15 Ağustos 2013 Perşembe

SA359/AŞ7: Paranoya’nın Cemaat Hâli

İtidal, maskeli süvarinin maskesiz nesnesi mi?


Başlık konusunda tereddüt ettim biraz. Bir süredir, başlığında ‘Cemaat’ olan harfler diziyorum. Sonsuz Ark’ta da yayınlanıyor. Sonsuz Ark’ın ruhuna uygun bir sorgulama yapıyorum. Tanımlama sıkıntısını, kardeşlerimizin seçtiği ‘Hizmet Hareketi’nde durarak çözdük, Fethullah Gülen’in de yeri belli oldu. Vakfın, Hareketi ve Gülen’i savunmak için yayınladığı 11 maddelik ‘manifesto’ dolayısıyla ‘Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı Onursal Başkanı’.

Başlığı, Mısır’da darbecilerin şehit ettiği ve yaraladığı binlerce kişi için yayınladığı,


"Maalesef ne masum insanların kanlarının dökülmesi, ne gözyaşlarının ceyhûn olması, ne yüreklerin dağlanması, uluslararası arenada merhamet hislerini harekete geçirmiyor, onları birazcık olsun insafa sevk etmiyor. Ne acıdır ki, bütün bu zulümleri durdurmaya ne elimiz ne de dilimiz yetiyor. Acz ve zaafımızı idrak içinde gücü her şeye yeten Kudreti Sonsuz'a yöneliyor." 

cümlelerinin bulunduğu taziye mesajındaki isyanı paylaştığımı ifade etmek için “Hah, Biz de Onu Diyorduk, Mr. Gülen, Bay Onursal Başkan” diye seçecektim ki Fethullah Gülen’in, ABD’nin ünlü dergisi The Atlantic’ten Jamie Tarabay’a verdiği röportajdaki bir ayrıntı dikkatimi çekti.

Ben de başlığı değiştirdim. Çoktandır aradığım  ve şu andaki  panoramayı temsil eden sözcük karşıma çıkmıştı. Kullanmakta da tereddüt etmedim. Birazcık acıtacak, ama olsun, şakird kardeşlerimiz anlayışla ve hoşgörü ile karşılasınlar. Başlığın ilham kaynağı bizzat GYV Vakfı Onursal Başkanı Fethullah Gülen’dir, kızacaklarsa buna dikkat etsinler:

“Dünya genelinde tüm toplumlar paranoya yaşıyor. Türkiye’deki insanlar da bundan etkinlenmiş durumda.”

Türkiye’deki hangi insanlar dünyada yaşanan paranoyadan etkilendiler, diye düşündüm. Bende öyle bir sıkıntı yok, olması için bir sebep de yok. Bendeki sıkıntı, ergenekondan, PKK’dan, Esed’den, Sisi’den, neoconlardan, siyonistlerden sonra şimdi de Cemaat- Ak Parti münakaşası ile meşgul olmak zorunda kalmak. Buna da paranoya derlerse, vebalim madalya gibi boyunlarında olsun.

Kızan, hakaret eden şakird dostlarımız olsa da, onların gazetelerde yaptığı gibi demokratik eleştiri hakkımı kullandığımı hatırlatmak isterim; saygı duysunlar bana. Bizim, -yani Sonsuz Ark’ın- durduğumuz yerden sağlıklı eleştiri yapmak daha mümkün; şakird kardeşlerimiz  kulak verirlerse hepimiz faydalanırız. Ne Gülen bir Papa gibi yanılmaz ne de Başbakan Erdoğan.

Peki paranoya kimde var?  Ergenekoncularda var, PKK’lılarda var, siyonistlerde var , masonlarda var, beyazlarda var ve cemaatte var. İktidarda yok mu, kusura bakmasınlar yok! Hükümetten bir başbakan yardımcısı, Bülent Arınç, "Gülen'i seviyoruz" diyor, Başbakan da 'medya aracılığı ile konuşulmasından' rahatsız. Görüldüğü gibi Başbakan'ın  Zaman Gazetesi genel yayın yönetmeni Ekrem Dumanlı'yı da çağırıp konuşması yetmemiş. 

Ötekilerin yaşadığı paranoyanın sebebi belli, rant kaymaklarını ve güç sopalarını kaybetmek istemiyorlar, peki ya cemaat? Cemaatteki paranoya ne? 

