19 Eylül 2016 Pazartesi

SA3444/KY1-CÇ307: Kumpas/ Roman - Bölüm IV-7

"Bu hekat ölümü, ölümleri kutlayan değil yaşamayı ve yaşatmayı seçenlerin hekatıdır. Bu hekat bir dirilişin sessiz çağıltısıdır."


Bölüm Dört
-7-

Serdar Akkuş bir şey dediyse mutlaka o şey incelenmeli, o istenen yapılmalıydı, hele de referans Umur Tılsım ise. Kaan Ardıç bunu çok iyi biliyordu. Mesai bitiminde kimseye haber vermeden kentin varoşlarına doğru bir taksiyle yol alıyordu. 

Şoför, “Bakırcılar çarşısı bu saatte kapalı olur beyim!” demişti. Kaan da, “O muhitte mi oturuyorsun? Kahve de kapanıyor mu?” diye yanıtlamıştı. 

“Evet o muhitte oturuyorum. Çarşının kahvesi sabaha kadar açıktır. Sabahçıların en sevdiği kahvehanedir. Biraz metruk bir yerdir. –dikiz aynasından Kaan’a süzüp- Sizi yadırgayacaklarına bahse girerim. Böyle takım elbiseli birinin oraya tarihi boyunca uğramışlığı yoktur. Sizi çok garipseyecekler!” dedi.

“Peki ne önerirsin?” diye sordu şoföre. Şoför de gülerek;

“Hiç değilse kravatınızı çıkarın. Gömleğin ilk iki düğmesini açın. Saçlarınızı da biraz dağıtın. Belki o zaman.. hani yadırgansanız da şu anki haliniz kadar olmaz!” cevapladı. 

Kaan adamın dediklerini bir bir yaptı. Saçlarını dağıttı. Sokağın başında arabayı durdurmasını söyledi şoföre. Bahar kahvehanesinin metal tabelasını görmüştü. Sokağın ta öte başındaydı. Ve levhadaki kahvehanenin adı ters yazılıydı. Sanki levha ters asılmış gibiydi. Tersliğe gülüp arabadan indi kaldırıma çıktı. 

Şoför açık pencereden gülerek:

“Beyzadem ben olsam kaldırımdan değil, çamur toprak yoldan yürürüm. Daha rahat olur!” dedi. 

Hafif bir hızla sürdü arabasını gözden kayboldu. Kaan bu söylenene de uydu. Bu sıralar oldukça uyumluydu Kaan. Oysa her zaman söylenilenin tersini yapardı, yapmaya çalışırdı. Ters görünmek hoşuna giderdi. Ama nedense bu sıralar çevresinden olmayan insanlara karşı ters olmayı değil, uymayı seçiyordu. ‘Bahar Kahvehanesi’ ters yazılı levha ile kendisini özdeşleştirmek üzereydi neredeyse. 

Başını salladı. “Ah be Serdar abi!” dedi kendi kendine. Kahvehaneden içeri girdi. Hemen hemen boştu. Çay ocağının başında ellerini ocağın mermerine yaslamış 20’li yaşlarında genç bir adam önündeki gazeteye bakıyordu. Kahvehanenin dip masalarından, duvara yakın bir masaya oturdu. Genç adam şöyle bir başını kaldırıp baktı. Gazeteyi kapadı. 

“Çay mı?” diye sordu.

“Çay!” dedi Kaan.

“Demli mi olsun, normal mi?” dedi garson.

“Demli!” dedi Kaan. Garson hemen tezgâhtan bir bardak alıp sıcak suyla çalkaladı. Sonra da demliğe uzandı. 

“İnsanların düşüncelerini okuyan mentalist. Nasıl çay içeceğimi dahi tahmin edemeyen biri.. Ah be Serdar abi.. Benimle dalga geçmedin umarım!” diye kendi kendine söyleniyordu. Serdar Akkuş’un böyle matrak davranışları olurdu. Soğuk şakalar. 

“Birazdan içeri girip kasıklarını tuta tuta gülmezse iyi!” diye geçirdi içinden. Belki bu yüzden rahmetli Umur Tılsım’ın adını kullanmıştı. Nasılsa sorup öğrenemezdi ya! “Kurnaz tilki!”  

