19 Aralık 2014 Cuma

SA1048/KY5-PT37: Tasavvuf; Bir Düşünce Virüsü/ A-Nazarî Tasavvuf-Tasavvufun Tanrıları 4 (Ya Gazali Ne Âlemdedir?)

 بسم الله الرحمن الرحيم
Bismillahirrahmanirrahim

“Tasavvuf” İslâm dünyasına hicri II. asırdan itibaren girmeye başlamış bir “düşünce virüsü"dür. 

***

4- Ya Gazali Ne Âlemdedir?

 Tasavvufçuların, Müslümanların kalbinde kalmış nur parıltılarını da söndürmek için tarihte en büyük lakap olarak "Hüccetü'l-İslâm" lakabını verdikleri Gazali gibi bir insanın bu gibilerle bir arada anılması belki tuhafınıza gidecektir. Ama ne yazık ki onlarla aynı akıntıda kürek çektiği realitesini de göz ardı etmek mümkün değildir. Belki de Hüccetü'l-İslâm yerine Hüccetü't-Tasavvuf demek daha uygun düşen Gazali'nin sözlerine bakalım.

Tevhit ve mertebelerinden söz ederken İhya-i Ulûmiddin'de şöyle diyor:

"Tevhidin dört mertebesi vardır....... İkincisi, lafzın manasını kalbinin tasdik etmesi, umum Müslümanların tasdik ettiği gibi. Bu da avamın itikadıdır. Üçüncüsü, bunu hakkın nuru vasıtasıyla keşf yolu ile müşahede etmesidir. Bu da mukarreb olanların makamıdır. Bu da birçok şeyler görmesi, ama hepsinin bir ve kahhar olandan sadır olduğunu görmesidir.  Dördüncüsü, âlemde sadece bir varlığı görmesidir. Bu da sıddıkların müşahedesidir. Tasavvufçular buna "tevhidde fena" adını verir. Çünkü bir varlıktan başkasını görmediğinden kendini görmemektedir. Tevhitle kuşatıldığı için kendini göremediğinden tevhidinde kendi (nefsi)nden de fani olur. Yani kendini ve halkı (âlemi) görmeme fenalığına ulaşır (artık kendini ve âlemi görmez)".

Daha sonra Gazali her mertebede muvahhitlerin makamlarını anlatarak dördüncü mertebe sahibinin tevhit durumunu şöyle açıklamaktadır:

"Dördüncüsü, muvahhiddir. Yani şuhudunda birden başkasını bulundurmaz. Çok olması açısından küllü "bütünü" görmez, sadece bir olması açısından görür. İşte tevhidde en yüksek nokta budur. Gök, yer, müşahede edilen diğer cisimler gibi varlıklar çok oldukları halde nasıl oluyor da sadece biri görür? Diyeceksiniz. Çok varlıklar nasıl bir olur? Bilin ki bu mükaşafe ilimlerinin son noktasıdır ve bu ilimlerin sırlarının, kitaplarda yazılması caiz değildir. Nitekim arif olanlar "Rububiyetin sırlarını ifşa etmek küfürdür" demişlerdir."

Sonra vahdette kesretin müşahedesine dair misal vererek şöyle demektedir:

"Ruhu, cesedi, organları kasları, kemikleri ve iç organları itibariyle insan çok (çokluk) iken, başka açıdan ve başka müşahede ile o tektir. Aynı şekilde hâlik ve mahlûk olarak âlemde ne varsa, hepsinin çok itibarları ve farklı müşahedeleri vardır. İtibarlardan birine göre tek (bir)dir, başka itibarlara göre ise çoktur. İnsan misalinde olduğu gibi. Gerçi ikisi tıpatıp değildir. Ancak genelde, müşahede itibariyle çokluğun nasıl tek hükmünde olacağını gösterir. Ulaşamadığın bir makamı inkâr etmeyi bırakıp tam tasdik ile iman etmen gerektiği bu sözlerimizle anlaşılmıştır. el-Hüseyin İbni Mansur el-Hallâc buna işaret etmiştir. Havvas'ın Tevrat'ı karıştırdığını görünce, sormuş: Ne yapıyorsun? Tevrat'ı karıştırıyorum, tevekkülde durumumu düzeltmek istiyorum, demiş. Hallac ona şöyle demiştir: İçini imar etmek için ömrünü tükettin, hani tevhidde fena? Sanki Havvas üçüncü makamın tashihinde bulunuyordu da dördüncü makamda olmasını kendisinden istemiştir."