Today’s Zaman yazarlarından  Tuğba Aydın’a göre ‘Ötekileştirme’. Özet olarak ve asıl olarak devletin seçkin kurumlarından tasfiye edilme. Buna, ‘Paranoya'nın Cemaat Hâli’ demeyecek de ne diyecektim.? Hiç kavga etmediğiniz iktidarlar, sizi devletin her kurumunda özel olarak koltuk sahibi mi yapmıştı ki, bu iktidar sizi tasfiye etsin? Ne var yani, kadro tercihlerini sizden yana kullanmama hakları yok mu? Hani demokrasi?

Ötekileştirme, tasfiye edilme fikrinin mihmandarlarından biri de Mümtazer Türköne “Fitne mi?” başlıklı gazete yazısında, 

“Peki asıl fitnenin kaynağında ne var? Türkiye seçkinlerini değiştiriyor; doğal biçimde yönetici seçkinlerle değişimin motorunu oluşturan toplumun seçkinleri arasında birincilerin başlattığı bir ayrışma yaşanıyor. Yönetenler, her seçkin zümrenin yaptığı gibi iktidar alanını daraltıyor ve dışarıya kapatıyor. Türkiye özellikle 2011'den sonra hızlı bir iktidar temerküzü yaşadı. Yönetici seçkinler, devlet veya iktidar vasıtasıyla konumlarını edinenler ve sürdürenler. Bunların arasında siyaset, bürokrasi ve devletin ekonomik iktidarını kullanarak büyüyen sermaye seçkinleri var. İktidarı devralan yönetici seçkinler, değişen toplumun ürünü olan yeni seçkinler arasında küçük bir azınlığı oluşturuyor. Tabiatı gereği, ayrıcalıklarını sürdürmek için diğerleriyle sıkı bir rekabete giriyor..."

diyor ve eline bir kepçe alıp çorbayı iyice karıştırdıktan sonra ekliyor:

“Fitnenin kaynağı, AK Parti'nin veya Başbakan'ın tercihleri değil siyasetin doğası. Parti, doğası gereği, kendi içinde kıran kırana rekabeti işleterek işleyişini sürdürür. Lider bu rekabeti yönettiği için vazgeçilmez olur.”

Türköne de ötekileştirmeyi sabitliyor, kuramsal altyapısını oluşturuyor, sanki yeni bir şey icat etmiş gibi. 

Kendisi Zaman Gazetesi yazarı ve yakın geçmişte Atatürk Kültür Dil ve Tarih Kurumu Yönetim Kurulu üyeliğine atandı. Yani, Parti doğası gereği  rekabet kurallarını işleterek bir cemaat yazarını seçti ve seçkin bir makama yerleştirdi.

Fakat, Zaman Gazetesi yazarı Prof. Dr. Mümtazer Türköne ne yaptı?  "Atatürk'ü severim ama Atatürkçülük konusunda endişeleri olan bir entelektüelim." dedi ve eski seçkinlerin eleştiri oklarını yiyerek istifa etti.

Şimdi bunda kabahat kimde? Dilediği zaman otorite ile yanaşık düzen talim örgütleyen zihniyet, 'damara nasıl basılır' dersine temel örnek teşkil edecek bir şekilde ‘yaygara’ üretiyor, partiyi zor durumda bırakıyor, sonra da “Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı'nın açıklaması, dolan bardağın taşma anını resmediyor.” diyor.

Bu resimdeki paranoya, varsa siz bulun. Bardak doldu, taştı; ama bunu kim yaptı? Ergenekon soruşturmaları, Cübbeli davası, Şike soruşturması  ve benzeri meselelerde Ak Parti suçlanmadı mı, yaptığı seçimler yüzünden? O zaman HSYK yok muydu? Hangi paranoyaklardı onlar, cemaat savcılarını ve polislerini atayan parti ve iktidar olarak Ak Parti’yi suçlayanlar?

İtidal, maskeli süvarinin maskesiz nesnesi mi?

Gazeteci ve Yazarlar Vakfının yayımladığı basın açıklamasının nasıl değerlendirdiğinin sorulması üzerine Erdoğan, “Açıklamayı  gazeteden okudum. Ona yönelik herhangi bir cevabi pozisyonda olmak istemem. Böyle bir şeylerin gazeteler vasıtasıyla söylenmesini doğru bulmuyorum, yanlış buluyorum. 'Bu tür şeylerin medya üzerinden yapılması yanlıştır' diye düşünüyorum. Başka hiçbir şey söylemiyorum."  dedi ve geçti.

Sosyal Medya’da hemen bir akış başladı. Analizlerine hep merak ederek baktığım, Gültekin Avcı, “Medya kanalıyla yapılan iftiralara, medya önünde cevap verilir. Camianın cevabî açıklamaları medya kanalıyla yapması bence çok isabetlidir.” dedi.

