6 Ocak 2016 Çarşamba

SA2305/KY1-CÇ181: Bir Ayak Öyküsü

 "Öyle bir koz ki belki bir daha asla ele geçmeyecek bir koz. Hayır, değil, mutlak anlamda adamın eline asla geçiremeyeceği bir kozdu bu." 


"Az öte tarafa kıpırdan!", dedi kadın güçlükle, dizlerini hafifçe kıpırdatmayı savsaklamadan. Ve gözlerini her halinden umursamaz biri olan adama dikerek. Adam  "Olur!" dedi yüksünmeden. 

Kıpırdanır gibi yaptı. Sanki kıpırdadığında olacak olanları tartar gibiydi. Koltuğunda büzülmüş öylece oturuyordu. Ve kadın da hemen karşısındaki koltukta oturuyordu. Adamın kıpırdanması için gerçekte bir neden yok gibiydi. Salt huysuz bir kadının kaprisi olarak bile değerlendirilebilirdi ki zaten adam da öyle değerlendirmiş olmalıydı. Yoksa daha kendisine ‘Az öte tarafa kıpırdan!” denildiğinde istençli olmasa da kıpırdayabilirdi. Bunu yapabilirdi. Ve fakat işte bunu yapmakla yapmamak arasında düşünüyordu. 

Bu düşüncenin uzun upuzun süreceğini sezmişçesine kadın aynı yumuşaklıkla, "Ayaklarını hep öyle tutarsan kramp girer ya da ne bileyim tutulur kalır, sonra da acıdan kıvranırsın. Acıdan kıvranmak ister misin?" dedi. Adam bir yanıt beklendiğinden kuşkuluydu. Ayaklarına baktı. İçinden ayaklarını devindirmek gelmiyordu. Durdukları biçim en sevdiği biçim olmalıydı. Yoksa ne diye kıpırdatmasındı ki? Şimdi de yanıt sorunu çıkmıştı karşısına. Yanıt verdiğinde bir yanlış anlamanın kurbanı olabilirdi bu da başka sorunlar açardı başına. Ve elbet başka sorunlar istemiyordu şu an için. 

Aslında hiçbir zaman sorun istemezdi. Kim isterdi ki? Hiç kimse! Kadın adama bir cevabı olup olmadığı merakıyla mı bakıyordu yoksa adamın yanıt verme hevesi duyup duymadığını anlamak için mi? Belirsizdi. Bu belirsizlik adama kısa bir zaman dilimi olsa da rahatlık vermişti kuşkusuz. Ve bu rahatlığın verdiği coşkuyla nefes alıp vermeye başladı, kadının anlamasından çekinerek. Yanlış nefes almamaya özen göstererek yaptı bunu çünkü. Evet, insanlar büyüdükçe yanlış nefes alıp vermeye savruluyorlardı. Ve kendisi de savrulmuştu. 

Bunu ayrımsadığında kırklı yaşlarının başındaydı. Neyse ki hemen düşülen yanlıştan kurtuluş yollarını arayıp bulmuştu. Artık yeniden doğru nefes alıyordu. Ya da doğru nefes aldığına inanıyordu. Ki bunu biraz önce kendisine azıcık kıpırdanmasını söyleyen kadın sık sık soruyordu. Ya bebekler yanlış nefes alıyor ve büyüdüklerinde doğru nefes almayı öğreniyorlarsa? Böyle bir olasılık olmadığını kimse iddia edemez, diye de son noktayı koyuyordu. Ve adam bunu tartışmak istemiyordu. Ne zaman konusu açılsa bir şekilde konuyu değiştiriyor ya da duymazlıktan geliyordu.

Ki, gelinen duymazlıklar başka sorunlara yol açsa da ötekinden daha iyiydi. Kadın hala bakışlarını adamın üzerinde tutuyordu. "Şahsen", dedi kadın, "Ben acı çekmek istemem. Evet, gerçi senin acı çekmek gibi lüks heveslerin olduğunu biliyorum. Ve fakat yine de istemezsin gibime geliyor. Belki söylemek istemiyorsun, ya da ne bileyim belki söylemeye çekiniyorsun ya da üşeniyorsun, evet doğrusu da bu üşeniyorsun bence, sen de acı çekmek istemezsin ama yine de acılarla karşılaşıp durursun. Çünkü üşengeçsin. Üşengenliğin için uydurduğun gerekçeler, -itiraf edeyim ki hepsi de oldukça ussal olurlar- seni getirip acıların içine atıyorlar ve bütün gece inleyip duruyorsun. Hayır, inlemelerin uykumu bölmese.." 

Adam ayaklarını kıpırdattı. Bu kere sağ ayağı sol ayağının üzerinde duruyordu ve sol ayağı sağ ayağının yerindeydi şimdi. "Böyle nasıl?" diye sordu hiçbir anlam ifade etmeyen bir sesle. Kadın elindeki örgüyü örmeyi bırakıp adamın ayaklarına baktı. İstediği gibi olmasa da kıpırdatma eylemi gerçekleşmişti. Bu belki başkaları için yeterli olmayabilirdi. Ama kadın için yeterli gibi görünüyordu. En azından adam böyle algılamıştı. Belki böyle algılamayı istediği için yeterli görünmüş olabilirdi. 