Garson çayı usulca masaya bıraktı. Gülerek adama baktı. Adam da garsonu süzdü güleç bir ifade takındı:

“Burası hep böyle midir?” diye sordu garsona.

Garson bir sandalye çekip, “Oturabilir miyim?” dedi ve yanıtı beklemeden oturdu. “Bu saatlerde böyledir. Gündüz ve gece yarısından sonra epey kalabalıklaşırız. Bazen yer bile bulunmaz. Özellikle de kış günleri. Sıkmıyorum ya!”

Kaan başını hayır anlamında salladı:

“Hayır!” dedi, “Ne münasebet.. sen Tilki Süleyman olmalısın?” 

Garson adamı iyice bir inceledi:

“Evet.. Tilki Süleyman benim!”

“Peki sana niye Tilki Süleyman diyorlar, Süleyman?”

Süleyman güldü, alaycı bir ifadeyle;

“Hayatlarında hiç tilki görmedikleri için. Tilki görmüş olsalar tilki olmadığımı anlayacaklar. Ama işte.. sizi hangi rüzgâr attı buraya Beyefendi? Buraların insanı değilsiniz ve sabahçı müşterisine de benzemiyorsunuz! Üstüne üstlük epey de bir şaşkınlık yaşıyorsunuz! Yanılıyor muyum?”

Süleyman yanılmıyordu. Şaşırmıştı hem de öyle böyle değil. Bir gözü kapıdaydı ihtiyar düzenbaz Serdar kapıdan girdi girecek gibi bir his vardı içinde. Artık Serdar abisi sağda solda anlatıp duracaktı koskoca istihbarat birimi başkanına oynadığı oyunu. Nasıl da kolaylıkla düşmüştü oyuna! “Ah Serdar Abi!” dedi içinden, çayından bir yudum aldı. 

“Şaşırmam mı gerek? Doğrusu boş bir kahvehaneyle karşılaşacağımı ummazdım. Beni buraya hangi rüzgâr attı? Evet bu doğru bir soru! Beni unuttuğum bir bora, bir fırtına bir kasırga attı ya neyse. Ha çay güzelmiş! Demek tilki görmeyenler seni tilki sanıyor? Seni tilkiden başka şey sananlar da var mı?” 

“Kim beni ne sanır bilmem.. ben kendimi garson biliyorum.”

“Peki Süleyman sade Süleyman mısın? Bir soyadın var mı?”

“Tilkisi olduğunu biliyorsunuz.. bir de sonunda Kocadağlı var. yani Süleyman Kocadağlı.. şimdi, adımı ortak bir tanıdığımız vermiş olmalı. Bu ortak tanıdık size hakkımda olmayacak öyküler anlatmış olmalı. O ortak tanıdığımız ki sizden daha fazla şaşırmıştı. Bu arada ölüm bir çok kişinin büyüsünü bozsa da bazılarının büyüsü hiç bozulmaz. Ben Umur Beyin büyüsünü kaybetmemiştir diye umuyorum!”

Jeton düşmüştü Kaan’da. Serdar abi'nin bu oyundaki partneri öyle sıradan bir garson değildi. Acaba kamera falan da var mıydı? Eğlencenin dozunu arttırırdı görüntü.

“Ortak bir tanıdığımız mı var? Adı Umur olan birçok insanı tanırım. Sen hangisini tanıyorsun? Sakın tanıdığım bütün Umurları tanıdığını, onların da burada çay içtiğini söyleme, bak o zaman gerçekten çok şaşırırım!” karşılığını verdi Kaan.

Süleyman bu alaycılık karşısında gençliğin verdiği gözü karalıkla sert bir tepki gösterebilirdi. Göstermediğine göre anlamamıştı. Alay ediyordu kendisiyle ve fakat farkında değildi. Üzülür gibi oldu Kaan, sonra ciddiyetini toplayarak;

“Şaka yapıyordum. Evet ortak bir tanıdığımız olabilir adı Umur olan. Eğer 60 yaşlarında senden benden daha diri olan Umur Tılsımı’ı tanıyorsan ben de tanıyorum. Ve beni sana gönderen de o Umur işte. Tabi bu gönderme onun vasiyetiydi. Ölmeden önce seni görmemi istemişti. Ancak gelebildim.”