Türköne de bugünkü yazısında bunu işlemişti: “Fitne ortalık yerde konuşarak ve tartışarak değil, kapalı kapılar arkasında fısıltılarla büyür. Demokrasinin sunduğu imkânları neden kullanmayalım? Yıllardır Abant Platformu yönetim kurulu üyesi sıfatıyla, bu sıkıntıların nasıl ortaya çıktığını ve büyüdüğünü takip ettim. Doğru olan şeffaflık. O kadar doğru ki, fitnenin önlenmesi ancak bu şeffaflıkla mümkün.”

Gültekin Avcı da Mümtazer Türköne de bence haklılar; her şey şeffaf olmalı. Hem de baştan başlayarak. Ben bunu herkesten çok isterim. Ama kaç şakird bu şeffaflığa razı?

Başbakan, iki şey söylüyor açıklamasında; “Vakfın açıklamasında seçtiği muhatap benim; ama bunu reddediyorum. Herkes yerini bilsin. Varsa diyecekleri, istekleri, bunu medya aracılığı ile yapmasınlar.”

Bana kalsa, BDP’li Selahattin Demirtaş’ın Kara/Kanlı Çarşamba akşamı CNNTürk’te dediği gibi, “İşlerimi bir vakıfla, cemaatle konuşacak değilim”, der geçerim. Demirtaş’a kimse cevap vermedi, bana da vermezlerdi herhalde.

Şeffaflık derken Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı Onursal Başkanı Fethullah Gülen’in The Atlantic’teki röportajının küresel bir şeffaflık amacı taşıdığını söylemem gerekir. Bu kaçıncı şeffaflaşma girişimi bilmiyorum. Senelerdir anlatıyor, Gülen; ama kimseyi inandıramıyor. Bence doğru söylüyor, ama o anlattıkça didikleyenler artıyor. 

Türkiye’de olduğu gibi Dünya’da da ‘Terörist İslam’ algısının karşısında Fethullah Gülen, İslam’ın ılımlı olduğunu söylüyor ve  ısrarla, bir an bile vazgeçmeden bu yöndeki düşüncelerini açıklamak için röportajlar veriyor ve televizyonlarda görülüyor.

Hangi hâllerde savaşın kaçınılmaz olduğunu söylemekten ısrarla kaçınsa da, siyasî otoritelerle çatışma gibi bir amacı olmadığını söylüyor. Tabi duymak isteyenler için, Gülen’in bu açıklamaları haksız yere terörle ilişkilendirilen İslâm’ın maskelenen yüzüne ‘ılımlı iyilik’ olarak yerleşiyor.

Gülen ve cemaat gözlerini kapatarak, kulaklarını tıkayarak ‘müslüman olma’ suçlarının asla değişmeyeceğini görmek ve duymak istemeseler de durum bu. O yüzden sürekli, “Ama ben masumum, ama ben teröre karşıyım” demek zorunda bırakılıyorlar.

Demokrasinin nimetlerinin batılılar için bile yetersiz olduğunu bildikleri halde demokrasi deyip durmalarını, demokrasinin yararlı ve gerekli olduğunu düşünmeme rağmen, rahatsız edici buluyorum ve şeffaflığa aykırı bir şekilde bu söylemi manipüle ettiklerini düşünüyorum. Batı demokrasiyi unutup tarihe gömmüşken, demokrasi, demokrasi diyerek ağlamak bana ters geliyor.

“Dünyada ılımlı, farklı sesler olmasına rağmen bazen bunlar arasında görüş birliğine ulaşmak zor olabiliyor. Belki bu açıdan örnek olmak daha önemli. Türkiye bu konuda örnek olabilir mi? Bu hareket örnek olabilir mi, bu camia örnek olabilir mi? İnanıyorum ki kendi kendimizle yüzleşirsek, kendimizi sorgularsak, herhalde iyi bir örnek olamadığımızdan ve değerlerimizi tam temsil edemedigimizden, dünyada büyük bir merak ve sempati görülemedi. Fakat Allah’ın izniyle bunun olacağından ümitliyiz. Bu görüşler Türkiye’de hoş görülmüyordu, ama şimdi yavaş yavaş benimseniyor. Hatırlarsanız bundan 20 yıl önce demokrasinin geri dönülmeyecek bir süreç olduğu söylediğimde, şu anda hükümeti destekleyen bazı medya organları buna şüpheyle yaklaşıp beni ciddi şekilde eleştirmişti.”