 Gazali ve Oryantalistler

 Gazali'nin bu sakat anlayışını ve tasavvuf mikrobunu canlandırmasını oryantalist Nicholson kavramış ve şöyle demiştir: "Şüphesiz Gazali, "Hür Din" sözünün tam anlamıyla ifade ettiği hür dinde kardeş olan İbn Arabî ve benzeri vahdet-i vücutçu tasavvuf çevrelerinin alanını genişletmiştir." 
Goldziher de şöyle demektedir: "Gazali'den açıkça etkilendiğine daha önce işaret ettiğimiz İbn Arabî tevil metodu izlediği tefsirinde Gazali'nin bakış açısına tamamen uymaktadır. Gazali, tasavvufu içinde bulunduğu uzletten kurtarmış, resmi diyanetten kopukluğuna son vermiş, İslâm'da ve dini hayatta onu ülfet edilen bir unsur haline getirmiş, donuk dini tezahürlere can katmak için tasavvufla ilgili görüş ve öğretilerden yararlanmayı teşvik etmiştir. Gazali, tasavvufi görüşlerin şanını yüceltmiş ve İslâm'ın dini hayatında etkin amillerden yapmıştır."

Bu şekilde Gazali denilebilir ki İslâm'dan çok tasavvufa hizmet etmiştir. Müslümanlar tasavvufun zehirlerine karşı çok dikkatli ve ona tamamen sırt çevirmiş iken, büyüleyici ifadeleriyle tasavvufun hurafelerine inanmaya ve sarılmaya onları sürüklemiştir.

Carl Bockr da şöyle demektedir: "Agnostizm ruhu İslâm'ın ilk dönem fırkalarına hâkim olmuş, başlangıçta dinden çıkaran bir bidat sayılan tasavvufa da sonra hâkim olmuştur. Ama tasavvuf Gazali sayesinde zehirden arınmış ve ehlisünnet tarafından kabul edilmiş bir vaziyet kazandı."
Evet, Gazali'nin sebep olduğu tehlike işte budur. Müslümanlara tasavvufu zehirden arınmış cennet şarabı olarak tasvir etmiş, onlar da içmiş ve başlarına ne geldiyse gelmiştir.

Vahdet-i Vücud'un Tehlikesini Nicholson Anlatıyor:

"Şüphe yok ki "Lailahe İllallah" kelimesinin ifade ettiği tevhidin anlamı "Allah dışında gerçekte hiçbir varlık mevcut değildir" şeklinde olursa, İslâm tek kelimeyle bütün anlamını yitirir ve müsemması olmayan bir isimden ibaret kalır. Mücerret (yorumsuz) şekliyle vahdeti vücudu kabullenmek, indirilen dinin bütün hususiyetlerini ve ayırıcı özelliklerini tümden yok etmektir."

Bir Hristiyanın itiraf ettiği, ama dinin imam ve bilginleri olduklarını iddia eden anlı şanlı şeyhlerin bir türlü kabullenmediği apaçık gerçek! Acaba Gazali'nin sözünü ettiği dördüncü makam "Allah'tan başka varlık yoktur" diyenlerin makamından başka bir şey midir? Onların makamı olduğu ve tasavvufçuların sabah akşam dillerine doladıkları apaçıktır.

"Vahdeti vücudun tevhide aykırı ve şirk bir inanç olduğunu oryantalistler kavradığı gibi tasavvuf meşhurlarından İmam Rabbani de kavramış ve mektubatında yer yer eleştirmiştir. Gerçi vahdeti vücut yerine vahdeti şuhud adını verdiği ve "Salik aradığı hakiki varlığa o kadar çok bağlanmalıdır ki her şey var olduğu halde, o hiçbirine bakmamalı, belki hiçbir şeyi görmemeli, onun kalb gözüne hiçbir şey gelmemelidir -Nasıl mümkün oluyorsa-" şeklinde açıkladığı inancı getirmektedir kendisi.

Bununla beraber bir tasavvufçu olarak vahdeti vücud inancını eleştirmesi ve İbn Arabî ile onun gibi düşünenleri tasvip etmemesi, gerçeği ancak bazı ağızlardan duymaya alışmış ve ancak onlardan gelirse kabul eden birtakım çevrelere gerçeği göstermesi bakımından büyük bir önem taşımaktadır. Bu açıdan vahdeti vücut ve savunucuları hakkında söylediklerinden bir kısmını burada aktarmayı yararlı görüyoruz.