Süleyman başını salladı. Kızmış mıydı, içerlemiş miydi? Belli değildi. Kaan Ardıç’ın içini okumaya çalışır gibi gözlerini dikmişti. Bu bir meydan okumaydı. Gözlerini kaçıramazdı Kaan Bey, hem de bir tıfılın meydan okumasından korkup gözlerini kaçıracaktı öyle mi? öyle bir şey olmayacaktı. O da gözlerini dikti Tilki’ye. Bir süre sonra Tilki gözlerini indirdi, tebessüm etti:

“Kimseye söylemeyeceğini söylemişti. Hatta söz vermişti. Sözünü tutmadı. Buna içerledim şimdi.” 

Sustu, sonra devam etti konuşmaya: “İpe sapa gelmez şeyler anlatmıştır. Söylediklerinin bir teki bile gerçek değildir.”

Kaan garsonun masa üzerindeki elini tuttu, gözlerinin içine baktı ve tebessüm ederek,

“Umur abim asla geveze biri değildir. Ve senin hakkında da hiçbir şey söylemiş değil. Tek söylediği bir yeteneğinin olduğu ve o yeteneğin ülkemiz menfaatine olacağı. Başka bir şey söylemedi. Yani verdiği sözü tuttu. Bazen verilen sözler –kendi menfaatimiz için değil elbet- tutulmayabilir. Ülkenin toplumun menfaati olduğunda o sözler yutulabilir. Kendisini yaksa bile!” 

Çayını bitirdi. Ayağa kalktı. Cebinden bir elli lira çıkarıp masaya bıraktı. Kapıya doğru yürüdü. 

Süleyman arkasından seslendi:

“Beyim çay 75 kuruş, bekleyin paranın üstünü vereyim. Hatta biraz beklerseniz, sabahçı arkadaş neredeyse gelir, birlikte çıkar bize gideriz.. orada biraz yarenlik ederiz. Size menemen bile yaparım! Hem Serdar abinin yanılıp yanılmadığını da birlikte öğreniriz” 

Kaan olduğu yerde durdu. Bir eli kapının kolundaydı. Kapının kolunu bıraktı. Çocuk şimdi de Serdar mı demişti? İsimleri mi karıştırmıştı. Kaşlarını çatıp başını döndürdü genç adamın otuz iki dişini görmek mümkündü. 

Kaan:

“Rahmetli Umur Abi'nin bir ismi bile aklında tutamayan birine beni göndermesi bir şaka olmalı. Rahmetli latifeyi pek severdi. Demek giderayak son bir şaka yapayım dedi!”

Genç adam:

“Belki öyledir, belki rahmetli benden size söz etmeye fırsat bulamamıştır da bir arkadaşı, hadi diyelim adı Serdar olan bir arkadaşı olsun rahmetlinin o size söylemiş olsun!”

Haber alma müsteşarı ne diyeceğini, ne yapacağını bilemez haldeydi. Olduğu yerde donup kalmıştı. Kırk elli yaşlarında bir adam kapıdan içeri girmişti. Adam ona çarpmamak için kenara çekildi. Bu sözü edilen sabahçı garson olmalıydı. 

Adam çay ocağına geçip pişkin bir sesle,“Birini yine gafil avlamışsın.. baksana herifin yerinden kıpırdayacak mecali kalmamış. Oğlum herkese aynı numaraları yapma, bir gün biri kalpten gidecek sen de zindanlarda gözünü ağartacan!” dedi. Tilki ceketini aldı Kaan Ardıç’a doğru yürüdü. Birlikte kahveden dışarı çıktılar.




<< Önceki                                                    Sonraki>>


Cemal Çalık, 19.09.2016,  Konuk Yazar, Sonsuz Ark, Kumpas, Roman 



Seçkin Deniz Twitter Akışı