Bu parağraf, bu yazının tek sebebidir desem yeridir. Demokrasi vurgusu ve ‘Şu anda hükümeti destekleyen bazı medya organları” ifadesi, sadece bütün bardakları değil, ‘Guam Çukuru’nu bile doldurup taşırdı. İktidarı desteklemediklerini itiraf ediyor, Onursal Başkan.

28 Şubattaki Darbeyi ve demokrasi kıyımını Gülen’in nasıl değerlendirdiğini kimse unutmadı, manşetler de unutmadı.  Ve aynı demokrasi şu anda “uluslararası arenada merhamet hislerini harekete geçirmiyor, onları birazcık olsun insafa sevk etmiyor” diyerek ağlayıp  merhamet dilendiğiniz Batı’nın müslümanları öldürmek için kullanıp darbelerle attığı bir çöp.

Mısır’da olan bu ama cemaatten çıkan tepki belli. Otorite’ye direnirseniz sizi öldürürler ya da siyasetten uzaklaştırırlar.  Zaman gazetesi yazarı Ali Bulaç da bugün öyle diyor zaten.

“İslamiyet'ten referansını alan bir görüşünüz varsa, bunu ancak kabul edilmiş siyasetlerden birini benimsediğinizi açıkça ve kesin olarak deklare ettiğiniz ve buna sadakatinizi ikrar ettiğiniz sürece size siyasi yarışa katılma izni verilir. Aksi durumda ya Türkiye'deki Milli Görüş partilerinde gözlendiği üzere kapatılırsınız ya da Mısır İhvanına karşı yapıldığı gibi cezasını kanlı darbe ile ödersiniz.”

Cemaat’in duruşu bu. Ne kadar inkâr ederlerse etsinler olay bu. Üçüncü seçeneği tercih etmeyecekler, çünkü bu batının ahlaksızca bir manipülasyonundan başka bir şey olmayan ‘Terörist İslâm’ın sınırlarına girer.

Okudukça, iktidarı destekleyen  medyaya laf giydiren  ve küresel siyasetin Türkçe’sini nasıl algıladığını gösteren şeffaf sözlerini görüyorum Mr. Gülen’in:

“Türkiye Avrupa Birliği ile üyelik müzakereleri yapıyor, bir kısmı Avrupa sayılıyor, bir kısmı Asya sayılıyor, Orta Doğu da sayılıyor. Politik olarak coğrafi durumu çok önemli bir yerde bulunuyor. Bence Avrupalılarla da kendi çevresinde olan ülkelerle de iyi bir münasebet içinde olması, öyle bir diplomasi oluşturması çok önemli Türkiye için. Türkiye’nin hem kendi demokratik kazanımlarını koruyarak ilerletmesi hem de çevresiyle iyi ilişkilere sahip olması hayatı ehemmiyete haizdir. Ayrıca bu mevzuda esasen bazı dinamikleri değerlendirmek gerekir. Mesela Türkiye’ye karşı geçmişten tevarüs eden bir teveccüh, bir şuuraltı müktesebatı varsa bunun zedelenmemesi lazım. İtibarımızı korumamız lazım. İyi ilişkiler sevgiye bağlı, saygıya bağlı, hüsn-ü zanna bağlı, makuliyet etrafında bir araya gelmekle mümkün olur. Türkiye bugün tam bunu yapıyor mu, yapamıyor mu, yapmıyor mu, bu üzerinde durulabilecek bir şey. Türkiye böyle bir diplomatik vetire başlatılabilirse, zannediyoruz bu Avrupa için de Amerika için de bütün dünya için de iyi olur. Fakat şu anda böyle bir şeyi yaptığımız, yapıp da semere aldığımız söylenemez çok.”

Başbakan bugün şöyle söyledi: "İslam dünyası üzerinde devamlı olarak bir tezgah çalıştırılıyor, tuzaklar çalıştırılıyor. Bu tuzaklar bizler için de geçerlidir, Türkiye için de geçerlidir. Onun için şunu unutmayalım, güçlü Türkiye'yi kimse istemiyor. Onun için biz güçlü olmaya mecburuz. Önce kendi içimizde birbirimizi sevmeye, dayanışma halinde olmaya mecburuz. Bunun için biz tırnaklarımızla kazıyacağız, çalışacağız ve inşallah güçlü olan Türkiye'yi de bu şekilde inşa edeceğiz”

Gülen’in beğenmediği yok saydığı diplomatik vetireler, ‘Avrupa için de Amerika için de iyi’ olmuyor anlaşıldığı kadarıyla.  Gülen’in inşa etmek istediği şeyden başka bir şey inşa etme iddiasında Başbakan.