Başka yerlerde de birtakım eleştiriler yöneltmektedir. Şöyle diyor: 

"Tenzih ile teşbihi kendinde toplayanlardan birçoğu da diyor ki, bütün müminler tenzih ile görmeden iman ediyorlar. Bu iman ile birlikte teşbih imanına da kavuşan arif olur. Bu arif, mahlûkları Allah'u Teâlâ'nın zuhuru olarak görür. Mahlûkları, vahdetin muhtelif şekiller almış hali olarak bilir. Yaratanı yarattıklarının içinde görür. Bunlara göre, yalnız tenzih ile olan, yani yaratanı hiçbir şeye benzemeyen, anlaşılamayan bir varlık olarak inanmak noksanlıktır. Bir olan varlığı bu çokluktan ayrı olarak düşünmeyi ayıp bilirler. Hiç bir şeyle bağlı olmayan, hiçbir şeye benzemeyen bir varlığa inananları aşağı derecede sanırlar. Çokluğu düşünmeden, yalnız bir varlığı düşünmeyi sınırlı, dar bir çerçeve içinde kalmak sanırlar.

 Gazali Vahdeti Vücudu Terennüm Ediyor

 Şöyle diyor: "Hakikat semasına yükseldikten sonra arifler bir hak (Allah) dışında âlemde bir şey görmediklerinde ittifak etmişlerdir. Ancak bu durum bazıları için ilmi bir irfan iken, bazıları için de zevk ve hâl olmuştur. Onlar için kesret tümden yok olmuş, mahza ferdiyetle kuşatılmış ve onlar için Allah dışında bir şey kalmamıştır. Öyle bir sarhoş olmuşlar ki akıllarının egemenliği ona teslim olmuştur. Kimi "enel hak" (ben Allah'ım) , kimi "sübhâni mâ a'zama şe'nî" (noksan sıfatlardan kendimi tenzih ederim, şanım ne yücedir!) , kimi de "mâ fi'l-Cubbeti illallah" (cübbenin içinde Allah'tan başka bir şey yoktur)  demiştir. Âşıkların sekr (sarhoşluk) halinde söylediği sözler gizlenir ve anlatılmaz. Sarhoşlukları azalıp akılları başlarına geldiğinde bunun hakikaten ittihad olmayıp ittihada benzediğini anladılar. Aşk derecesi yükseldiği zaman aşıkın "Sevgilim benim, ben de oyum, biz bir beden içinde iki ruhuz"  sözü gibi bir şey. Bu hâl, kuşattığı kişi ile beraber, mecaz dilinde "ittihad", hakikat dilinde "tevhit" diye adlandırılır. Bu gerçeklerin arkasında öyle sırlar var ki onlara dalmak caiz değildir."

Vahdet mitolojisine dair Gazali'nin söylediklerine bakalım:

"Her şey (kul) onun nurundandır, belki başka varlığın hüviyeti  (kimliği) onsuz ancak mecaz yolu iledir. (Yani başka varlıkların varlığı gerçek değil, mecazdır), o halde onun dışında bir nur yoktur (ne nur varsa odur), diğer bütün nurlar onun yüzünün zatından değil, onun tarafındaki yüzdendir, her şeyin yüzü ona dönük ve yönü ona yöneliktir. "Ne tarafa dönerseniz Allah'ın yüzü oradadır" (âyet). O halde ondan başka ilah yoktur. Şüphesiz ilah, ibadette yüzlerin kendisine dönük olduğu şeyin ifadesidir. Belki ondan başka ilah olmadığı gibi (bel kemâ lâilahe illa hûve) ondan başka O' da yoktur (fe lâ huve illa huve). Şüphesiz O (huve) işaret edilen şeyden ibarettir. Nasıl olursa olsun, ona olmayan hiçbir işaret yoktur, belki ne zaman işaret etsen, gerçekte ona işaret etmiş olursun."

 Âlemdeki her varlığın (hüviyetin) Allah'ın hüviyetinin, yani hakikatinin aynısı olduğunu ve hangi varlığa işaret edilirse Allah'a işaret edilmiş olacağını söylüyor. Mesela bir put veya ölüye işaret edilirse, Gazali'nin rabbine işaret edilmiş olur.

Neden olmasın ki? Putun mahiyeti veya hakikati Gazali'nin anlattığı rabbin mahiyetinin kendisi değil midir? Gazali'nin uydurduğu ve kendisinden sonra gelen tasavvuf kâhinlerine vasiyet ettiği mitoloji işte budur. Vahdet saçmalığının yeni bir terennümünü dinlemek ister misiniz? Şöyle diyor:

"Lâ ilahe illallah, avamın tevhididir. Lâ huve illâ huve havassın tevhididir.  Çünkü o daha genel, bu ise daha hususi, daha şamil, daha dakik, daha haklı olup sahibini mahza ferdaniyet (ferdiyet) ve sırf vahdaniyete daha fazla dâhil eder. Yaratıkların miracının zirvesi ferdaniyet memleketidir. Onun ötesinde bir yükseliş yoktur. Çünkü yükseliş çokluk olmadan tasavvur edilemez. Bu bir nevi izafettir ki yükselişin kendisinden ve kendisine yapıldığı şeyi gerektirir. Kesret (çokluk) ortadan kalkınca vahdet (birlik) gerçekleşir, izafet kalmaz ve işaret yok olur. Artık yükseklik, aşağılık, yükselen, inen diye bir şey de kalmaz. Artık yükselmek ve terakki etmek müstahil olur. En yükseğin ötesine yükselme ve vahdetle beraber kesret yoktur. Kesretin yokluğu halinde yükseliş de yoktur. Ortada bir değişme varsa, o da dünya semasına iniştir. Yani yüksekten aşağıya işrak olur. Çünkü -daha yükseği olmasa da- en yükseğin aşağısı vardır. Bu da ancak Allah'ı bilen âlimlerin bilebileceği gizli künhü olan ilimdendir. Bunlar onu ifade ettikleri zaman onu ancak Allah'ı bilmeyenler inkâr eder."

Gazali, Allah'la ilgili sözlerine devam ederek şöyle diyor: "Dünya semasına inişi vardır. O inişi de duyuları işletmek, organları hareket ettirmek içindir. Hz. Peygamber'in (onun kulağı olurum..." sözünde işaret edilen odur. O halde işiten, konuşan ve gören odur, başkası değil."

Gazali'nin Allah ile halk (yaratıklar) birliğine inancını bu son cümle ifade etmeğe yeterlidir. Gazali bu sözlerinin ne kadar mantıksız ve tevhide ne kadar aykırı olduğunu fark etmiş ve hak ehlinin şimşeklerine hedef olacağını, anlamış olacak ki bu saçmalıklarına karşı çıkanları "Allah'ı bilmeyenler" olarak nitelemiştir. Allah'ı bilmeyenler, dediği kimler ola? Allah'ı bilmeyenler, dediği Kur'ân-ı Kerim’in ortaya koyduğu gerçek dine iman eden, Gazali ve benzerlerinin hurafelerine karşı çıkanlardır. Evet, tasavvufun kâhinleri onları böyle niteliyor. Doğrusu bu sözlerle Gazali, kitabının birini adlandırdığı gibi, Faysalu't-Tefrika Beyne'l-Zufri ve'z-Zendeka (Küfür ve Zındıklık Arasında Ayırımın Ölçüsü) değildir. Bu ölçü sadece ve sadece Gazali gibilerini sanık sandalyesine oturtan, bu hurafelerini ve onlara inananları mahkûm edip yerin dibine geçiren Allah'ın kitabı Kur'ân'dır.

 Gazali ve Tasavvufçuların Keşfi

Gazali evliya diye adlandırdığı tasavvufçulara birçok ilhamların geldiği ve keşf yolu ile gizli şeylerin onlara açık olduğunu iddia etmiş ve şöyle demiştir:

"Enbiya ve evliyaya keşf vaki olur, kalblerine nur dolar. Bu okuma, yazma ve talim ile değil, belki dünyaya meyletmeme, zühd, kalbi dünya işleriyle meşgul etmeme, himmet künhüyle Allah'a yönelme yolu ile olur. Kim Allah için olursa, Allah da onun için olur. Bunun yolunun bütün dünya ilişkilerinden kesilmek, kalbe dünyayı sokmamak, mal, çoluk çocuk, memleket, dünya, makam ve mevkiden himmeti kesmekle olduğunu söylediler. Hatta kalbi o dereceye kadar sabreder ki artık ona bir şeyin varlığı ile yokluğu eşit gelir. Sonra bir köşeye çekilir, farz ve revatip (sünnet)lerle yetinir, kalbini her şeyden boşaltmış ve himmetini toplamış olarak oturur, düşüncesini Kur'ân okuyarak veya bir tefsir mütalaa ederek dağıtmaz, ne hadis ne de başka bir şey yazmaz, sadece aklına Allah'tan başka bir şey gelmemesi için çabalar. Halvette oturduktan sonra dili ile sürekli "Allah, Allah" der ve kalbini ona bağlar. Dili hareket ettirmeyi terk edinceye ve kelimenin kendiliğinden dilinde söylendiğini hissedinceye kadar bunu söylemeye devam eder. Kelime dilinde kendiliğinden söyleniyor gibi bir duruma gelince, lafzın sureti, harfleri ve kelimenin şekli silininceye ve sadece kelimenin manası kalbinde kalıp onunla doluncaya, artık lazımı gayri müfarık bir hal alıncaya kadar bu durumda devam eder. Bu dereceye gelebileceği gibi vesveseleri defederek bu durumu daha da devam ettirebilir. Ama Allah'ın rahmetini çekme konusunda bir seçim yapma yetkisi yoktur. Çünkü bu yaptıklarıyla artık Allah'ın rahmetinin nefhalarına maruz kalmış olur. Artık yapacağı şey, bu yolla enbiya ve evliyaya verdiği gibi, Allah'ın vereceği rahmeti beklemekten ibarettir. İşte o zaman, niyeti sadık, himmeti saf ve uygulaması güzel olmuşsa, artık şehvetleri onu rahatsız etmemiş ve nefsi kendisini dünyevi şeylerle meşgul etmemişse, kalbinde hak parıltıları parlar. Başlangıçta ani şimşek gibi olur ama tekrar gelir, gecikebilir de. Tekrar gelince devamlı olabilir veya kesik olabilir. Devamlı olursa, bu devamlılık uzayabilir, uzamayabilir de. Böyle kişiler bunun artması için çalışabilir yahut bir türle yetinebilirler. Bu konuda Allah'ın velilerinin menzilleri sayılamayacak kadar çoktur. Tıpkı yaratılışları ve ahlakları sayılamadığı gibi. Bu yol kendi tarafından mahza temizliğe, tasfiye ve tecellilere, sonra, istidat ve beklemeye bakar!"

