasavvufçular zühdü Mani dininin yalancı peygamberi Mani'nin dininden almışlardır. 


<<Önceki                Sonraki>>

Puran Tilmiz, 09.03.2015, Sonsuz Ark, Konuk Yazarlar, Tasavvuf; Bir Düşünce Virüsü

Seçkin Deniz Twitter Akışı