Yani şöyle bir şey…

Mısır asıllı Kanadalı insan hakları savunucusu Prof. Yaseer Haddara, AA Kanada Bürosu'nu ziyaret ederek, “Batılı ülkelerin, sergiledikleri tavırları ile güvenilirliğini yitirdiğini, insan hakları ve demokrasi savunucusu batının, Mısır konusunda iki yüzlülük yaptığını" söylemiş ve Türkiye'ye seslenmiş: “Bizi yalnız bırakmayın!”

Bu çağrı, Avrupa için de Amerika için de, onları  kötüleyici, Türkiye’yi doğrulayıcı bir umut çağrısı. Gülen’in beğenmediği, kendince vakitsiz bulduğu Erdoğan’ın dilinden yükselen başkaldırı bu:

"Kendi oylarının akıbetini öğrenme mücadelesi içinde olan Mısır halkına karşı, askeri darbeyi yapanların çok açık bir katliam yaptıklarını dünya televizyonlarından izledik. Biz inandığımız doğruları söylemediğimiz sürece ayakta kalamayız. İnandığımız şeyleri söylemeye devam edeceğiz. Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır. Şehadete inanmış olan bu insanlar, er veya geç Mısır'da bu demokratik haklarının neticesini de kazanacaklardır' diye düşünüyorum. Batı bunu anlamak durumundadır. Eğer Batı demokrasi testinden geçmek istiyorsa bunu anlamak durumundadır. Ama demokrasi testini kaybetme noktasında veya demokrasinin sorgulanması gibi bir sürece karar vermişse o ayrı bir konudur. Nitekim bu konuda Batılı ülkeler eğer samimi davranmazlarsa, samimi adımlar atmazlarsa ben inanıyorum ki artık demokrasi dünyada sorgulanmaya başlanacaktır.”

GYV Onursal Başkanı, TİME’nin en etkili 100 kişisinden biri olan Gülen ise müslümanları ve kendisini haksız yere kusurlu bulmaya devam ediyor:

“Duruma bakıldığında belki kendimizi iyi temsil edemedik veya insanlara kendimizi düzgün bir şekilde açıklayamadık diyebiliriz. Bunu ifade sadedinde şunu söyleyebiliriz: "Eğer onlara bizde endişe edilecek hiçbir şey olmadığını açık bir şekilde gösterebilseydik onlar da bize karşı husumet beslemeyecekti.””

İşte sıkıntı burada. Şakird kardeşlerimizin, ne yaparlarsa yapsınlar şeffaf olamadıkları konu bu.

“Biz her bir olumsuz düşünce veya şüpheyi bertaraf edecek şekilde hareket etmeli, bu şekilde davranmalıyız. Ayrıca şunu kabul etmeliyiz ki bazı insanların geçmişten gelen bazı yerleşik tutumları var ve bu değişmez. Yani her insan tarafından aynı derecede sevilmek ve beğenilmek mümkün değil.”

Nihayet şeffaf olabildikleri konu da bu. İşte bunda hemfikiriz Mr. Gülen.

“Asıl inancım dünyada barışın sağlanması, insanları kötü davranışlardan eğitim yoluyla mümkün olduğunca uzak tutmak.” diyen Gülen’e şunu söylüyorum sadece;

Ağlayarak, medyada bağırıp çağırarak anlaşamadığınızı ve desteklemediğinizi söylediğiniz Erdoğan, sizin yapamadığınızı yapıyorsa, köstek olmayın; siz işinizi yapın, burnunuzu her şeye sokmayın, o işini yapsın. Siz ağlayarak sıyrılabilirsiniz sorumluluğunuzdan, ama Erdoğan ağlayarak sıyrılma hakkı bulmaz kendinde.

Gücendirdiysem sizi fazla abartmayın, olur mu? Demokrasi güzel şey, siz de öğreniyorsunuz yavaş yavaş. Ama artık yeter, çok uzadı bu yaygara.

Düşmanları var müslümanların, Türkiye’nin. Zamanımızı çalmayın. Hükümeti İslamcı Terörle ilişkilendirenlere karşı birlikte savaşın ki; her zaman kendinizi  ılımlı olarak tanıtmak zorunda kalmayasınız.

Öldürüldüğünüz ve ezildiğiniz için yalvara yalvara kendinizi batılılara anlatmaktan vazgeçin, bırakın biraz da onlar sizi, bizi öldürmenin hesabını versin size.

Biraz da bize ılımlı yanınızı gösterin, kardeşlerim. Hasret kaldık.

Olmaz mı?

Yoksa Din mi değiştirelim?






Arif Şahin, 15.08.2013, Sonsuz Ark, Şaşkınların Tarihi 7







Seçkin Deniz Twitter Akışı