Keşfe ulaşmak isteyen tasavvufçuya dair Gazali'nin şu sözlerine bakınız:

"Kalbini her şeyden boşaltmış ve himmetini toplamış olarak oturur, düşüncesini Kur'ân okuyarak veya bir tefsir mütalaa ederek dağıtmaz, ne hadis, ne de başka bir şey yazmaz... Sadece sürekli olarak Allah, Allah, der...."

Acaba Kur'ân ve Sünnette böyle bir şey var mıdır? Yoksa bununla tasavvufçu Allah'ı veya Allah'ın nurlarını yahut melekleri veya Rasûlü görmek gibi elde etmesi mümkün olmayan bidat bir iş mi işlemektedir?!

Tasavvufçulara bu gibi saçmalıklarla akıl hocalığı yapan, onların küfür ve zındıklıklarının yayılmasına hizmet eden Gazali bütün bunlara rağmen tasavvufçulara meleklerin nazil olduğunu söylememektedir.

Herhalde, peygamberden sonra kendisine vahyin indiğini iddia eden kimsenin kâfir olacağını bildiği için peygamberlere indiği gibi meleklerin tasavvufçulara da ineceğini söylememiştir. Ama bunu söylememekle Gazali tasavvufçuları kızdırmış olacak ki meşhur İbn Arabî bundan dolayı kendisini eleştirmiş ve yanıldığını söyleyerek meleklerin peygamberlere indiği gibi tasavvufçulara da indiğini, sadece getirdikleri şeylerden birinin vahiy, diğerinin ilham olduğunu söylemiştir. Şöyle diyor:

"Aralarındaki fark, meleğin inmesinde değil, indirdiği şeydedir. Çünkü meleğin peygambere indirdiği tabi olan veliye indirdiğinden başkadır. Melek, tabi olan veliye ancak peygamberine ittiba etmek ve hadis gibi kesin bilemediği şeyleri kendisine öğretmek üzere iner. Mesela âlimlerin zayıf olduğunu söylediği bir hadisin sahih olduğunu ilham meleğinin ona bildirmesi gibi. Allah ehlinin bildiği şartlarla veli kendisi için artık o hadisle amel edebilir... Gazali ve başkalarının veliye meleğin inmeyeceğini söyleyerek yanılmalarının sebebi, zevkin yokluğudur. Sülükleriyle bütün makamlarını bildiklerini sandılar. Kendileri için bunu kabul edip meleğin kendilerine inmediğini görünce, karşı çıktılar ve bunun peygamberlere mahsus olduğunu söylediler. Zevkleri sahih, ama hükümleri batıldır... Gazali ve başkaları Allah ehlinden kâmil biriyle bir araya gelip meleğin tasavvufçuya indiğini kendilerine söyleseydi, bunu kabul eder ve karşı çıkmazlardı. Nitekim ilham meleği sayılamayacak kadar çok ilimlerle bize nazil olmuştur. Bizim gibi inanmayan birçokları da böyle olduğunu söylemiş ve yolumuza dönmüştür."


<<Önceki                Sonraki>>



Puran Tilmiz, 19.12.2014, Sonsuz Ark, Konuk Yazarlar, Tasavvuf; Bir Düşünce Virüsü



Seçkin Deniz Twitter Akışı