"Fena değil!" dedi kadın. Ellerini kucağında tutmayı savsaklamadan söylemişti. Ve fakat bakışları hala adamın üzerindeydi. Bir şeyler eksik olmalıydı. Başka bir şeyler olmalıydı. Görüntü bunu çağrıştırıyordu. Şimdi görünüşlerin aldatıcılığı üzerine düşünmek yersizdi ve bu yersizliği yapacak denli güçlü sezmiyordu kendisini kadın. Son zamanlarda anlamını veremediği bir güçsüzlük tebelleş olmuştu kendisine. Mevsimleri suçlamak kolaycılık olurdu. Ya da yaşın ilerlemesine bağlamak da öyle. 

Oysa kolaycılıktan nefret ederdi. "Kolaycılıktan nefret edersin sen!" dedi adam, ayaklarını eski haline getirmeyi savsaklamadan. Kadın sağ kaşını kaldırdı. Gözlerini doğrudan adamın gözlerine dikti. "Bu da nereden çıktı?" dedi kendi kendine fısıltıyla. Sonra da adamdan bir yanıt beklediğini ima etti. 

Adam anlamadığını ima etti. "Gerçekten duymadığını mı söylüyorsun?" diye yüksek sesle sordu adama. Adam dudak büktü, bir yanıt beklendiği açıktı ve yanıt vermesi gerekiyordu. Yanıt vermeye karar verdi. Belki yanıtlamaktan vazgeçerdi ama kadının sabrı vazgeçme düşüncesini kafasından kovmasına yetmişti. 

Ne söyleyeceğine karar vermiş bir konuşmacının kararlılığıyla, "Bu da nereden çıktı? Sorusunu duymadım, ancak son söylediğini duydum!" diye yanıtladı. Kadın bu yanıt karşısında kuşkuya kapılsa da belli etmemeye karar verdi. Hayır, adam bu kararını dünyada bilmeyecekti. Asla bildirmeyecekti. Bildiremezdi. Bildirdiğinde kendisinden beklenilmeyen bir pot kırmış olacaktı ve bu da adam için ilerde kullanacağı büyük bir koz olacaktı. Öyle bir koz ki belki bir daha asla ele geçmeyecek bir koz. Hayır, değil, mutlak anlamda adamın eline asla geçiremeyeceği bir kozdu bu. 

Bunu kadınsı sezgileriyle çarçabuk duyumsamıştı. Ve hemen üzerini kapatmıştı. "Ayakların yine eski yerlerinde, yorulmuş olmalısın! Bunca hareketi bir günde yapmış olman senin için bile çok yorucu olmalı! Kendine dikkat etmez oldun son zamanlarda. Bunun farkında mısın?"

Adam bunun yanıtı beklenen bir soru olduğunu bütün yalınlığıyla gördü. Ve öksürdü. Adamın öksürmesi kadına adamın sorusunu yanıtlayacağı düşüncesini vermişti. Yine de pek emin değildi kadın. Bir anda vazgeçebilirdi adam. Ve niçin vazgeçtiğini de söylemezdi bütün sıkıştırmalarına karşın. Adamın böyle de bir inatçı tarafı vardı. Ki bu inatçılığı başkalarınca da teyit edilebilirdi kolaylıkla. 

Kimse, ‘Hayır bu adam inatçı değil!’ diyemezdi tanıdıktan sonra. Belki tanımadan önce inatçılığı üzerine bir takım kuşkular duyabilirdi kişi başlarda. Sonra hemen ayrımsardı ne denli inatçı olduğunu. 'Vaz mı geçti?' diye düşündü kadın. Tekrar kucağındaki örgüyü eline aldı ve örmeye kaldığı yerden devam etti. 

Adam, "Aslında farkında olduğum söylenemez!" dedi ilkin. Sonra sustu. Oturdukları yerde duvar saatinin tik takları ve kadının örgü şişlerinin bir birine çarpmasıyla oluşan sesten başka bir ses yoktu. Dışardan seslerin gelmesini sağlayacak pencere olmasına karşın sokaktan da her hangi bir ses gelmiyordu. 

Bunda herhangi bir olağandışılık  olmasa gerekti ki ne kadın ne adam onca zamandır ‘Sokak niçin bu kadar sessiz?’ dememişlerdi. Ya da şöyle diyebilirlerdi ‘Bugün sokak her zamankinden sakin! Ne güzel bir gün!’ Ya da belki şöyle diyebilirlerdi ‘Bugün günlerden sükûn günü olmalı, baksana derman için bir tek ses duyulmuyor, kuşlar bile terk etmiş olmalı sokağımızı ki hemen her gün cıvıltıları doldururdu burayı!’ Ya da şöyle de diyebilirlerdi birbirlerine ‘Ne ıssızlık bu böyle? Ne ürkünç.. sen ürkmüyor musun?’ Ya da şöyle de diyebilirlerdi ‘Sokağımız da her günkü gibi, bir Allah’ın kulu geçmiyor.. neydi o eski günler.. yoğurtçusu, erikçisi, şerbetçisi..’ Öteki hemen eklerdi: ‘Hallacı, dondurmacısı, sebzecisi..’ 

Kadın yavaşça başını pencereye çevirdi uzun uzun baktı ve ‘Farkında mısın, nasıl da değişti birden hava.. oysa ne güzel güneş vardı!’ dedi. Adam da çevirdi başını pencereye, ‘Evet.. sanırım yağmur geliyor!’ dedi fısıltıyla.


Cemal Çalık, 06.01.2016,  Konuk Yazar, Sonsuz Ark, Öykü


Seçkin Deniz Twitter Akışı